Yeni döneme prelüdler
Pandemi sürecinde eğitim yersiz-mekânlara taşınmak zorunda kaldı. Yeri olmayan mekân, kapalı, açık, yarı-açık olarak tartışılmaktan uzak bir mekândır. Şurada diye işaret edilemeyen bir mekândır yersiz-mekânlar. Her yerde fakat hiçbir yerdedir. Bu yönüyle boşluktan da radikal bir şekilde ayrılır. Boşluğun işaret edilebilecek bir yere sahip olduğu açıktır. Fakat yersiz-mekânlar bundan da azadedir. Orada sadece zaman vardır. Her yerde olmak ile hiçbir yerde olmamak arasında durur. Bu-ara-da yani yersiz-mekânda eğitimin nasıl olabileceği büyük bir sorundur. Sözün tutunabileceği, büyüyebileceği, herhangi bir sabitenin olmadığı yerde eğitim ne kadar mümkün olabilir?
- “bütün renklerimi siliyor dışardaki yağmur
- derin bir bıçak izi olduğum için
- artık beyaz bir yumruk gibi kaldım diye
- hayatın karşısında
- bütün kurnazlığımı siliyor dışardaki yağmur.”
- İsmet Özel
Diğerlerini bilmem ama bu coğrafyada “olması gereken” çoğu zaman öteki üzerinde planlanan bir şeydir. Duvarın arkasından gelen muhkem bir ses, “Biz yapamadık, bari siz yapın” cümlesiyle otoritesini kurar. Ona göre, toplumsal olarak muhafaza edilmesi gereken bazı değerlerin sürekliliği ve nesillerin bu değerlerden kopmadan dünya ile entegrasyonu önemlidir. Bu noktada asıl önemli olanın söz konusu değerler olduğu açıktır. Buradaki sorun ise toplumun sürekli değişime uğramasıdır. Değerlerin değişmesi ya da -en naif şekliyle- değerlere verilen anlamların nesiller arası gösterdiği farklılığın büyüklüğü sanırım herkesçe de malumdur. Değişimin bireysel karşılığı bir tarafa toplumsal tavır ve psikoloji de dahil edilerek düşünüldüğü taktirde adaptasyonun/alışmanın zorluğu düşünsel krizler ortaya çıkarır. Krizlerin yeni açılımlar yapıp yapmayacağı ise toplumun genel refleksi ve o toplumun münevverleriyle ilgilidir.
Yukarıda kabaca ifade edilen değişim, pekâlâ kendisini mimari veya mekânsal alışkanlıklarda yeterince organize eder. Çok uzun zamandır değişmeyen unsurlardan en belirgini hızın kendisi oldu. Mekân ve mimari kalıcı yapısal formunu korusa dahi kullanım alışkanlıkları hızlıca değişebilir bir hal aldı. Böyle değişimleri toplum genellikle “bozulma” olarak nitelendirir. Çünkü ona göre; her mimari unsurum belli bir kullanım amacı ve şekli vardır, ancak öyle kullanılırsa doğru kullanıma ulaşılabilir, fikri baskındır. Fakat onun (senin ya da benim mi demeliydim) bozulma dediği şey kendisinde başlamıştır. Birkaç soru ile durumu açmalı ve pekiştirmeliyiz; Türkiye’deki şehirleşme ve mimari hakkında en olumsuz cümleleri sarf ederek başkasının yapması gereken şeyleri birbiri ardına sıralarken, eline geçen ilk fırsatta gökdeleni dikmeyecek kaç kişi var acaba? Ya da imar planlarının boşluklarını yakalamak için uğraşmayan, bir fırsatını bulup bina alanını büyütmeyen kaç kişi?
Bütün bunları düşünen ve suçlamaya başlayan gençler için de bir soru; bazen haksızlık ya da hırsızlıklar diye düşündüğü şeyler hakkında her türlü eleştiriyi söyleme hakkına sahip olanların, eline fırsat geçtiği halde kopya çekmeden sınavını tamamlayabilecek kaç kişi var?
Gündelik pratiklerin ve toplumsallığın oluşturduğu mimarlık, toplumun tutarlılıklarını, çelişkilerini, doğrularını, yanlışlıklarını, kalabalıklığını, yalnızlıklarını, düzenini, kaosunu, günahını veyahut sevabını … vb. birçok şeyi görünür kılar. Bundan dolayı mimari problemler çoğu zaman öyle sıradan ve alışılmış bir durum haline gelir ki, bu sıradanlığın sorun olabileceği dahi akıllara dahi gelmez.
