Piyasa düşmanı kapitalizm!
Benim için roman’tik yahut otobiyografik nitelik taşımayan hiçbir yazı çekici değil artık. Kendi yazdıklarım bile! İnsan hayatında altmış yıl geride kalınca böyle mi oluyor? Hayatınıza dokunmayan, kalbinizi acıtmayan hiçbir sözün, değeri demesek de, anlamı yok mudur? Ayrıca, otobiyografik iyi de, şu roman’tik de ne oluyor, mu diyorsunuz? Elcevap: İçinde olmadığım hiçbir hikâye, roman değildir. Büyük romancı, bir hayatta bin bir hayat yaşayandır!
Elime aldığım her romanı mutlaka bitiriyor değilim; birçoğu yarım kalıyor. Bitirdiğim her romansa, kendi hayat hikâyemdir. Gerçek ya da düşsel yaşamım. Çocukluğumun Ağrı’sında, kendilerine biraz gülmekle beraber fark etmeden etkilendiğimiz, Aksoy Sineması’nın kadınlar matinesinden gözyaşları içinde çıkan kadınlardan farkım kalmadı! Hayatımla romanlarım bütünleşti. Roman’tik oldum!
Nihayet’teki son iki yazıma yöneltilen soruların büyük kısmı Hilfü’l-Fudul’a dairdi. Yaklaşık 15 yıl yazdığım Yeni Şafak’taki ilk yazımın başlığını hatırlatanlar oldu: “Hilfü’l-Fudul’dan Temiz Ellere”. Şimdi ben bir Balzac romanını irdelerken sözü MÜSİAD’a getirip, sonra da Hilfü’l-Fudul mesajını anlatmadan bırakırsam, en azından o ilk yazıyı niçin yazdın diye sorarlar, değil mi? Yazıda özetle şöyle diyordum: “MÜSİAD ve piyasada gerçekten serbestî peşinde koşan bütün girişimci toplulukları birer Hilfü’l-Fudul örneğidirler. Cahiliye Mekke’sinde, piyasa üzerinde baskı kuran ve serbest ilişkilerden yana olanlara zulmeden ekabire karşı kurulan bu ittifak ‘faziletlilerin iş birliği’ anlamına geliyor. Fudul (veya fuzul) aynı zamanda marjinal demektir. Bu durumda Hilfü’l-Fudul köşeye sıkıştırılanların iş birliği demek olur. Kavram her iki çağrışımıyla da modern dünyaya tam denk düşüyor. Faziletlilerin veya baskıya maruz kalanların iş birliği.” (23 Ocak 1995)
Evet, ilk gazete yazım dışlananların, köşeye sıkıştırılanların kendimce savunusuydu. TÜSİAD ile MÜSİAD’ı karşılaştırıyor ve “Şimdi meydan artık erdem birliğinindir” demeye getiriyordum. Kapitalizm, bir ülkedeki siyasi ve askerî organizasyonu, açık veya örtük biçimde, büyük sermaye sahiplerinin emrine veren bir sistemdir.
Siyaset, onların lehine dönmekte olan rant çarkını muhafazaya memurdur. Serbest piyasa rant kaynağı olamaz. Onun için büyükler her zaman serbestîden kaçarlar. Bu gerçek, zaman ve mekân ötesidir; din ve kavmiyetle de alakası yoktur.
- Nitekim Hz. Peygamber, gençlik yıllarında içinde bulunduğu Hilfü’l-Fudul’un risaletten yıllar sonra kendilerine hatırlatılması üzerine şöyle buyurmuştu: “Abdullah İbn Cüd’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya şahitlik ettim ki, orada bulunmayı kızıl tüylü develere değişmem. İslam’da böyle bir şeye davet edilsem muhakkak giderdim.” Yani Allah elçisi İslam’da da iktisadi hayat üzerinde bazılarının baskı kurabileceğini, bunlara karşı da bir erdem birliği teşkil edilebileceğini ve gerçek müslimlerin onların safında yer almaları gerektiğini haber veriyordu.
Yazıyı şöyle noktalıyordum: “MÜSİAD’lar gerçekten tekel güçlerinin zayıflatılmasını ve ülkede gerçek piyasa güçlerinin (iktisadi, siyasi, kültürel) bütün alanlarda egemen olmasını amaçlıyorlarsa, muhakkak zafere ulaşacaklardır. Ama maksatları günün birinde TÜSİAD olmaksa, karşılarında yeni Hilfü’l-Fudul’lar bulacaklarını bilmelidirler.”
