Muhasara altındamuhasebe
Ekim ayında New York’ta akademisyenlere, İstanbul’da ise iş adamlarına hitap ettim. FETÖ ihaneti karşısında şaşkınlıkları hâlâ sürüp giden gurbetteki bilim adamlarımızla, alternatif bir ticaret medeniyeti arayışlarını her şeye rağmen sürdürmeye niyetli iş adamlarımızı aynı sorunun meşgul ettiğini gördüm: “Nereden Geldik, Nereye Gidiyoruz?” İlk toplantıyı düzenleyen Wisdomnet, ikincisini düzenleyense MÜSİAD idi.
Akademisyenlerle iş adamlarının genelde birbirlerini anlamada zorlandıkları söylenir; ben her iki toplulukla da aynı dili konuştum. Çünkü soruları, benim hayata başlangıç sorumdu.
Yedi yaşında medrese tahsiline başladım! Medrese deyince, aklınıza mutantan bir teşkilat gelmesin; Ağrı Merkez Camii’ndeki Kur’an Kursu’nu kastediyorum. Mahalle ortasında, büyük bir ciddiyetle “Medrese’ye gidiyoruz!” derdik. Adlandırmalar her zaman önemlidir. Çocuk da olsak, etkinliğimizin bir havası, bir itibarı olmalıydı! Yaz ayları boyunca, pazartesi-perşembe “Elifba” okur, her yıl döne döne gene okurduk! Cuma günleriyse “Din Kültürü” tahsil ederdik.
- Medresemizdeki Sokratik öğretim yöntemini çoğunuz bilirsiniz:
- - Müslüman mısın?
- - Elhamdülillah!
- - Ne zamandan beri?
- - Qalü Bela’dan.
- - Qalü Bela ne demektir?
- - Ruhlarımızın, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, evet demesi.
- - Peki, nereden geldik, nereye gidiyoruz?
- - Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz.
Kırk yıl sonra, “fena fi’l-şirket” olduğum yüksek danışmanlık günlerimden birinde, Amerikalı bir yönetim gurusuyla (Richard J. Leider) yapılan söyleşide aynı soruyla karşılaşınca çok etkilenmiş, âdeta çarpılmıştım.
Soru şöyleydi: Danışmanlık yaptığınız şirketlerden astronomik ücretler alıyorsunuz. Bu kadar paraya değer ne yapıyorsunuz ki? Büyücü müsünüz? Cevap: Şirketlerle danışmanlık konusu üzerinde anlaşır, belirli bir ücreti de konuşur, fakat ödeme hususunda onları muhayyer bırakırım. Dönem sonunda, danışmanlık hizmetimden memnun kalırlarsa ödemeyi yaparlar. “Hayır, senden memnun kalmadık” derlerse tek kuruş ödemezler! Anlaşmamız böyle. Muhabir şaşkındı: “Ya siz gerçekten çok faydalı bir hizmet gördüğünüz hâlde, şirket yöneticileri sırf para ödememek için ‘Maalesef sizden memnun kalmadık!’ derlerse?” Merak etmeyin, diyordu Guru, bugüne kadar hakkımı ödemeyen şirket olmadı! “O hâlde, müşterilerinizi büyük bir özenle seçiyor olmalısınız?” Guru gülümsüyor: Onlara sadece basit bir soru soruyor, verdikleri cevabın kalitesine göre de kendileriyle çalışıp çalışmayacağıma karar veriyorum: “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?”
MÜSİAD ne’ye dönüşecek?
- Vizyoner 2017 programının ana teması “Dönüşüm”, benim de konuşmacı olduğum oturumun başlığı ise “Ne’ye Dönüşüm?” idi. Dile kolay, tam 24 yıldır MÜSİAD danışmanıyım. Ne’ye dönüşüm konuşmam, bir tür “Koşar Adım Muhasebe” olacak, dedim. Ciddi bir muhasebe aslında durmayı, nefeslenip ağır ağır konuşmayı, yani “Düşünerek Muhasebe” yapmayı gerektirir. Fakat dört bir koldan kuşatma altındayız.
Üç anekdot paylaştım dinleyicilerle:
- (1) Amerikalı bir antropologlar heyeti, Amazon bölgelerinden birinde saha çalışması yapmaktadır. Önlerinde çat pat İngilizce konuşabilen bir yerli rehber. Sık bölgeye girmeden önce, yüksekçe bir tepedeki en yüksek ağaca bir işaret levhası asarlar. Kaybolursak, işaret ağacımıza dönmeye çalışalım derler. Ve tabii bir süre sonra yolları karıştırmaya başlar ve kendi aralarında fısıldaşırlar: “We’re lost…” Yerli önce bu “kaybolduk” sözü üzerinde durmaz, sonra fısıldaşmalar artınca dayanamayıp sorar. “Kaybolduk!” diye tekrar ederler. Yerli son derece şaşkındır; elleriyle önce kendine, sonra onlara dokunur. “Hayır,” der, “kaybolmadık, buradayız. Burada isek, nasıl kaybolmuş olabiliriz?” Amerikalılar kızar: “Taş kafa, söyle peki, işaret ağacı nerede?” Yerli rahatlar: “Canım, işaret ağacı kayboldu desenize!”
