Para ve roman

MUSTAFA ÖZEL
Abone Ol

Defoe ve Sterne’den sonra para İngiliz romanında; Stendhal ve Balzac’tan sonra da Fransız romanında ana kahramanlardan biri haline geldi. Zola, başlığı bizzat Para olan bir roman bile yazdı. Tazı Payı’ndan hatırladığımız Aristide Saccard, Paris’e hükmeden Yahudi bankerlere karşı Katolik bir banka kurar. Önce el altından birkaç gazete kapatır ve kamuoyunu hazırlar: “Papalık Roma'da çok zor günler geçiriyor, Katolik dünyanın buna bir çare bulması lazım, falan filan.”

Bir varmış bir yokmuş. Kane ya ma kane. Hebu, tune bu. Ruzi ruzgari. Once upon a time. Es war einmal. Türkçeden Arapçaya, Kürtçeden Farsçaya, İngilizceden Almancaya kadar, az çok anlar gibi olduğum bütün dillerde, roman öncesi anlatıların zamanı yok. Kahramanlarımız mitik bir zamanda yaşıyor. “Buna yaşamamak desenize” diyenler, aldanır. Mit (efsane) zamanı, başlangıçların zamanı gibi gözükse de, aynı nispette de ahîr zamandır. Modernlik öncesi zaman anlayışı çizgisel değil, çevrimseldi. Dolayısıyla, zamanın başı ve sonu birdi. Hem var hem yok’tu. Hâlâ o dünyaya ait bir şairin tasvir ettiği gibiydi:

  • Akrep ve yelkovan
  • Varlığın nabzında
  • Akrep ve yelkovan
  • Yokluğun ağzında.
  • (Necip Fazıl)

İnsanın diğer bir büyük kurgusu paradır. Para da roman öncesi anlatı biçimlerinde hemen hemen yoktur. Vatanı, inancı, aşkı veya şerefi uğruna ölüme koşaradım giden kahramanların yanı sıra, para uğruna mücadele eden bir masal, destan, trajedi veya hikâye kahramanı tasavvur edebilir misiniz? Bir Midas vardı belki, dokunduğu her şeyi altına çeviren. Fakat onun da halk arasındaki lakabı eşşek kulaklı idi!

İnsanın diğer bir büyük kurgusu paradır. Para da roman öncesi anlatı biçimlerinde hemen hemen yoktur.

Kapitalizm, sadece toplumsal ilişkilerde değil, aynı zamanda insan bilincinde de muazzam bir devrimdir. Açgözlülük ve kıskançlığı hem kurumsallaştırdı, hem akıl ve vicdanlarda meşrulaştırdı. Bunu ilk fark edenlerden biri şüphesiz Şekspir’dir:

Bütün yoksulluğunuz açgözlülüğünüzden.

Ne diye yoksul kalasınız? Baksanıza, toprak kök dolu

Tabiat ana, o cömert ev kadını

Her çalının üstüne bir tabak yemek koymuş sizin için

Şekspir’in kahramanı soylu ve zengin Atina’lı Timon, cömertliğinin kurbanıdır. Elinde ne var ne yok dostlarına (dost bildiklerine!) cömertçe dağıtır. Hesap kitap yapmadığı için de servetini tez zamanda tüketir ve alacaklılar üstüne üşüşüverirler. Bu düşkün halinde bile kendisinden altın sızdırmaya çalışan eşkıyalara yukarıdaki sözleri söyler. Aldığı cevap şudur:

  • Otla, yaban yemişiyle, suyla yaşayamayız ya
  • Hayvanlar, kuşlar, balıklar gibi.

Timon sertleşir:

  • Hayvanlar, kuşlar, balıklar da doyurmaz sizi
  • İlle de insan yiyeceksiniz.

On yedinci yüzyılın iktisat/siyaset düşüncesine paracılar damga vurdu (bunlara sonradan Merkantilistler diyecektik.) Zenginlik para (altın/gümüş) demekti ve her ülke ancak başka bir ülkenin zararına zenginleşebilirdi. Ticarette fertler ve şirketler için de geçerliydi bu; birinin kazancı, diğerinin kaybı demekti. Fakat edebî eserlerde para ve para ticareti menfî, hatta lanetli yerlerini korumaya devam ediyordu.

