NâzımHikmet’in unutulmuş anket ve mülakatları-3
Uzun yıllarını hapishanede geçiren Nâzım Hikmet, o dönemde dokumacılık hususunda hayli maharet kazanmıştır. Kemal Tahir’e yazdığı mektupların satır aralarında bu hususta hayli malumat vardır. Nâzım’ın hürriyetine kavuştuktan sonra hapishanede aşinalık kazandığı dokumacılığa devam etmeyi düşünmesi ve tavuk yetiştirmeyi tasarlaması hayli ilginçtir. Bu mülakatın neşrinden kısa bir süre sonra Nâzım özgürlüğüne kavuşmuş, İstanbul’a gitmiş, bir yıl sonra da çeşitli baskılar neticesinde yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır.
[Geçen sayıdan devam…]
Nâzım Hikmet’in daha önce derlenmemiş ve kitaplaşmamış bir diğer mülakatı 1936 yılında Son Posta gazetesinde neşredilmiştir. Bu söyleşi, şairin aynı zamanda yakın dostu, mahpushane arkadaşı ve kalem kardeşi olan Kemal Tahir tarafından yapılmıştır. Nâzım Hikmet, bu mülakatında hazırlamakta olduğu SimavneKadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ile ilgili bilgiler vermiş, eserin içeriği ve yazılışı ile ilgili ayrıntıları okurlarla paylaşmıştır. Nâzım Hikmet’in dikkat çekmek istediğimiz bir diğer mülakatı 1937 yılında yapılmıştır ve Haber gazetesinde neşredilmiştir. İmzasız çıkan mülakatta Nâzım Hikmet, devletin sanata müdahalesi, devlet-yayın ve kanon-edebiyat ilişkileri hususlarında önemli tespitler yapmaktadır.
Şairin unutulan bir diğer mülakatı, diğer iki söyleşiden yaklaşık on beş yıl sonra yapılmıştır ve Nâzım Hikmet’le yurt dışına çıkmadan önce yapılan son söyleşilerden biri olması hasebiyle önemlidir. Bu mülakat, Ferdi Öner’in Cumhuriyet gazetesinde “Bursa Cezaevinde Mahkûmlarla Konuşma” adıyla yayımladığı yazısının içinde yer almaktadır. Nâzım Hikmet’in BursaCezaevi’ndeki son günlerine ışık tutan söyleşi, aynı zamanda şairin içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi göstermesi bakımından da dikkate değerdir.
Uzun yıllarını hapishanede geçiren Nâzım Hikmet, o dönemde dokumacılık hususunda hayli maharet kazanmıştır. Kemal Tahir’e yazdığı mektupların satır aralarında bu hususta hayli malumat vardır . Nâzım’ın hürriyetine kavuştuktan sonra hapishanede aşinalık kazandığı dokumacılığa devam etmeyi düşünmesi ve tavuk yetiştirmeyi tasarlaması hayli ilginçtir. Bu mülakatın neşrinden kısa bir süre sonra Nâzım özgürlüğüne kavuşmuş, İstanbul’a gitmiş, bir yıl sonra da çeşitli baskılar neticesinde yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır.
EDEBİYAT RÖPORTAJI: ŞAİR VE YAZARLARIMIZ BU SENE BİZE NE OKUTACAKLAR?
Önümüzdeki neşriyat mevsimi için muharrir ve şairlerimizin ne gibi eserler hazırladıklarını sorduk. Aldığımız cevapları sırasıyla neşrediyoruz.
Nâzım Hikmet:
— Neler hazırlıyorsun üstat? dedim.
— Evvela Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin adında bir epope.
— Mevzuu?
— Malum ya Osmanlı tarihinde bir köylü ve esnaf isyanı var. Şeyh Bedreddin isyanı. İşte onu yazıyorum. O devrin derebeylik nizamı içinde basit bir sosyalizm hareketi olan bu isyan beni eskiden beri sarıyordu. İlk fırsatta yazmayı çok istiyordum. Bu fırsat geldi.
— Bitirdiniz mi?
— Bitirdim.