- (2) Bundan on yıl kadar önce, yaşayan en büyük Konfüçyanizm bilgesi Tu Weiming ile İstanbul Üniversitesi’nde bir sohbetimiz oldu. Herkesin geleceğin hegemonik gücü olarak Çin’i gördüğü bir tarih evresinde, “ülkemin geleceği hakkında endişeliyim” diyordu. “Çünkü sadece kendimizi ve sadece bugün alacağımız maksimum hazzı düşünüyoruz.” Çin ve Hindistan’dan 20’şer akademisyenin katıldığı bir çalıştay düzenlemiş. Konu, bu iki ülkenin gelecek vizyonları. Yani onlar da tıpkı MÜSİAD gibi, nereden gelip nereye gittiklerini soruyorlar. Sonuç? “Çinli akademisyenlerden hiçbiri Mao öncesine, 1949 öncesi muazzam Çin kültür ve uygarlığına atıfta bulunmadı. Hintli akademisyenler arasındaysa, geleceği geçmişle bağlantılı ele alanların sayısı yarıdan fazlaydı. Nasıl karamsar olmayayım?”
- (3) MÜSİAD’a ilk katıldığımız yıllarda “İş Hayatında İslam İnsanı” başlıklı ortak bir kitap hazırlamıştık. Oradaki yazımın başlığı “Adam Zengin Olur mu?” idi. Yıllar sonra öğrendim ki, Tolstoy, Hz. İsa’ya sevgisinden ama papazlara öfkesinden İncil’i “yeniden yazmaya” teşebbüs etmiş ve 20. asrın birçok düşünürünü derinden etkileyen Kısa İncil’i hazırlamış.
- Pervasızlığının gerekçesini şöyle izah ediyor: “Kutsal Kitab’ı ancak dindar insan anlayabilir. Dindar, yani zenginliğin bozmadığı insan!” Dikkat edin! Kitab’ı yoksul insan, hatta bilgin insan anlar demiyor; zenginliğin bozmadığı insan!
Dört koldan kuşatma altındayız demiştim. Kuşatmaların hepsi bizi bozmaya dairdir. Birinci kuşatma endüstriyel niteliklidir. Kesintisiz icat çağındayız. Öncü sanayiciler, ürün üretenlerden çok, müşteri üretenlerdir. Evet, müşteriyi de ürünle beraber üretemezseniz, onu psikolojik bakımdan ürünü mutlaka talep eder duruma getiremezseniz, nal toplarsınız.
Böylesine amansız bir rekabet dünyasında, sürekli depar hâlindeki insanoğluna YAVAŞLA! diye seslenebilen düşünürleri alkışlıyorum. Ama alkışımın bir sonuç doğurabileceğinden de pek emin değilim. Saatte 200 km hızla gidenler tam gaz yola devam ederken, hızları 50 km’yi bulmamış olanların yavaşlaması, hatta durması neyi değiştirir ki? İnsanoğlunun yavaşlaması gerektiğine inanıyor, ama kıyamet kopmadan da buna yanaşacağına inan(a)mıyorum! Zalim ve cahiliz. Zalim ve cahil…
İkinci kuşatma finansal niteliklidir. Ülkeden ülkeye günlük gerçek ticaret 50 milyar dolar, buna karşılık günlük sanal ticaret, yani “içinde para olan ama mal olmayan” alışveriş yaklaşık 5 trilyon dolardır. Harcıâlem bir dille söylersek, her 1 dolarlık mal ticaretine karşılık, 99 dolarlık para ticareti yapılmaktadır. Dünya devasa bir kumarhaneye dönüşmüştür. Türkiye reel ekonomi bağlamında dünyanın ilk 15 ülkesi arasındadır ve önümüzdeki çeyrek yüzyılda ilk 10 içinde yer almayı hedefliyor. Fakat finansal açıdan ilk 50 içinde bile değiliz. Günümüz finansçılarının kadim çağların büyücülerinden hiçbir farkı kalmamıştır. Sistem, bir Hz. Musa’nın zuhurunu gerektirecek kadar olgunlaşmış, yani çığırından çıkmıştır!
Üçüncü kuşatma siyasal niteliklidir. Son iki yüzyılın sanayi ve finans bakımından öncü güçleri, üç siyasal kavramı (Ulus, Liberalizm ve Demokrasi) sömürgeci faaliyetlerinin maskesi hâline getirdiler. Dünyayı “demokrasi için emin” hâle getirmeye çalıştıklarını söyleyip, dünya nüfusunun onda dokuzunu “kârları için tehlikesiz” hâle getirmeyi başardılar. Dünyanın her yerinde gerçek serbestiyet ve demokrasi arayışlarını baltaladılar. Baltalamaya da devam ediyorlar.
