Yetişkinler hain kurttan neden korkar? -1

MEHMET EMİN BALCI
Abone Ol

Yetişkin olmayan olarak damgalandığından çocukluk modern kültürde ya yetişkin hayatına atılmak için bir an önce çıkılması ya da yetişkinliğin ipuçlarını sakladığından geri dönülmesi gerekilen bir çağdır. Çocuğu, hayatı birkaç sıfır geriden başlayan ebeveynlerini yarım kalmış arzularını gideren ya da ailenin bayrağını daha yukarı taşıması gereken bir üyesi olarak görmek dün, bugün ve yarının sürekli birbirine tutturulmaya çalışıldığı modern zaman algısının yansımalarıdır. Yetişkinin bakışları altındaki bir çocuğun kendini onların gözünden görmesi zaten güçlü olana öykündüklerinden kaçınılmazken bir de çocuğun varlık alanının bütünüyle yetişkin fikir ve hevesler le işgal edilmesi sevecen bir tahakküm dışında seçenek bırakmaz. Babasının en büyük projesi olarak 3 yaşında Yunancayı öğrenmiş bir filozof veya kendisini uzatılan mikrofona müstehzi bir gülüşle “oyuna ayıracak vaktim yok” diyen bir ergen varlıklarındaki aynı gölgeden muzdariptir.

Yetişkinlerin dünyasına doğan çocuk onlar gibi düşünmek, davranmak ve hissetmekle kendini tamamlamaya çalışır.

Siz küçükken kaç yaşındaydınız? Ya da şöyle sorayım. Büyüdüğünüzü ne zaman anladınız? Et yerine canınızın zeytinyağlı çektiği anda mı yoksa bütün günü dışarda geçirdikten sonra en cazip tekliflerin bile sizi kanepeden kaldırmaya yetmediği anda mı? Çizgi film izlemeyi bıraktığınızda mı büyüdüğünüzü düşünmeye başladınız yoksa önünden geçtiğiniz lüks evleri yüz yıl hiçbir şey yemeden çalışsanız da alamayacağınızı fark ettiğinizde mi? Kimilerine göre anne babasını kaybettiğinde büyür insan, kimilerine göreyse anne baba olduğunda… Kıstaslarımız değişse de çocuk ve yetişkin arasında geri çevrilemez bir mesafe kabul ederiz. Çocuk kendini henüz gerçekleştirememiş olandır. İnsan doğasının tüm olasılıklarını içinde saklar. Diğer canlılardan farklı olarak insan yavrusu türdeşlerinin ilgisi ve bakımına muhtaçtır. Max Scheler buna “insanın dünyaya açıklığı” diyor: “Hayvan tümüyle bulunduğu somut gerçeklik içinde yaşar… Uzamsal ‘boşluk’ ve benzer bir biçimde zamanla ilgili boşluk, bütün olanaklı algı içeriklerinden ve tüm şeyler dünyasından önce gelen bir şey olarak ‘her şeyin temelinde yatan şey’ olarak kendini gösterir. Böylece farkında olmaksızın insan kendi kalbinin boşluğunu zaman ve uzamın boşluğu gibi görür. Sanki hiçbir nesne olmasa da bunlar var olacakmış gibidir.”1 Çocuğun dünyaya açılması, kalbindeki boşluğu fark etmesidir. Bu farkındalık diğerleriyle, özellikle de yetişkinlerle arasında özel bir bağ oluşturur.