Her şeyi değiştir ki, hiçbir şey değişmesin!
Yükseliş ve düşüş, bütün ailelerin, şirketlerin, devletlerin ve sosyal sınıfların kaderidir. Talihsiz İtalyan aristokrat Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın Leopar başlıklı romanının kahramanı Prens Fabrizio Salina, “yüzyıllardır giderlerinin ve borçlarının hesabını bile yapmayı beceremeyen bir ailenin matematiğe karşı güçlü ve gerçek bir eğilimi olan ilk (ve son) bireyiydi.” Boyuna kaşları çatık bir hoşnutsuzluk içinde yaşar ve “bağlı olduğu soylu sınıfın çöküşüyle birlikte mal mülkünün de elden gitmesini, hiçbir şey yapmadan, üstelik yapmak bile istemeden izler dururdu.” Fakat düşünen bir insandı ve çok şeyin değişmekte olduğunu hissediyordu.
Yenilik taraftarı yeğeni Tancredi, dayısını bam telinden vuruyordu: “Hiçbir şeyin değişmemesini istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz!” Prens’in salonundaki tablolar, sınıfının bütün açmazlarını yansıtıyordu: Yüzyılların serveti lüks ve eğlence uğruna heba olmuştu. “Kendi sonunu getiren bu zenginlikten artık yalnız bir koku kalmış, o da bütün kokular gibi uçup gitmişti. Tablolarda o kadar keyifli görünen arazilerden bir kısmı çoktan elden gitmiş, geriye yalnız parlak renkli resimleri ve adları kalmıştı. Henüz yerlerinde durmakla beraber, çığlık çığlığa ağaçlarda toplanıp gitmeye hazırlanan eylül kırlangıçlarını andırıyorlardı.”
Prens’in ilginç adamlarından biri ırgatbaşı Russo’ydu, “hakkını aldığına inandığı için çalan” bir yönetici. Devrimci düşünceleri son derece basitti: Yakında hürriyete kavuşacağız, ticaret kolaylaşacak, hepimiz rahatlayacağız; kaybeden sadece papazlar olacak! Kendi çapında, Prens’i teselli bile ediyordu: “Her şey daha iyi olacak, inanın bana efendim. Namuslu ve yetenekli insanlar ilerleme olanağı bulacak. Öbürleri ise oldukları yerde kalacak.” Prens’e göreyse, “küçük hesaplar peşinde koşan bu taşralı özgürlükçüler” sadece kolay para kazanma peşindeydiler. Arzuları üst sınıfın yerine geçmekti. “Evet, her şey olduğu gibi kalacak, yalnız sınıflar yer değiştirecekti.” (Lampedusa: Leopar, Can, 2015, s. 34-60.)
Benim yukarıdaki yazıyı yazmama yol açan kişi de Prens’in yüz yıl sonra yaşayan yurttaşlarından biriydi: İtalya’da meşhur “Temiz Eller Operasyonu”nu yöneten savcı Di Pietro. O haftaki TÜSİAD toplantısında Türk iş adamlarına şöyle seslenmişti: “Temiz toplum için devrim beklemeyin, tümörleri kesin!” Medyadaki haberlere göre, bazı masalarda iş adamları, İtalyan savcı konuşurken, “Bak, sana söylüyor!” diye birbirlerine takılıyorlarmış.
Demokrasilerin hasta olduğunu söyleyen savcı, “bu hastalığın siyasilerle iş dünyası arasındaki bozuk ilişkilerden kaynaklandığını” belirtmiş. Daha sonra TÜSİAD üyeleri “Serbest rekabetin işlemesini sağlayan ve evrensel kabul gören iş ahlakı ilkelerini” içeren bir metni imzalamış; böylece muhtemel bir “Temiz Eller” operasyonunun bile öncülüğünü yapmaya hazır olduklarını topluma göstermişler. Bu bakımdan, hiç de öyle “çığlık çığlığa ağaçlarda toplanıp gitmeye hazırlanan eylül kırlangıçlarını” andırmıyorlarmış!