— Şeyh Bedreddin’i bir sembol olarak mı alıyorsunuz?
— Şeyh Bedreddin’i neden bir sembol olarak alayım? Şeyh Bedreddin geri devir içinde ileriyi görmüş bir adamdır. Fakat tabiî istikbali derli toplu ihata etmesine yaşadığı zamanın bilgileri mâniydi. Ben kitabımda, o devrin havasını yaratmaya çalıştım. Osmanlı edebiyatından, Divan edebiyatından, bilhassa halk edebiyatı motiflerinden istifade ettim. Kitabımı daha ziyade tarihlere sadık kalarak yazdım. Gazel ahengini, halk türkülerini ve âşık koşmalarını, Enderun şiirini bütün bunların kendine has seslerini serbest nazımda denedim. Kitabım, bu bakımdan beni çok uğraştırdı.
— Daha başka?
— Son Posta’da neşredilen Kan Konuşmaz romanını kitap halinde bastırmayı düşünüyorum.
— Daha, daha…
— Bir de müstakbel cemiyeti yani şu “İyi günler göreceğiz çocuklar” dediğimiz yarınki cemiyeti, onun bitmez tükenmez sevinç ve saadetini anlatmak istiyorum. Yani muhakkak doğacağına inandığım mesut hayatın hikâyesi.
— Daha başka.
— E, işi uzattın artık, bu arada Marksizm’in klasik eserlerini tercüme etmek istiyorum.
Bir de faşizme dair romanım vardı. Onu gözden geçireceğim.
Artık kes, yeter, yapacağız demek o kadar tatlı ki sabaha kadar bu mevzuda konuşabiliriz.
Konuşan: Kemal Tahir, Son Posta, 19 Birinciteşrin (Ekim) 1936, s. 6.
FİKİR VE GÜZEL SANAT DEVLET YARDIMINA MUHTAÇ MI?
NÂZIM HİKMET’E GÖRE DEVLET YARDIMI: SANATKÂR İÇİN KOOPERATİF KURULMALIDIR.
Nâzım Hikmet, sorduklarıma şöyle cevap verdi:
— Devlet sanatı ne şekilde himaye eder?... Bana göre sanatkâra kolaylıklar göstermesi lazımdır. İhtiyarlamış bir sanat mensubunu rahat yaşatmak için onlara bir yer hazırlar. Sonra bilâ-kayd u şart bütün sanatkârların oturmasına mahsus evler yaptırır. Onlar bir arada bulunurlar. Hastahaneler sanat adamları için her türlü kolaylığı gösterir, nakil vasıtaları keza… Onlara mahsus olmak üzere bir kooperatif tesis, bu suretle her şeyi ucuza almaları temin olunabilir. Yahut kendi aralarında onları düşünen bir cemiyet teşkil edilebilir. Bundan başka devlet eser de satın alabilir ama bu, ne de olsa mahduttur . Esaslı bir yardım sayılamaz. Lazım olan sürekli bir yardımdır. Böyle bir yardım için de ben söylediğim şeyleri düşünüyorum.
— Kitap bastırma meselesi…
— Olmaz öyle şey. Devlet kitap bastırmaz. Bir kere hangi jüri, ne gibi bir hak ve salahiyetle milletten toplanılan vergilerden ayıracağı para ile bastırılacak eseri seçer?
— Devletin yardımı sanatkârın iyi eserler verebilmesi hususunda müessir olur mu dersiniz?
— Sanat adamı, devletin yardımıyla da, onun yardımı olmaksızın da eserini verecektir. İyi eser ne şart altında olursa olsun verilir.
Sanatkâr böyle bir kabiliyette ise er geç eserini verecektir. Ancak, devletin yardımı, yani söylediğim tarzdaki yardımı ona çalışmak imkânlarını, çalışmak refahını verir. Muharrir, kahvede gürültülü herhangi bir yerde değil de muayyen bir yerde, muayyen şartlar altında rahat rahat fıkrasını yazar: “Karım hasta olursa ne yaparım?” diye düşünmez. Çünkü hastahaneden emindir. Binaenaleyh bu şekilde bir yardım elbette lüzumludur.