Yetişkinlerin dünyasına doğan çocuk onlar gibi düşünmek, davranmak ve hissetmekle kendini tamamlamaya çalışır. Çocuğun gülünç tavırları derin bir mizah anlayışının eseri değildir. Yetişkinlerle arayı kapatmak için yaptığı her şey aykırılığını kanıtlar ve buna hazırlıksız yakalanan yetişkini bir gülme alır. Kız veya erkek, birçok çocuk aynanın karşısında tıraş olmayı düşler. Kız kardeşim babamın jiletini yanaklarına sürdükten sonra sakallarının çıkacağından çok korkmuştu. Kimse görmeden annenin pahalı ayakkabıları giyilir ya da sadece yetişkinlerin kullanacağı takılar denenir. Makyajla hiç alakası olmayan annemin çekmecenin bir kenarında unuttuğu rujun tadını hâlâ hatırlıyorum: bordoya çalan kirli bir kırmızı ve pastel boya tadı. Çocuğun arayı kapatma denemeleri kızdırıp, güldürdüğü kadar düşündürücüdür. Yetişkinler ve çocukları arasındaki farklar gerçekten çocuğu henüz insan olmayan veya gayr-i insan olarak konumlandırmak için yeterli midir? Hayvanların aksine çocuk kendi dünyası içinde bir varlık olmaktan erkenden çıkar. Bilimsel araştırmalar yeni doğan bebeklerin annelerin varlığını ilk aylardan itibaren fark edebildiğini ortaya koyuyor. Çocukluğun biz yetişkinlerle bağlarını görmek için hafızanızı şöyle bir yoklamanız kâfi. Yaşlandıkça daha çok hatırlanan çocukluk anıları, yetişkin irademiz zayıfladığında çıkıveren basit ve anlamsız alışkanlıklar, kimliğimizi sabitlediğimiz kırılma anları bir şekilde çocukluğumuzla ilişkili değil mi? Tabi aynı zamanda artık çocuk olmadığımızla…

Descartes kitleleri aydınlatmaktan ziyade kendini eğitmek gibi mütevazı bir amaçla yola çıksa da hakikat arayışını varlığı ikiye bölerek başlatmıştı.

Yetişkin ve çocuğun ayrı dünyalara ait olduğu modern kültürün temel varsayımlarından biridir. Dünya ile arasına mesafe koyan modern benliğin emek ve deneyim öncesi hâlidir çocukluk… İktidar ve tarihin zihni bulandırmadığı bir milattır. Yetişkinliğin sorunlarını çözmeyi amaçlayan çoğu açıklama ibreyi çocukluğa yöneltir. Rousseau akıl ve geleneklerin dejenere ettiği insan türünün saf ve barışçıl hâlini bulur çocukta. Freud ise arzularını doyurmaktan başka bir amacı olmayan küçük yaratığın hiç de meleksi olmadığını savunur. Çocukluk, aydınlanma ve psikanaliz söyleminde yetişkinliğin erdemlerine ve günahlarına ışık tutmakta kullanılır. Philip Ariès Centuries of Childhood adlı kitabında çocukluğun romantizmin icadı olduğunu ileri sürüyor. Birer minyatür yetişkin olarak görülen çocuklar için 18. yüzyıla kadar özel bir kategori ihdas edilmemiştir. Büyük çocukların küçüklere baktığı, oyun ve zorunlulukların iç içe geçtiği bir dünyada çocuklar bir uygarlık sorunu değil yetişkinlerle aynı dünyanın talihini paylaşan insanlar olarak görülmüştür. Tarih ve toplumun sıfır noktasına yerleştirilmiş bir birey tasavvuru olmaksızın bildiğimiz bir çocukluktan bahsetmek pek mümkün değildir. Çocukluk ancak geçmiş ve gelecek arasındaki mesafenin her geçen gün arttığı yıkıcı bir zaman algısı içinde yeniden üretilebilir; yeni kuşakların eskilerin yerine geçmek değil, kendi yerlerini kazanmak zorunda olduğu bir zamanda kendini yaratım sürecinin başlangıcı olarak işaretlenir. Kojin Karatani çocukluğun keşfinin modern edebiyatta manzara resimlerinin (ve içselliğin) keşfi ile ilerlediğini söylemekte haklıdır. Dışardaki dünyayı doğal görüşünüzden ayırıp oradaki tüm bileşenleri tutarlı bir çerçeveye oturtmadıkça bir manzara yoktur. Bir manzara, öngörülmüş bir duygu durumuna göre düzenlenmiş göstergeler toplamıdır. Doğaya doğru açıdan bakıp, konvansiyonel olarak algılamanın manzarayı meydana getirmesi gibi çocukluk da ancak yetişkin bir bilincin algılayabileceği, daha doğrusu algılamakla inşa edeceği bir durumdur. Doğduğu evi ve içinde kaybolduğu mısır tarlalarını anımsadığı Jose Saramago bunu şöyle ifade ediyor: “Benim bir zamanlar olduğum o çocuk, bu manzarayı sonradan dönüştüğü yetişkinin bulunduğu o yüksek noktada durup baktığında hayal etme eğiliminde olduğu biçimiyle görmemişti hiç. O çocuk bütün çocukluk dönemi boyunca o manzaranın içinde bulunuyordu yalnızca, onun bir parçasını oluşturuyordu, o kadar, onu sorgulamıyor, şu sözleri ya da benzerlerini ne söylüyor ne de düşünüyordu: ‘Aman ne güzel manzara, ne harika bir panaroma, ne göz kamaştırıcı bir görüntü!’”2