Alışkanlıkların sadece doğru tercihlerden oluştuğunu düşünmek bizi bu sıradanlığa benzer bir alanın içerisine atar. -Tabii ki burada doğruyu belirleyenin hakimiyetini ve iktidarını da görmezden gelmemek gerek.- Mesela; bir ev planında evin önemli öğelerinden biri olan koridordan vazgeçmek bir yana onun problem haline getirilmesi bile neredeyse kimsenin aklına gelmez. Öyle ki koridor herkesin üzerinde ittifakla kabul ettiği müşterek temel bir varlık haline gelir. Koridor özelinde, ev, mahalle, şehir, ülke… Alışmışlık miktarı bir taraftan şehir ve mimarinin düşüncenin konusu haline gelme yetisini de belirler. Bunların Türkiye’ye has bir durum olup olmadığını bilemem. Lakin, düşünceden tahrik olan bir mimari ve mimariden tahrik olan bir düşünce az da olsa bu topraklarda kendi yerini bulur. Yekünde ortaraya çıkan tabloyla, Türkiye’de halihazırda var olan mimari stokun belirlediği beğeni güzergahının dışında bir mimarlık teklifi bazen bağışlanmayacak bir günahtır. (Neyse ki yeni kuşaklar bu krizleri atlatarak geliyor ve tabi ki kendi problemlerini de doğurarak.)
- Türkiye’de, birçok mimari yapıda da görülebileceği gibi, eğitim alanında da alternatif mekân üretiminde büyük sıkıntılar yaşanıyor. Bunun sıkıntının sayısız nedeni olabilir. Mimarların üniversitede aldığı eğitimden, piyasanın taleplerine, ülke düşünce hayatının canlılığından, ekonomik güce ve refaha vb. gibi nice veri alternatif mekân üretimini sınırlayan sebeplerden görülebilir.
Bina eden sadece mimar değildir, ayrıca onu besleyen her türlü kaynaktır. Mimar, ülkede cereyan eden şeyi ister istemez cisimleştiren kişidir. Mimar, zihnini var eden varlık ve bilgi katmanlarıyla kendi tercihlerini yapar. Varlık ve bilgi katmanına hangi bilim alanlarını katarsanız -ortada bir suç varsa- mimarla birlikte o bilgi alanlarının müntesiplerinin hepsinin suçu haline gelir. Mimariden etkilenen bir de gelecek nesiller ise işler daha da çetrefilleşir. Meşhur bir vecize ile; parayı verenin düdüğü çaldığı bir yerde bina edebilecek güce sahip olan erk, kendi alışkanlıklarını ya da hayallerini yeni nesillerin “daha iyi ve doğru” yaşayabilmeleri adına dikte eder. Söz konusu erk mimarinin aktörlerinden bir diğeridir. Mimariyi oluşturan var eden toplumsallık birçok aktörle de cisimleşmesini sağlar. Mimarinin aktörünün sadece mimar olduğunu düşünmek galiba büyük bir yanılsamada olmak anlamına gelir.
Mimar yüksek donanıma ve geniş bir müktesebata sahip olsa bile yeni şeyler söyleyebilmesi için bir yığın katmanla mücadelesi gereklidir. Burada “yeni”den kasıt farklılık değil, tam aksine yanlış yapmama şartıyla doğrunun kullanılması. Tekrar pahasına. Farklılık anlamındaki “yeni”liğin yaşadığımız dönemin yaygın, baskıcı, üst düzey bulaşıcı bir hastalık olduğunu da görmek gerekir. Yaş ve nesil farkı dinlemeksizin herkesin bir ötekinden farklılaşmaya çalıştığı bir dönemde (ki bu farklılaşma talebinin daha büyük bir aynılık olduğu gerçeğiyle) alternatif mekân üretme probleminin yanında doğru (doğru dediğimiz her neyse) mekânlar üretebilmenin sıkıntısı da çokça yaşanmaktadır. Özellikle uygulanan tip planları, müfredatı, kural ve kideleri, atama ve azilleri tek bir merkezden oluşan eğitim sisteminin mimari yapılarında değişiklik öngörmek çok zor görünüyor.