Paranın ve parasal ilişkilerin normalliği ancak on sekizinci yüzyılda Robinson Crusoe, Tristram Shandy gibi eserlerle edebiyata yansımaya başladı. Sadece Crusoe değil, Daniel Defoe’nun bütün kahramanları (Moll Flanders, Roxana, Colonel Jack, Captain Singleton...) hayatları boyunca para peşindeydiler. Laurence Sterne, matrak gerçekçiliğin Don Kişot’tan sonraki büyük örneği Tristram Shandy’de (1759) şöyle bir ithaf yazıyordu:

Paranın ve parasal ilişkilerin normalliği ancak on sekizinci yüzyılda Robinson Crusoe, Tristram Shandy gibi eserlerle edebiyata yansımaya başladı.

Lordum,

Her ne kadar, o üç büyük kural açısından, özü, biçimi ve yeri açısından, yakışık almamaktaysa da, bunun bir ithaf olduğunda ısrar ediyorum. Ve bu nedenle bunu bir ithaf olarak kabul etmenizi istirham ediyorum. Onu siz Lord Hazretlerinin (…) ayaklarının altına saygılı bir alçakgönüllülükle sermeme izin veriniz.

Lordum,

Lord Hazretleri’nin en itaatkâr,

ve en sadık,

ve en alçakgönüllü kulu

olmaktan şeref duyan,

bendeniz

Tristram Shandy.

Ee, ne var bunda diyeceksiniz? Bu tür ithaflar en eski çağlardan beri yapılagelmiştir. Acele etmeyin, bu çok farklı. Bakir bir ithaftır bu, henüz hiç kimse üzerinde denenmemiştir! Kitabın ilk baskısına sadece reklam/tanıtım amacıyla konulmuştur. Sinan Çetin’in kulakları çınlasın:

  • “Tüm insanlığa resmen beyan ederim ki, yukarıdaki ithaf hiçbir prens, piskopos, papa ya da hükümdara -bu ülkenin ya da Hıristiyanlık dünyasının içinde yer alan herhangi bir başka ülkenin dük, marki, kont, vikont ya da baronuna- hitaben yazılmış değildir; hiçbir şahıs ya da şahsiyete, küçük ya da büyük, özel olarak ya da başkalarının önünde, dolaylı ya da dolaysız sunulmamış, davul zurna ile de ilan edilmemiştir; bu gerçekten de yeryüzünde yaşayan tek bir kul üzerinde denenmemiş bir Bakir İthaf’tır.”

Sakinleştiyseniz, devam edelim. Yazarın maksadı, ithafı satmaktır. Bu da yeni bir şey değil, diyebilirsiniz. Başta şairler olmak üzere, her tür ‘yazar/çizer’ ve hatta bilgin, asırlar boyu hükümdarların himayesini aramamış mıdır? Padişahtan caize koparmak için kuyruk sallayan nice divan şairi yok mudur?

Vardır, zahir. Olmayan, bunun bizzat bir edebî forma sokulmasıdır galiba. Olsa olsa, bazı bey veya sultanların cimriliğinden şikâyet veya cömertliklerine övgü söz konusuydu. Bekâreti bozulmamış ithafla potansiyel lordları kızıştırmak, edebiyat tarihinde yeni bir sayfa olsa gerek:

Defoe ve Sterne’den sonra para İngiliz romanında; Stendhal ve Balzac’tan sonra da Fransız romanında ana kahramanlardan biri haline geldi.

“Majestelerinin bu diyarlarında, üzerlerine sımsıkı oturacak kibar bir ithaf ihtiyacı içinde olan ve yukarıdaki ithafın kendilerine yakışabileceği (biraz olsun pot yaparsa, geri alırım), bir dük, marki, kont, vikont ya da baron varsa -elli altın karşılığında- emirlerine amadedir. Ki herhangi bir parlak akıllı adamın bütçesinin kaldırabileceğinden yirmi altın daha ucuza gitmekte olduğundan eminim.”