Çocukluk hakkında konuşmak bir rüyayı anlatmaya benzer. Bir rüyada sadece gördüğümüz kişi değil, rüyanın anlatıcısıyızdır. Bir rüya-metni (dream work) içinde hem o tuhaf atmosferi ve ayırdına varamadığımız şeyleri dile döküp yeniden üretiriz hem de tarifsiz duygularımızı anlamlandırmaya çalışırız. Çocukluk, kişisel irade ve tasarıların toplumsal ve psişik otomatizmle şekillendiği bir içsellik ile her olasılığa gebe bir dış dünyanın kaynaşmadan yan yana geldiği bir hâldir. Burada doğaüstü doğallaştığından uyumak için anlatılan masallar içten içe öz bilinci oluşturur. Masallar yetişkinlerin yarattığı dünyanın üst ve alt sınırlarını çizer.

Bir peri masalı olarak “Yöntem”

Walter Benjamin.

Yetişkinler tecrübelidir. Çocuklar giderken, onlar dönüyordur. Görmüş, geçirmişlerdir. Çocuğun ilk kez karşılaştıkları başına o kadar çok gelmiştir ki artık fark edilmez olmuştur: Senin bilmişliğin kadar, benim unutmuşluğum var. Yetişkin beklenmedik durumda ne yapılacağını bilendir. Koşulların neler doğuracağını, hadiselerin olası hangi sonuçlara bağlanacağını yaşayarak öğrenmiştir. Hayal ve gerçek arasındaki uçuruma düşüp, çıkmış kişidir. Bu yüzden “gençler bilebilse” denir. Bir şeyleri elinden kaçırmış olmanın hüznü ile “ihtiyarlar da yapabilse” diye eklenir. 100 yaşına geldiğinde daha kaç yaşına kadar yaşayacağını merak eden anneannem “Gençlik bir kuş idi, uçurdum tutamadum/ ihtiyarluk bir yük idi, gezdurdum satamadum” derdi. Gerçekten de nerde, ne yapılması gerektiğine karar veren ihtiyarlar için tecrübe aynı zamanda bir yüktür. Bir süre sonra tecrübe aşina olunmuş sorularla neden işe yaradığı üzerine pratik faydası sayesinde pek kafa yorulmamış çözümlerden oluşur fakat tüm bu kazanım ve yetkinlik sınırlıdır. Tecrübe er geç iflas eder. Koşullar değişip yeni sorunlarca kuşatıldığımızda, hayatımıza sevip nefret edeceğimiz yabancılar doluştuğunda dünya ayağımızın altından kayarken bir zamanlar kendimizi adadığımız şeylerin geçiciliğini fark ederiz. Deneyim bizi yeniden başlama korkusundan geçmişe sığınmak ile kendini baştan yaratmak arasına sıkıştırır. Yelken açtığımız dünyanın enginliğini fark ettiğimizde bildiklerimiz göreceli hâle gelir. Ne kadar yaşarsak yaşayalım ne kadar görürsek görelim deneyimlerimize daima içkin bir eksikliğin eşlik ettiğini hissederiz. Walter Benjamin atalarının hiç görmediği bir hadise olan I. Dünya Savaşı sonrası eve dönen askerlerin deneyim açısından daha yoksul olduğunu belirtir. On yıl sonra ortalığı dolduran savaş kitaplarının gerçekte yaşananlarla hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik bu durum onun için şaşırtıcı değildir: “Deneyim hiçbir zaman, stratejik deneyimin siper savaşı, iktisadi deneyimin enflasyon, bedensel deneyimin mekanik savaş, ahlaki deneyimin iktidar sahipleri tarafından boşa çıkarıldığı bu dönemdeki kadar yalanlanmamıştı.”3