Üniversiteler hiç şüphe yok ki eğitim mekân üretmekte diğer kurumlara nispeten daha şanslıdır. Yine nispeten diğer kurumlara göre daha özerk olmaları da pekâlâ bunun bir yansımasıdır. Üniversitelerde ise mimarlık fakülteleri diğer fakültelere göre daha şanslı gibi görünmektedir. Mimarlık fakülteleri, klasik dersliklerin azınlık sayılabildiği fakültelerdir.
- Atölye yoğunluklu derslerle, daha çok usta çırak ilişkisi gibi yürüyen bir eğitim söz konusudur. Bundan dolayı her fakülte geniş boşluklarda esnek ve hareketli bir düzen kurmak ister. Burada eğitimin nasıl yapılacağına dair objektif verilerden oluşan bir reçete maalesef yoktur! Çünkü mimarinin kendisi de, meselesinin güzele dair bir teklif sunmak olması hasebiyle, sübjektif verilere dayanır. Farklılaşabilen, dönüşen, koşulların oluşturduğu bir düzene sahip olan, kişinin ve koşulun ürünüdür. Eğitim mekânının getirdiği imkân dairesi mimarinin düşünme alanını geniş, esnek ve hareketli kılar. Ya da tam aksi de iddia edilebilir, mimarinin düşünme alanını eğitim mekânında cisimleşir.
Mimari stüdyoların yarı açık mekânlar olarak tasarlanması artık alışılagelmiş bir durumdur. Ancak halihazırda Türkiye’de çoğu üniversitenin mimarlık fakülteleri stüdyoları diğer dersliklerden farklılaşmaz ve kapalı mekân olarak tasarlanır. Mimarlık dersleri çok yoğun bir şekilde bu stüdyolarda geçer. Kapalı mekânların kendilerine has sıkıştırıcı ve bağlayıcı bir yapısı vardır. Eşyaların da değişmez esnekliğe kapalı katı düzenleri bu durumu perçinler. Birde bazen bu yapıya temizlik gibi nedenlerle soğuk renkler eklenir ve yaşamdan kopuk dokunulamaz bir kutsallık bürünür. Söz konusu mimarlık stüdyolarının (ki bu daha genel eğitim yapıları için de söylenebilir) açıkça şunu dile getirdiği birazcık kulak kabartılırsa duyulabilir: burası bir öğrenim mekânıdır, burada bilgiyi ve hakikati öğrenirsiniz. Bunda nasıl bir sorun olduğu düşünülürse; üniversiteler bilginin tartışılabildiği, yeniden üretildiği, en görkemli bilginin dahi masaya yatırılabildiği mekânlar olma iddiası bu durumu sorun kılar. Fakat ne yazık ki mekânların dili bunun böyle olmadığını açıkça ifade eder. Bu noktada mimarlık sanatının sıkıştığı ve ortaya bir şey koymaktan çok uzak olduğu görülebilir.
Bilginin, tartışmanın, çelişkilerin, sorgulamaların, gerçeğin, mecazın, imgenin… sürekli olarak kendisini gösterdiği mekânlara sahip olmalı belki de üniversiteler. Aksi halde “hakikat” ışığını elinde tutanların bu ışığı doğrudan gözleri kör edercesine bir aydınlıkla size dayattığı alanlara dönüşür. Öyle güçlü bir aydınlık ki sizin daha rahat edebilmenizi sağlayacak ve ikna olmanız için odalar bile kurar! Bu bakış şüphesiz evi “makine” olarak gören bilgiden çok azade değildir. Bu bakış, doğru denklemlerle doğru sonuçların üretilebileceği, çelişkilerin değil yanlış veya doğrunun hâkim olduğu bir anlayışın devamı olarak okunmalıdır. Yani makinenin. Eğitim-öğretim meselesi biraz da böyle değil mi? Yanlış yaptığı anda parçasının değiştirilebileceği, parça uymazsa makinenin bozuk ve atılması gerektiğini düşünen bir sistem. Parçanın yanlış olabileceğini aklına bile getirmeyen ya da getirmek istemeyen bir sistem. Bu noktada araçsallığın öne çıktığı aşikâr. Kime ya da neye nasıl ihtiyaç duyuluyorsa o yönde bir eğitim-öğretim alacak bir makine. mekânlar kapalıdır. Yaratmak istenilen ihtiyacın dışında, ders mekânının dışından gelebilecek her türlü müdahaleye de kapalıdır. Artık dışarı çıkmak ve açılmak da bir krize neden olacaktır.