Defoe ve Sterne’den sonra para İngiliz romanında; Stendhal ve Balzac’tan sonra da Fransız romanında ana kahramanlardan biri haline geldi. Zola, başlığı bizzat Para olan bir roman bile yazdı. Tazı Payı’ndan hatırladığımız Aristide Saccard, Paris’e hükmeden Yahudi bankerlere karşı Katolik bir banka kurar. Önce el altından birkaç gazete kapatır ve kamuoyunu hazırlar: “Papalık Roma'da çok zor günler geçiriyor, Katolik dünyanın buna bir çare bulması lazım, falan filan.”

Derken gazeteler Saccard'ın adamının İstanbul’da Osmanlı sultanı ile görüştüğünü yazarlar. Mali açıdan sıkışık olan Sultan, iyi para verilirse Filistin’i satabileceğini söyler! Tam bu ortamda banka kurulur ve hisselerini dindar Katolik halk kapışır. Hisse fiyatları borsada tez zamanda katlanmaya başlar... Final: Fransız hükümeti malî krize girer, en büyük Yahudi bankerden kredi isterler. O da Bakan beye, “kardeşinin dinci bankasını batır, krediyi al” demeye getirir. Ve banka batırılır...

Bizim ilk devre romanlarımızda para önemli bir yer tutuyor mu? Türk romanına bir nevi hazırlık sayılan Hançerli Hanım Hikaye-i Garibesi (1851-2), daha ilk sayfasında bir para babasının öyküsü izlenimini veriyor:

“Cennet-mekân Sultan Murad Han-ı râbi’ (4. Murat) hazretlerinin eyyam-ı saltanatlarında Bedestanî Halil Efendi namında asil ve gayet zengin bir zat vardı… Emlak ve akarı hudud-efzûn ve nükûd-ı mevcudesi mahsûd-ı künûz-ı Karun olan mümaileyhin hânesi, gece ve gündüz muhtacînin müracaatgâhıydı.”

Fukaraperverliği, zühd ve takvası ile temayüz eden bu İstanbul’lu Timon hakkında devrin bir şairinin döktürdüğü mısralar, anti-kapitalist sermayedarlığın sosyal psikolojisini anlamak bakımından çok öğreticidir:

  • Hânesi melce-i havâs u avâm
  • Kapısı medhal-i husûl-i merâm
  • Kendine eylemiştir ol Mennân
  • Şükr-i nimet hasâilin ihsân
  • Bir bezirgân deyip de geçme sakın
  • Terk-i kesb eylemiş bulup temkîn
  • Hânesinde ibadete meşgûl
  • Fukaraya inâyeti mebzûl.

Evet, Bedestanî Halil Efendi, “pek ziyade zengin olmasından dolayı ticaretten ferâgat ederek” vaktini ibadetle geçiriyor. Temkîn bularak, kazanç yolundan ayrılıyor. “Daha yok mu?” diyen kapitalist anlayışın ne kadar uzağındayız. Evet, ilk roman denememiz, kapitalist olmayan bir para babasının portresiyle başlıyor. Parasını çoğaltmaya uğraşmak yerine, hayır işlerine harcıyor.

Aynı yıl basılan ve bazılarınca ilk Türk romanı sayılan Vartan Paşa’nın Akabi Hikyayesi’nde para çok fazla yer tutmamakla beraber, Osmanlılarda para kazanma sanatının henüz yaygınlaşmadığını ima eden konuşmalar içeriyor:

“Kocam işini büsbütün terk edip bir para kazanmaz oldukda tütün şarab parasına varıncaya kadar ben verir idim. Bir gün de niçin işe gitmeyorsun deyu sordum ise ‘Hanıya kazanc, elinde bir kaç yüz ğRş sermaye olmadıkda para kazanılmıyor’ deyu cevab verdi ise, bir sevayi entarim var ıdı satdım dört yüz ğuruş tutdu verdim. Lakin bir iki aydan songra sordum ise parayı batırdım dedi idi.”