Bulutlar dışında göğün altındaki her şeyin değiştiği bir kuşak için savaş gibi bir istisnanın, emsali görülmemiş bir yıkım yarattığı ortadadır. Öte yandan bildiklerimizin hükümsüzleştiğini görmek için başımızın üzerinden mermiler uçtuğu, cesetlerin el arabalarına doluştuğu, barut ve kanın tüm renklere karıştığı bir savaş ortamına girmek gerekmiyor. Kentlerin gündelik yaşamı deneyimin yıkımına açılıyor. Tıklım tıkış otobüslerde kucak kucağa gittiğimiz insanlara dikkat etmiyor, süper marketlerin renkli raflarından bir şeyleri sepetimize atıyor, önümüze düşen reels’leri kaydırırken aslında kendimizi bir hadiseler bolluğu içinde buluyoruz. Bu kadar çok kişiye, nesneye ve ortama maruz kalmak benlik ve dünya arasındaki mesafeyi arttırıyor. Anlatılmaya değer şeylerin çıtası sürekli yükseldiğinden olsa gerek elimizin altındakiler devalüasyona uğruyor. Gerçekte bir şeyler yaşayamamaktan değil, çok fazla şey yaşamadığımızdan hadiseleri deneyime çeviremiyoruz “Modern insan evine eğlenceli ya da sıkıcı, sıra dışı ya da sıradan, korkunç ya da keyifli bir sürü olay yaşamış ve lekelenmiş olarak döner ama bu olayların hiçbiri deneyime dönüşmemiştir. Bugün gündelik yaşamı geçmişte hiç olmadığı kadar dayanılmaz kılan şey, onun deneyime çevrilemezliği. Çağdaş yaşamın geçmiştekine oranla anlamsız ya da yetersiz olması değil.”4

Rousseau akıl ve geleneklerin dejenere ettiği insan türünün saf ve barışçıl hâlini bulur çocukta. Freud ise arzularını doyurmaktan başka bir amacı olmayan küçük yaratığın hiç de meleksi olmadığını savunur.

Benlik ve dünya arasındaki mesafenin çok açıldığı ilk insanlar elbette ki büyükşehirlerin pürtelaş sakinleri değildi. Hayatın tersine çevrilemezliği her insana giden günlerin gelmeyeceğini yaşayarak öğretirken her kültür bu nihilist durumla baş etmenin yollarını aramıştır. Kurbanlar, mitler, ritüeller hatta batıl inançlar hayatın bildiklerimizin ötesindeki gerçekliğinden insanın nasıl korunacağını öğretir. Öte yandan modern benlik, benlik ve dünya arasındaki varoluşsal uçurumu yaşamadan kapatacak Kartezyen bir planın ürünüdür. Descartes kitleleri aydınlatmaktan ziyade kendini eğitmek gibi mütevazı bir amaçla yola çıksa da hakikat arayışını varlığı ikiye bölerek başlatmıştı. Kaderin sürüklediği hadiseler filozofa dünya hakkındaki tecrübelerin fazlasıyla sınırlı ve değişken olduğunu göstermişti. Çocukluktan beri içimizde büyüttüğümüz ihtiraslar, toplumun yanlış âdetleri ile karıştığından olgulardan gerçek dışı anlamlar edinmek insanda bir itiyat olmuştur. Bu nedenle filozofa göre gerçeğin bilgisi dış dünya olamazdı. Gerçeklik aklın şüphe edilemez (sonsuz) doğasına göre parçalanıp, kurulmalıydı. Kartezyen felsefenin en önemli başarısı ataların deneyimi (argumentum ex verbo) yerine deney ve gözleme dayanan bilgiyi geçirmesiydi. Böylelikle birey eskilerin hatalarını tekrarlamaz, koşulların kısıtlamalarından kurtulur ve dünyanın rengine kanmadan hedefine gidebilir. Eski hataların ayıklanıp tartışılmaz doğrulara vardığı bir dünyada akıl küçük muharebeleri kaybetse bile büyük savaşları kazanacak bir generaldi. Fakat hiçbir general annesinin karnında rütbeleri ile doğmaz.