Yukarıdaki tespitler ve eleştiriler çeşitli sorgulamalarla da birleşerek, Mardin’de Abdulhamid dönemi Hükümet Konağını, yaklaşık 9 yıl önce bu düşüncelerle, Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne dönüştürerek var etti. Dersliklerin tasarımında tercih edilen, boydan boya ortadan geçen ana koridora açılan, yarı-açık mekânlar stüdyoların ferahlık ve özgürlük hissi doğurmasına neden olarak farklı bir deneyim yaşattı. Ana koridorun bir kapıyla Mezopotamya ovasını gören bir terasa açılması, sonsuz mekâna açılan, o sonsuz mekâna ulaşma imkânı taşıyan stüdyoları ortaya çıkardı. Bu deneyimde öğretici olan şeylerden biri de ana mimarlık derslerinden ziyade sözel derslerin işlenme alışkanlıklarının değişmesiydi. Kapalı mekânlarda bağırarak ders anlatmaya alışan hocaların yarı-açık mekânlarda ders anlatmaya çalışmaları onlar içinde “eğitici” oldu.
Bağırarak anlatmanın diğer stüdyoları rahatsız ettiği bir ortamda, hocanın sesini daha “insani” boyutlara indirerek ders anlatması, alışkanlıkların farklılaşmasının yanı sıra talebe-hoca ilişkisi yeniden düzenleme gücüne erişildi. Yüksek sesle tahakküm kurmaya çalışan hocadan, daha insani seslerde ders anlatan bir hoca profiline geçiş elde edildi. Bu da tahakkümün ortadan kalktığı ses düzeylerinde tartışmanın da mümkün olduğunu gösteren mekânlar var kılındı. Tahakkümün gücünün ortadan kalkması tahammülün de açılımını sağlamış oldu. Buna düşüncenin mekâna yansıması ya da mekânın düşünceyi dönüştürmesi de denilebilir. Aslına bakılırsa burada her ne kadar işteş bir ilişki olsa da en nihayetinde derslik planı üzerinden anlatılan hikâyenin pekâlâ tersi de mümkün olabilir. Yani insanların değişmesiyle söz konusu mekânlar bir tür hapishaneye dönebilir. Yarı açık ya da açık mekânların gözlemlenebilir özelliği kontrol mekânizmasına çevrilebilir ve bu mekânizma neredeyse bir tür panoptikona dönüşebilir.
Yarı-açık bir mekân, kapalı ve dolu olanın aksine boşluğun imkânı ile mekânı sonsuz mekâna çevirme fırsatı anlamına da gelmektedir. Mimarlık Fakültesinde mekâna ve eğitime dair bir tıkanmanın önü bu şekilde açılmak istendi. Kapalı mekânların sözü ve ufku kendi sınırları dahilinde tutmak gibi bir yönelimleri vardır.
Kapalı mekânın doluluğu insanın mekân üzerindeki güzelleştirme hakkını da boşluğa/yarı-açık mekânlara nispeten, kendi sınırları dahilinde tutmaya çalışır. Bu durumun eğitimde kendisini, söz üzerinde hakimiyet kuran ve sınırları/hadleri belirleyen bir hoca olarak gösterir. İmkân, kusursuz olanın değil, aksine kusurlu olanın bir başka ifadeyle boşlukların arasındaki şeydir. Kusursuzluk, tamlık, kemal içerisinde imkân barındırmaz. Bundan dolayıdır ki eskiler “her kemalin peşi sıra bir zeval vardır” derler. Kemal olan kapalıdır, geçirgen değildir, süzgeci alabildiğine kuvvetli ve her veriyi kendi sisteminden geçirerek ya dahil eder ya da dışarı atar. İmkân, bu tamlık içerisinde oluşacak boşluklardan filizlenir. Bu filizlenme, insanın esas vazifesi olan güzelleştirme hakkının ona sunulmasıdır. Tıkanıklığın müsebbibi ise söz konusu bu doluluk ya da kapalılıktı. Özelde mimarlık eğitiminde aşılması istenen şeyler temelde bu iz ve düşüncelerdi.
Kapalı ve yarı-açık eğitim mekânlarında insanın eşyayla ya da insanla olan ilişkisinde nisbi değişiklikler görülür. İlişki yine de temelde tehassüsî yani hissedilebilir bir düzlemi işaret eder. Tabi ki burada insan-insan, insan-eşya ilişkilerinde gösteren-gösterilen-gösterge, iktidar, denetim, kontrol vb. gibi ilişki biçimlerinden söz edilebilir. Buralarda derinlemesine tetkikler yapılabilir. Artık konu son zamanlarda biraz değişti gibi. Fakat son zamanlarda bu ilişkilerin çokça değiştiği bir şey yaşıyor dünya. Bu da herkesin çokça gündeminde, gündeliğinde hatta hayatının odağında olan pandemidir.