On yedinci yüzyılın iktisat/siyaset düşüncesine paracılar damga vurdu (bunlara sonradan Merkantilistler diyecektik.)

Osmanlı romanına paranın hakkıyla girmesi için daha kırk yıl beklemek gerekiyordu. A. Midhat Efendi, 1890’da kaleme aldığı Müşahedat romanında önce İstanbul’un sebze halindeki esnafın tek tek nasıl kuruşlandığını tasvir eder; sonra bize büyük bir girişimci portresi çizer. Seyit Mehmet Numan, para şöyle dursun, kredi kavramını ete bile kemiğe büründürmüş ender Osmanlılardan biridir.

  • “Her türlü ticaret ile iştigal eder bir nevi acenta. Mısır’dan Marsilya’ya, Triyeste’ye, hatta Londra’ya pamuk satar. İstanbul’a pirinç celp eder. Bunun bir miktarını Rusya taraflarına gönderir. (…) Her nevi emtiayı toptan alıp toptan satar, mağazalandırmaz. Seyit Mehmet Numan’ın poliçeleri her piyasada gayet muteberdir. Hatta pek zengin bir adam olduğu için değil; ‘zengin’ ünvanına ol kadar müstehak bile değildir. Mesela Midilli bahçelerinin kendisine ettikleri kredi ile İzmir’deki kuru üzümcü veyahut meşe palamutçusunun hesabını görür veyahut Fiyome’den İskenderiye’ye irsal ettirdiği kâğıt ve mukavvanın bedelini Akka, Ladikya, Antakya taraflarından toplayıp Triyeste’ye sevk ettirdiği yapağı geliriyle ödettirir. Bir mübadeledir gidiyor, bir dolaptır dönüyor ki değme bir metanet-i efkâr sahibi gençlerin bile apışacakları derkâr iken Seyit Mehmet Numan o ihtiyar kafası ile bu işlerin kâffesini hüsn-i idareye muktedir oluyor.”

Hâce-i evvel’in bu yoldaki ilk şakirdi, ilk hakiki romancımız olan Halid Ziya’dır. Midhat Efendi’den iki yıl sonra, Ferdi ve Şürekası’nı yazmaya başlar, roman kitap halinde 1895’te neşredilir. Aşkın bile para gücüyle satın alınabileceğini düşünen Ferdi Efendi, modern bir işletmenin patronudur. Modern işletme olduğunu nereden biliyoruz? Bir muhasebe sistemine sahip olmasından. Halid Ziya iş âlemine o kadar vakıftır ki, romanını “32 kuruşluk aşağılık bir farkın bulunması” ile başlatır. Şirket elemanları seferber olmuş, deftere yanlış girilen önemsiz bir rakamın yol açtığı çok önemli bir sonucu bertaraf etmeye çalışıyorlar.

Halk kütüphaneleri, halkın kütüphaneleri
Nihayet

İsmail Tayfur aslında Saniha’yı sevmekle beraber, para aşkı ağır basar ve Ferdi Efendi’nin kızı Hacer’le evlenmeyi kabul eder. Kapitalist patron bir anlamda kızına bir koca satın almaktadır. Roman boyunca, yaptığı her şeyi bir tek kızının mutluluğu için yapmakta olduğunu söyleyerek, bu satırların yazarını bile ikna eder. Fakat aşkın gözü kör olmalı ki, evlilik mutlu bir şekilde devam etmez; Hacer aklını kaçırır; evde yangın çıkar, vesaire... Bu hengâme içinde ortaya çıkan Ferdi Efendi’nin, alevler karşısında sorduğu ilk soru şudur: Kasa nerede?

Bir varmış bir yokmuş. Romantik Midhat Efendi ve realist Halid Ziya nam iki “çarşı çocuğu” muharrir var imiş. Para bir mesele olarak bu ikisiyle Türk edebiyatına girmiş ve hikâyemiz, roman olmuş…