Kartezyen yöntem, özne ve nesnenin birlikteliğini nesnenin zapturapt altına aldığı bilişsel bir noktaya taşır. Descartes’in temellerini attığı benlik âdeta cam bir fanusun içinde dünyaya karışmadan, dağılıp toplanmadan özünü muhafaza eden bir fail öngörür. Nesne önce özneden çıkarılır sonra birlikteliğinden soyutlanmış bir öznenin içine çekilip sabitlenir. Agamben’e göre Kartezyen ego, Hallac-ı Mansur’un “Ene’l Hakkı” gibi bir keşif anına dayanır ancak bu keşifte ötekine açılmakla kendini kaybetmez, ötekini rasyonel benliğinde yeniden icat eder. Zaten dünyayı tasarladığı hâline indirgeyen böyle bir öz-güven olmaksızın belirsizliklerin başına açabileceklerinden emin olamaz. Deneyim de sahiplerine bir miktar özgüven telkin eder. Öyle ki kendimizi yaşadığımız deneyimin sahibi gibi hissederiz. Yaşadıklarımızdan çıkardığımız derslerin başka zamanlara da aynen uygulanabileceğine hatta Yöntem Üzerine Konuşma’yı otuzunda kaleme alan Descartes gibi, başkalarını da aydınlatabileceğine inanırız. Ancak hayat yolunda bastığımız çürük bir tahta, önemsemediğimiz bir çatlak ya da anlık bir tökezleyiş sadece geçmiş başarılarımıza değil, bu başarıları taşıyan kişiliğimizden de şüphe etmeyi getirir. Pek itiraf etmesek de deneyimlerimizin yanlışlanabildiğini içten içe bildiğimizden bir ihtiyat payı bırakırız. “Ben sana söylemiştimlerimiz”, “ben öyle biliyordumlarımızın” karşısında o kadar büzüşür ki bu çelişkili anların felaketinden kendine gömülerek paçayı kurtarmaya çalışır. Oscar Wilde’ın dediği gibi deneyimlerimiz yalnızca geçmişteki hatalarımıza verdiğimiz bir isim değildir. Mevcudiyetimizin sıvamaya çalıştığı kapanmaz bir yara, çözemediğimiz prangalarımızdır.

Dünya ile arasına mesafe koyan modern benliğin emek ve deneyim öncesi halidir çocukluk… İktidar ve tarihin zihni bulandırmadığı bir milattır.