Pandemi yukarıdaki tartışmalardan bazılarını kökleştirdi, bazılarını ise kökten değiştirdi ya da bir kenara attı. Bunun sürekli devam edip etmeyeceği meçhul, lakin hali hazırdaki durum büyük bir krizi açıkça gösteriyor. Bu pandeminin temelde bazı alışkanlıkları açıklayan insan-eşya ilişkisini değiştirdiği ortada. Eşyanın, şimdiye kadar onun için ortaya konan anlamlarının yanı sıra pandemiyle birlikte çokça güvenlik anlamı taşımaya başladığı görülüyor. Pandemi mesafeleri, hijyeni, giyim-kuşamı, yeme-içme alışkanlıklarını, günlük kullanılan eşyaları ve daha nicesi ile insanın kurduğu ilişkiyi başka bir doğrultuya kaydırdı. Bu doğrultunun mekânsal sonuçları hakkında öngörüde bulunmak şu anda çok zor. Fakat böyle devam ettiği düşünüldüğü takdirde büyük mekânsal dönüşümlerin olacağı da açıkça görünebilir. Bu dönüşümlerden en büyük payı eğitimin alacağı aşikâr.
Geleceğe dair öngörüler arasındaki en meşhur söylem, sanal mekânlar, sanal eğitimler vs. gibi yapay zeka ve sanal alemin olduğu söylemlerdir. Bu sanallığın insanın hangi alışkanlığının yerine geçtiği sorusunu sormak gerekir. Pandemide öteki, eşya, kişinin kendisi arasında üçlü bir teyakkuz hali oluştu. Bu teyakkuzun dokunma gibi insanın en köklü hissine bir saldırı olduğu düşünülebilir. Tat almadan, görmeden, duymadan, koklamadan yaşanabilir. Fakat dokunmadan nasıl yaşanabileceğini deneyimlemeyen insanoğlu, varoluşunun başından beri gelen bu alışkanlığını değiştirebilir mi ki? Dokunmadan anlaşacak, dokunmadan öğrenecek, dokunmadan bilgiye ulaşacak hasılı dokunmadan madde ve insanla ilişki kurmaya çalışacak!
Yukarıda kapalı, açık, yarı-açık mekânlarla, mekânın ve eğitimin tıkanıklığına cevap aranmak istendi. Fakat pandemi sürecinde eğitim yersiz-mekânlara taşınmak zorunda kaldı. Yeri olmayan mekân, kapalı, açık, yarı-açık olarak tartışılmaktan uzak bir mekândır. Şurada diye işaret edilemeyen bir mekândır yersiz-mekânlar. Her yerde fakat hiçbir yerdedir. Bu yönüyle boşluktan da radikal bir şekilde ayrılır. Boşluğun işaret edilebilecek bir yere sahip olduğu açıktır. Fakat yersiz-mekânlar bundan da azadedir. Orada sadece zaman vardır. Her yerde olmak ile hiçbir yerde olmamak arasında durur. Bu-ara-da yani yersiz-mekânda eğitimin nasıl olabileceği büyük bir sorundur. Sözün tutunabileceği, büyüyebileceği, herhangi bir sabitenin olmadığı yerde eğitim ne kadar mümkün olabilir? Eğitim güneşin dahi işaret edilemediği bir durumda nasıl gerçekleşir? İnsanın içine giremediği bir mekânda sözün aktarılması nasıl gerçekleşir.
Fiziksel olanın düşünsel ve metafiziksel olan üzerindeki etkisi düşünülürse bu değişim köklü olabilir mi? İnsanoğlunun, dünyayı evrenin merkezinden çıkarıp yerine güneşi merkeze yerleştirmesinin birkaç yüzyıl aldığı düşünülürse, değişim ve dönüşümün bu kadar kolay gelişebileceği öngörülebilir mi?
İşte sorular ve sorunlarıyla yine kusurlu ve imkânlarla dolu bir dünya. Ne demişti bir zât-ı muhterem; bekleyin biraz daha rahmet yağsın, çünkü her rahmetin ardından bir sel gelir ve kimse önünü alamaz.