— Devletin istediğimiz biçimdeki yardımı, sanatın değerlendirmesi ve iyi verimi üzerinde doğrudan doğruya amil olabilir mi?
— Doğrudan doğruya olmazsa da yine bilvasıta müessir olur tabiî. Düşünün bir kere, devlet iş kanunu ile kol amelesine bir hak temin etmiştir: Muayyen saati mesai gibi. Bu kanun vasıtasıyla onlar nasıl haklarını temin ediyorlarsa, fikir amelesi demek olan sanat adamına da icap eden hakları vermelidir. Bir muharrir veya bir şair eserini neşreder, bir gazeteye bağlanır. Binaenaleyh muayyen bir ücret alır. Az çok hayatını temin etmiş demektir. Ya bir ressam? Ya bir heykeltıraş? Onun az veya çok dayanacağı hiçbir şey yoktur. İşte söylemek istediğim budur. O da bir işçi olduğuna göre ona da rahat çalışmasını temin edecek bazı muayyen imkânlar verilmeli, hatta eserler için muayyen asgari fiyat hadleri konulmalıdır.
Haber, 31 Birincikanun (Aralık) 1937, s. 9.
BURSA CEZAEVİ’NDE MAHKÛMLARLA KONUŞMA:
NÂZIM HİKMET, “HÜRRİYETE KAVUŞUNCA TAVUKÇULUK YAPACAĞIM,” DİYOR.
Af kanunu tasarısının Büyük Millet Meclisi’nde son müzakerelerinin yapılacağı geçen cuma Bursa’da idim. Bu münasebetle içinde 600’den fazla mevkuf ve mahkûm bulunan Bursa Cezaevi’ni gezip görmek, uzun yıllardır hürriyete kavuşmak heyecanıyla yanıp tutuşan bir kısım vatandaşların böyle bir gündeki haleti ruhiyelerini yakinen müşahede ve tespit etmek arzusuna kapıldım.
Müsaade almak maksadıyla müracaat ettiğim Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal, beni büyük bir nezaketle karşıladı, arzumu kendisine açtığım zaman da:
— Hay hay, dedi. İstediğiniz anda cezaevini ziyaret edebilirsiniz.
Savcıdan bu müsaadeyi aldıktan sonra bir arabaya atlayarak şehre yarım saat uzaklıkta bulunan cezaevine gittim. Önünde birkaç muhafız bekleyen büyük demir parmaklıklı kapıdan cezaevinin bahçesine girdiğim zaman kendimi bir hapisanede değil, bir düğün evinde, bir bayram yerinde sandım. Bütün mevkuf ve mahkûmlar, genç yaşlı hepsi, sonsuz bir sevinç içinde idiler. Birbirleriyle şakalaşıyor, gülüyor, oynuyor, çeşitli türküler çağırıyorlardı. Bursa Tevkif ve Cezaevi’ni saran bu umumi sevinç havası, öyle görünüyordu ki muhafızlara, gardiyanlara da sirayet etmişti. Onlar da mütebessim ve keyifliydiler.
- Tevkif ve Cezaevi sakinleri tarafından “baba” diye vasıflandırılan Müdür Sadeddin’le tanıştığım zaman, mevkuf ve mahkûmların af mevzuu ortaya atılıp da tasarının Büyük Millet Meclisi’ne intikal ettiği günden beri türlü sevinç tezahürleriyle cezaevini bir bayram yerine çevirdiklerini, bilhassa şu birkaç gün içinde yüreklerine su serpebilecek iyi bir haber alabilmek için büyük küçük gruplar halinde gecenin geç saatlerine kadar hapisanedeki radyonun başından ayrılmadıklarını söylüyordu.
Atelye ve imalathanelerdeki mahkûmlar da hürriyetlerine kavuşacakları ümidiyle bütün siparişlerini vaktinden evvel tamamlamışlar, iş yaptıkları müessese ve kimselerle olan hesaplarını ona göre ayarlamışlar. Mevkuf ve mahkûmların diğer bir kısmı da daha şimdiden kap ve kacaklarını derleyip toplayıp, bütün bu eşyalarını denkler halinde hazırlamışlar.