Büyüme(me) sorunu Deneyimin biricikliği yerine deneyin tekrarlanabilirliğini geçirmek Kartezyen yetişkinliğin çıkış noktasıdır. Koşulların tespit edilmesi, olasılıkların hesaplanması ve şaşmaz bir nedensellikle tasarıların gerçekleştirilmesi bilimsel yöntemin olmazsa olmazıydı. Bu anlayış steril laboratuvarlarda uykusuz geceler geçirip birkaç kobay faresinin protein yapısını değiştirmekle sınırlı kalsa bütün insanları doğrudan ilgilendiren bir şey olmayabilirdi. İnsanlığa sağladıkları refah ve mutluluk yanında bilim insanlarının küçük çılgınlıklarına kolayca göz yumulabilirdi ama bilimsel başarılara kaynaklık eden metodoloji yetkin bir insanlığın yaratılabileceğine dair bir ümit telkin ediyordu. İlk deneği filozofun hayatını parçalarına ayırıp, yeniden değerlendiren Yöntem, insanlığın içinde varolduğu ve yarattığı sembolik evrene meydan okuyordu. Hakikat ve batılın birbirine karıştığı insan zihnini doğru temeller üzerinde inşa etmekle başlayan epistemolojik savaş yüzyıllar içinde doğal âlemi aşıp insanlık âleminin her hücresine yayılacaktı. Fiziksel dünya atomlarına ayrılıp periyodik cetvele sığdırılırken, yer kürenin karanlık kıtaları haritalardaki küçük işaretlere çevrilirken, okyanuslar metaların dört bir yana dağıtıldığı mavi koridorlara dönüşürken kültürel değerlerin yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluk hâlini alıyordu. Böylelikle tarih, antropoloji ve dil bilimleri insan doğasının farklı dönem ve coğrafyalarda neden olması gereken menziline varamadığını soruşturacaktı. Zaman ve mekân gibi eskilerin ruhen bağlı olduğu sınırlar doğru yöntemin gücü ile tasfiye edilebilirdi. Akıl doğru kullanıldıkça dahili ve harici her bedhah alt edilebilirdi. Yıllar içinde kurucusunun mütereddit yöntemi kararlı ve coşkun bir hâle geliyordu. Doğru şekilde yapılırsa her şeyi gerçekleştirmenin mümkün olduğuna dair bir iyimserlik modern uygarlığa aşılanıyordu. Aklın bin bir güçlükle açtığı asri yollar takip edilirse açlık, savaş ve hatta ölüm yenilebilirdi fakat modern yetişkin (henüz) ölümü alt etmemişti. Bu yüzden ebeveynlerinin kaldıkları yerden devam etmeleri için yeni değerlerin çocuklara aktarılması gerekiyordu. Eğitim, zincirlerinden boşanmış bir özgürlük ile düzenin kişinin kendi vicdanında buluşmasıydı. İnsan doğasının karanlık tarafından gelen yıkıcı duygular bir ideal doğrultusunda dizginlenmeli, insan yavrusuna sadece vazife ve sorumlulukların onu insanlık ailesinin bir ferdi kılacağı öğretilmeliydi. Küçük canavarlar kendi hâline bırakıldığı ya da yanlış yollarla eğitildiği takdirde barbarlık kaçınılmazdı: “Disiplinden yoksun (yani kendini sınırlama becerisi geliştirmemiş) insanlar gelip geçici her hevesi takip etmeye yatkındır. Bunu vahşi kavimler arasında görürüz. Onlar her ne kadar bir müddet Avrupalılar gibi iş yahut vazifelerini yerine getirseler de hiçbir zaman Avrupalılara, onların tarz ve tavırlarına alışamaz. Onlardaki, Rousseau ve diğerlerinin tasavvur ettiği gibi soylu özgürlük duygusu değil, fakat bir tür barbarlık- deyiş yerinde ise hayvanlık, henüz gelişmemiş insani tabiattır.”5 İçlerindeki hayvaniliğin çok derinlerde yaşaması nedeniyle çocukların erken yaşlarda eğitilmesi gerektiğini savunan Kant’ın çocuk, vahşi ve hayvan arasında kurduğu özdeşlik, ırkçı çağrışımları bir kenara bırakırsak, iki seçenek sunar.

Yetişkin ve çocuğun ayrı dünyalara ait olduğu modern kültürün temel varsayımlarından biridir.