Dördüncü kuşatma kültürel niteliklidir. Avrupa ve uzantısı olan ülkeler, kendi inanç ve değerlerini küreselleştirdiler. Ürünleriyle beraber, “din”lerini de bizim gibi ülkelere ihraç ettiler. Hıristiyanlıktan söz etmiyorum, o zaten yaşamıyor. İnsanlığın duygu, fikir ve inanç dünyasına “reklamcılar” hükmediyor. Gerçek (yani sonuç alıcı) reklam, ürünün tanıtımını yapan reklam değil, kendisine yeni bir değer sistemi yüklenmiş yeni bir insan yaratan reklamdır. Reklamcıların bütün bu dinî-kültürel çabaları, endüstriyel/finansal hegemonyanın devamına hizmet ediyor.
Müstakil ve Müslüman
MÜSİAD bundan 27 yıl önce kurulduğunda, sadece başka bir iş adamları derneğine kafiye oluştursun diye değil, alternatif bir arayışın önünü açmak maksadıyla bu adı almıştı.
- MÜS ön eki hem MÜSTAKİL hem MÜSLÜMAN demekti. Müstakilden kasıt, tekelcilik karşıtlığı idi. Bu bakımdan, MÜSİAD YK ile günler süren müzakerelerimizden sonra hazırladığım ilk mültivizyon metinlerinde Hilfü’l-Fudul’dan söz ediyorduk, Cahiliyye Mekke’sinde tekelci gruplara karşı örgütlenen Erdemliler Birliği’nden. Müslüman’dan kasıt ise sadece belirli bir dine mensubiyet değil, Batı’nın kültürel tekelciliğine karşı, çoksesli bir direnişi temsil etmekti. Homo Economicus’a karşı bir İslam İnsanı söylemi, zihnimizde bu duruşa işaret ediyordu.
Çeyrek yüzyıl sonra, bu dört kuşatma altında MÜSİAD’ın neye dönüştüğünün kısa bir muhasebesini yaptığımda, bardağın yarısı dolu yarısı boş diyorum.
- 1. Endüstriyel kuşatmayı yarmada yolun belki üçte birini katettik. Endüstriyel çabada Batı’ya nispetle henüz gençlik evresindeyiz. Egemen güçlerden nasıl daha farklı olabiliriz; ne türde yeni iş organizasyonları oluşturabiliriz gibi sorular hâlâ teorik ve pratik cevaplarını bekliyor. MÜSİAD’ın kuruluş yıllarına denk gelen Yimpaş, Kombassan gibi “Çokortaklı Şirketleşme Modeli” maalesef başarıyla uygulanamadı. Başarılsa sadece endüstriyel kuşatmayı değil, finansal kuşatmayı yarmada da mesafe alınabilirdi.
- 2. Finansal kuşatmayı yarmada yolun onda birini bile alabilmiş değiliz. Alternatif finansal sistem arayışlarımız bebeklik evresindedir. Bu alanda daha köklü çabalara ihtiyaç vardır.
- 3. Siyasal kuşatmaya cevap vermede kafamız çok karışık. Millet olmaktan uzaklaştık, ulus da olamadık. Hatırlayarak millet, unutarak ulus olunur. Bin yıldır bir arada yaşadığımız Kürtleri, İsrail’den Amerika ve Avrupa’ya kadar, topyekûn “dış güçler”in maşası hâline getirdik. Kürt ulusçularının ahmaklığı, bizim doğru bir noktada olduğumuza delalet etmez!
- 4. Kültürel kuşatmayı yarma hususunda da ciddi bir çaba içinde olduğumuz söylenemez. MÜSİAD bile çeyrek asır önceki “İş Hayatında İslam İnsanı” temasını yeniden gündeme getirme arayışı içinde görünmüyor. Tolstoy’un ihtarını dikkate alarak, bu kitaptaki “Adam Zengin Olur mu?” başlıklı yazımı 20 yıl sonra “Zengin Adam Olur mu?” makalesiyle ikmal ettim. Her iki yazı da şu mesajla noktalanıyordu: “Adam azmeder zengin olur. Zengin şükreder adam olur!” Ancak şükreden adamın zenginliği insanlığa faydalı olabilir. Kapitalist modernlik, gökyüzünü delmeye yönelik amansız bir yarışa dönüştü. İktisatçılar bu sürecin maddi/manevi tahribatını umursamıyor, ilahiyatçılarsa anlamıyor. Sadece şairler, bu manevi yıkımı, sızlayan yüreklerinde ta derinden hissedebiliyor:
Su suya benzemiyor, toprak toprağa / Ekmek kutsal değil, çöpe gidiyor / Samirî yeni buzağılar yapıyor Allah’ım / Kaç kat daha çıkarsak sana yaklaşacağız / Kat kat kat çıktıkça insandan uzaklaşacağız / İnsan yoksa sen orada olur musun Allah’ım? (Süleyman Çelik)
Tolstoy’un “Dindar İnsan”ı böylesine trajik bir uğraktadır, işte. Anlayış dergisini yayımladığımız dönemde, iki orta sayfa konuşmasını Mustafa Kutlu ve Rasim Özdenören ile yapmıştık. Kutlu, “Allah varsa trajedi yoktur!” diyordu. Özdenören ise, “İnsan varsa trajedi vardır!” İkisi de haklıydı. İnsan da vardı, Allah da. Ama birinden uzaklaşırken, diğerine yaklaşamıyorduk!..