Hapishaneden hürriyet diyarına göç etmeye hazırlananlar arasında ağır cezalılar ekseriyeti teşkil ediyorlar. İçlerinde kimler yok ki! 30 yıl hapse mahkûm olup 17 senedir cezaevinde bulunduğunu, aftan veya ölümden gayri bir kurtarıcı tasavvur etmediğini söyleyen Feriköylü Yaşar’dan tutunuz da, cezaları 20 yılın üstünde olan diğer hükümlüler ve bu meyanda siyasi mahkûmlar…
Bilindiği gibi şair Nâzım Hikmet de burada. Bir Bursa haberine göre 3 Nisan’dan itibaren açlık grevine başlayacağını avukatı Mehmet Ali Sebük’e bildiren Nâzım Hikmet, çok münzevi bir hayat sürmektedir. Fakat son günlerde o da, cezaevini baştanbaşa saran bu umumi neşe ve sevince kendisini kaptırmıştır. Nitekim cezaevi müdürünün odasında kendisini ziyarete gelenlerle görüşüp konuşurken çok neşeli görünüyordu. Sütten ağzı yandığı için, ayranı üfleyerek içmek ihtiyatından mıdır nedir? Kendisine sormak istediğim bazı sualleri pek cevaplandırmak istemiyor, bunların gazeteye yazılmalarını nedense arzulamıyordu. Fakat benim kendisinden öğrenmek istediklerim geçmişe ait değil, istikbale muzaf şeylerdi. Saçları kırlaşan şaire masum bir meslek tecessüsünden başka hiçbir gaye taşımayan ilk sualim şu oldu:
— Hürriyete kavuşunca ne yapmak fikrindesiniz?
Güldü:
— O zaman bol bol konuşuruz.
Nâzım Hikmet’e hürriyetin eşiğinde olduğunu hatırlatarak sualimi tekrarladım. Dayanamadı, konuştu:
— Size belki tuhaf gelecek, ama bir hakikattir. Tavukçuluk yapacağım. Sonra, belki de dokumacılık yapabilirim. 13 yıldır devam eden hapisane hayatında dokumacılığı öğrenmiş bulunuyorum. Bir el tezgâhı kurabilirim.
— Yeni eserleriniz var mı, çıktıktan sonra bir şeyler yazacak mısınız?
— Hayır!... Tavuklarımı üretmek, yumurtalarını almak veya dokuma tezgâhında çalışmak. Bundan sonraki eserlerim…
— Hapisaneden çıkınca nereye gideceksiniz?
— İstanbul’a tabiî. Fakat sık sık buraya gelmek, hapisaneyi ziyaret etmek isterim. 10 yıldır çatısı altında kaldığım bu binanın bende unutulmaz hatıraları vardır.
Nâzım Hikmet’le konuşmamız burada bitmişti. O akşam bir düğün evi, bir bayram yeri sevinci içinde terk ettiğim Bursa Cezaevi’nden ayrılırken gardiyanlar bana o gün cereyan eden şu enteresan vakayı anlattılar:
Cezaevine kömür getiren ve mahkûmlara satan Mehmed adındaki kömürcü, mevkuf ve mahkûmların bu sevinci karşısında daima [asık] suratlı ve düşünceli bir tavır takınıyormuş. Mahkûmlar kömürcü Mehmed’e bu üzüntülü halin sebebini sormuşlar, o da şu cevabı vermiş:
— Siz hepiniz çıkarsınız, sonra ben kömürleri kime satarım?
Mahkûmlar bu cevap karşısında pek sinirlenmişler:
— “Senin kömürlerine müşteri bulmak için bizim zindan köşelerinde çürümemiz mi lazım, haydi çekil karşımızdan” deyip adamı kapı dışarı etmişler.
Şu dünya ne garip değil mi? Herkes kendi derdinde…
Ferdi Öner, “Bursa Cezaevi’nde Mahkûmlarla Konuşma”, Cumhuriyet, 30 Mart 1950, s. 1, 4.