Birincisi, yetişkin normlarına uymayı tek kide hâline getirmiş bir çocukluğun imali, yani çocukluğun sonunun getirilmesidir. Evrensel doğrulara sahip bir yöntemin erkenden uygulanması bedensel ve kültürel itilafları ortadan kaldırabileceğine inanılır. Çocuklar doğru araçlarla, doğru değerlerle yetiştirildiği takdirde insan kendi doğasından gelen yetkinsizliği aşabilir. 18 aylık bir çocuğa kuantum fiziğini öğretmek neden mümkün olmasın? Çevresel koşullar denetim altına alındığında, zihin uygun uyarıcılarla doğru şekilde buluşturulduğunda çocukların olması gereken standartlara eriştirilebileceği düşüncesi sadece acemi anne babaların ütopyası değil; modern pedagojinin de çıkış noktasıdır. Bu disipliner bakış, eski âdetleri her yaşta yaratılacak insan modeli doğrultusunda tek tek ayıklar ve çocuk yetiştirmenin optimum şartlarını ve şaşmaz formüllerini deneysel olarak ortaya koyar. Yeni doğanları tek kat giydirmekten kundağın ergonomik işlevine, anne sütünün öneminden hangi oyun ve kitapların daha faydalı olduğuna kadar birçok bilgi, geleneksel ebeveynlerin girmediği, çocuğun özerk alanının modern ebeveynlerce fethedilmesini kolaylaştırmıştır. Eğlence ve oyun çocuğun ilerideki kişiliğine hizmet etmesi gereken birer vasıta hâline gelirken çocukça tuhaflıklar yetişkinliğin başarı koleksiyonundaki yerini alır. Yetişkin olmayan olarak damgalandığından çocukluk modern kültürde ya yetişkin hayatına atılmak için bir an önce çıkılması ya da yetişkinliğin ipuçlarını sakladığından geri dönülmesi gerekilen bir çağdır. Çocuğu, hayatı birkaç sıfır geriden başlayan ebeveynlerini yarım kalmış arzularını gideren ya da ailenin bayrağını daha yukarı taşıması gereken bir üyesi olarak görmek dün, bugün ve yarının sürekli birbirine tutturulmaya çalışıldığı modern zaman algısının yansımalarıdır. Yetişkinin bakışları altındaki bir çocuğun kendini onların gözünden görmesi zaten güçlü olana öykündüklerinden kaçınılmazken bir de çocuğun varlık alanının bütünüyle yetişkin fikir ve heveslerle işgal edilmesi sevecen bir tahakküm dışında seçenek bırakmaz. Babasının en büyük projesi olarak 3 yaşında Yunancayı öğrenmiş bir filozof veya kendisini uzatılan mikrofona müstehzi bir gülüşle “oyuna ayıracak vaktim yok” diyen bir ergen varlıklarındaki aynı gölgeden muzdariptir:

“Babanı öldürmektir mesele genç adam İlla topla, tüfekle, bıçakla değil Kafanın içinde diyorum Öldürmezsen çünkü, senin gömleklerini giymeye başlar

Senin pantolonunu çeker altına Ayak numaranız aynı olmasa da

Senin bastığın toprağa önce o basar Silemezsin ayak izlerini

Senden önce keşfettiği tüm coğrafyalarda Geleceğinin bekçiliğini yapar.”6

İkinci seçenek ise büyümeyi ertelemektir. Büyümenin sancılı bir süreç olduğunu düşünür, artık çocuk olmayanlar. Yetişkinlerin yerini doldurmak gerekir ancak içlerindeki gölge hiçbir zaman yeterli olmadığını fısıldar. Yetişkinin bakmanın ötesinde bilinçlendirip denetlediği bir çocukluk için hiç büyümemek cazip bir seçenektir. Büyüklerin imkân ve araçları, uzatmalı bir çocukluğun kolaylıkla oyun parkına dönüşebilir. Normal yaşamlarında halis, muhlis insanların direksiyon başına geçtiklerinde canavara dönüşmesi belki de çocukken kaybetmeyi öğrenememesindendir. Politika ise başka bir yetişkin oyuncağıdır. Aristoteles siyaseti özgür yetişkinlerin (erkek) mutlak iyi arayışı olarak nitelendirse de insan, politikacıların öfkelenen, söz kesen ve suçlayan tavırlarını gördüğünde bu koca bebekleri velisine şikâyet etme arzusu duyar. Hanenin sınırlarını aşıp hayatın her noktasını düzenleyen modern iktidar oyunları, ideal rol beklentilerinin içinde bir beberuhi yetiştirir. Her yerde, her zaman ve herkes için geçerli bir düzenin mevcudiyetine duyulan naif iyimserlik, deneyimin boşluğunu mütemadi bir gelişme saplantısı ile doldurur.

