Ol’an- İskenderiye/ Kudüs/ Kahire/ Seul
İskenderiye (Mısır)
Ol’an’da gizlenmiş ol(ağ)an’lığı fark edebilenin hakkıdır, hikâyeler söylemek.
“Kıyısız bir umman” olan hayallerin, bulut yorganlı kundağına uzanıp, dalgaların ezgilerinden yeni suretler üretmek...Öyle bir tecelli zenginidir ki hayat! Şehirler şehirliklerinden, seyredenler seyredişlerinden, yürüyenlerden yürüyüşlerinden, düşünenler düşünüşlerinden, büyük bir ağrı olarak omuzlarına yok’sunluğu yüklenenler yüklenişlerinden devşirirler hikâyeleri...
Yine de tekrarlanmaz tecelliler ve hikâyeler! Ol’an’da ol’an’ca ol(ağ)anlığıyla aydınlatıp geçerler akıllarımızı, hayallerimizi, kelimelerimizi ve cümlelerimizi... Bir şimşeğin çakım hızında var olan ve yok olan suretlerin, sureta kaydına zarf olup eylenen, eğlenen, iz bırakan, kalp yakan, gözyaşı olup süzülen, gönül serinleten, yürek açan hikâyelerden başka ne vardır dünya ehlinin elinde?
Kudüs (Filistin)
Her hikâye evdendir, evedir, evler üzerinedir. Tadı damağımızda, rengi ahengimizde baki olan cennet-ev’le başlayıp, yine onunla biter hikâyeler. Bundan olmalı ki Mircea Eliade, en adi özlemlerimizin bile cennet-ev arketipinden kaynaklandığını söyler.
Öyle ya, yaratılışımız ev’dedir, sürgünlüğümüz ev’den başlar, ikametimiz ev’de gerçekleşir, öteye geçişimiz ev’dendir ve dolayısıyla narin ve nazenin bedenli insanın, adına hayat dediğimiz suretler âlemindeki seyr ü sülukunun içinde şekillendiği bir kabuktan ibarettir evler!
İlk kabuğumuzun cennet-ev, ikinci kabuğumuzun dünya-ev olması, zorunlu bir teslisi iktiza ettiğinden tapınak-ev de kadim zamandan itibaren hayatımıza girer. Kabetullah kime, Beytü’l-Makdis kimlere evdir sorusunun cevabına karşılık oluşturur bu yüzden sahih hikâyeler.
Kahire (Mısır)
Ben Habil, Kabil, İklime... adlarıyla onun ellerine doğdurulduğumda, sütünün o erişilemez tadı dudaklarımdan uzaklaştığı anda başlayan ağıdıma onlardan maada neyle karşılık verebilirdi ki Havva Ana...
Ondan bana kalan yegâne mirastır bu yüzden, cennet-evin güzelliklerine ve babamın maharetlerine, marifetlerine dair ilk hikâyeler...
Ve ondan mirastır, kendi dudaklarından benim kulaklarıma ses ile sözden müteşekkil bir rikkat ve merhamet eczası olarak sürülen hikâyeler. Bakın, yüzüme bakın! Oradaki her kıvrım, her kırışıklık Havva’nın bana o mirasını imler.
Seul (Güney Kore)
Eski devirlerde eteklerinden, gömleklerinden yırttıkları bir çaputu, işlemekte olan hikâyelerine yeni bir istikamet tayininin arzı olarak Tanrı’ya iletirlerdi kadınlar, erkekler.
Bilgimiz Tanrı’nın bilgisinden bize zerre miktar bir emanettir; yırtılan yırtıldığına aittir; parça, bütününden haber verir; “Ve câû alâ kamîsıhî bi demin kezibin, kâle bel sevvelet lekum enfusukum emren, fe sabrun cemîlun, vallâhul musteânu alâ mâ tasıfûn.” Kelam-ı Kadim’inin hatırasına dokunmanın, onun manasının içinde durmanın, ondan yayılan edeple edeplenmenin bir gereğidir.
Bundandır ki, her çaput Yusuf’un hikâyesinden ve Yakub’un ilticasından bir izdir.Anadolu’da çaput, Helksinki’de mum, Seul’de kâğıt... Hikâyesi olan ellerin, Yusufça arzuları ve Yusuf soylu yönelişleridir.