Modern yetişkinliğin gerçeğin bütünüyle tasarlandığı gibi olabileceğine, şeylerin bir kere doğru açıklandıklarında hiç değişmeyeceğine duydukları inanç aslında çocuksu bir ölümsüzlük arzusunun kalıntılarıdır. Çocuk bilmediği için ölümsüz gibi davranır. Sonsuz şeker yiyebileceği, hiç okula gitmeyeceği, anne-babasının yanından hiç ayrılmayacağı bir zamanı bilinç-dışı olarak düşler. Yetişkin Wendy, Peter Pan’e “masum, neşeli ve kalpsiz isteklerinin” uçmasını sağlayan şey olduğunu söylemişti ancak ölümün refakatini fark etmeye başladığında çocukların ayağı yere değmeye başlar. Freud’a göre modern uygarlığın başarıları, ötekilerin dışardaki varlığını fark etmemizi sağlayan ölüm ilkesini askıya almıştır. Yöntemleri ve son teknolojik cihazlarını modern insan kusursuz bir tanrı gibi gösterir ancak cihazlarını çıkardığında bu tanrının kötürümlüğü ortaya çıkar. Freud’a göre “insanın doğa güçleri üzerindeki hakimiyetinin artışı, bu hakimiyetin yardımıyla insanı son insan varıncaya dek ortadan kaldırmaması” önünde hiçbir engel bırakmamıştır. Bir gün sıranın onlara geleceği kaygısı huzursuzluklarının ve mutsuzluklarının başlıca sebebidir. Ölümü hayatın içkin bir parçası olmaktan çıkardıklarında yetişkinler masumiyetini kaybeder, neşeleri histerikleşir, kalpsiz istekleri gerçekleştirmek için her şeyi feda ettiği totaliter fikirlere dönüşür. Ninja Kaplumbağalar’da kendine layık bir beden bulamayan üstün beyin Krang ya da düşündüklerini daha hızlı gerçekleştirmek için bedenine mekanik kollar monte eden Dr. Ahtapot, bu kötürüm tanrının çocuk dünyasındaki popüler karşılıklarıdır. Dünyayı ele geçirmekle herkesin sonsuz saygısını kazanmayı uman bu koca bebekler, gerçekliği kendi tasarılarına indirgeyen yöntemlerin nasıl bir yıkıma sebebiyet verebileceğini gösterir (ve ancak bir ergen tarafından durdurulabilirler).

(Devam edecek)

1. Max Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, Ayraç Yayınları, 1998, s.76

2. Jose Saramago, Küçük Anılar& Çocukluk ve İlkgençlik Anıları, Can Yayınları, 1999, s. 8-9

3. Walter Benjamin, “Hikaye Anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk içinde, Metis Yayınları, 1993, s.78

4. Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih, Everest Yayınları, s. 22

5. Immanuel Kant, Eğitim Üzerine, 2007, s.30

6. Baba (2022) dizisinde Sevil karakteri muhafazakâr ailesinin baskısına direnemeyen eski aşkı Kadir’le yıllar sonra buluştuğunda, hâlen sevdiği adamın gözlerine bakarak bu şiiri okumuştu. Şairi bilinmeyen bu mısralar, yetişkinlerin çocuklarına açabileceği emperyal yaraları veciz bir şekilde göstermiyor mu?