TÜSİAD, Türkiye’nin en büyük sanayici ve iş adamlarını bir araya toplayan bir dernekti. Üyelerinin büyük bölümü, bulundukları sektörlerde ya tekel ya da yarı-tekel konumlara sahiptiler. Varlıklarını tekelci yönelim ve atılımlara borçlu olanlar, rekabetin korunması yolunda faaliyet gösterirler mi?
Böyle bir durum, eşyanın tabiatına aykırı olduğuna göre, saygın iş adamlarımızın bu soylu kararını nasıl değerlendirmeliydik? Sosyal hayat eski ile yeninin, küçük ile büyüğün mücadele alanıdır. Büyükler her zaman statükodan, küçükler çoğu zaman değişimden yanadır. Büyükler tekelden, küçükler (en azından büyüyünceye kadar) rekabetten yana.
Belirli bir dönüşümün artık kaçınılmaz olduğu “kaos” dönemlerindeyse, büyükler değişim bayraktarı oluverirler! Çünkü böyle yapmazlarsa, değişimi küçükler gerçekleştirir ve sistem içinde daha fazla söz sahibi olurlar. Leopar’daki ifadeyle, “Her şey olduğu gibi kalır, yalnız sınıflar yer değiştirir.”
MÜSİAD o dönemde gençliği, dinamizmi, yerliliği temsil ediyordu; TÜSİAD ise yaşlılığı demesek bile orta yaşı, yarı hareketliliği, kozmopolitliği. Biri rekabet isteyenlerin yuvasıydı, diğeri tekele koşanların karargâhı.
Bir zamanlar Banker Kastelli’nin genel koordinatörü olan ve sonradan çalışma hayatına veda edip peş peşe romanlar yazan tecrübeli iktisatçı Yılmaz Karakoyunlu, TÜSİAD’ın başkan değiştirme modelinin bile, üyelerinin tekelci konumunu yansıttığını dile getiriyordu:
“TÜSİAD’ın, kendi içinde denge kurduk gerekçesiyle bir tür babadan oğula geçer gibi başkanlık makamının el değiştirmesi ve bunun çok önceden planlanmış bir modele bağlı olarak işletilmesi, rekabetçi karakteri öldürdü.
Bir zamanlar Genelkurmay Başkanlığı olayı önceden planlanmış bir düzen içinde gelişirdi. Şimdi de TÜSİAD başkanlığı böyle bir düzene bağlandı ve üst patronların tercihlerine göre sıraya konuldu. Yani, varlığının özü rekabete dayanan özel sektör kulübü, rekabetsiz bir yönetim tercihine bırakıldı.
Bugün TÜSİAD’ın gündem dışında kalmasının en önemli sebebi budur.” (Yeni Günaydın, 17 Kasım 1994) Karakoyunlu’dan ayrıldığım önemli husus şudur: Kapitalist bir sistemde, özel sektörün “varlığının özü” sadece söylem düzeyinde rekabete dayanır; hakikatte tekelcidir. Romandan hayata geçip, bu gerçeği Musevi bir iş adamımızdan öğrenmeye çalışalım.
Arçelik ile Bosch, Profilo’ya karşı!
Profilo Holding’in kurucusu Jak Kamhi, anılarında, sektördeki rekabetçi gelişimi boğmaya çalışan iki devin varlığını uzun uzun anlatır: Arçelik ve Bosch. Biri ulusal, diğeri küresel dev. Asla fiyakalarını, yani piyasalarını bozacak bir rakip istemezler; rekabeti her fırsatta boğmaya çalışırlar.
Braudel bu yüzden kapitalizmin “piyasa düşmanı” olduğunu söylüyordu. Koç grubunu ezelî rakip olarak nitelendiren Bay Kamhi, ilk temasın Bayındırlık Bakanlığı’nın Yeşilköy Hava Limanı inşaatı sırasında düzenlediği bir ihale sırasında olduğunu belirtiyor.
“Tecrit malzemesiyle ilgili olarak tek rakip firma Koç’tu ve onlar bu malzemeyi ABD’den ithal ediyordu; biz ise yurt içinde üretimini gerçekleştirmiş ve Koç grubunun baskısına rağmen o ihaleyi almayı başarmıştık. Bizim bu ihaleyi almamız Koç grubunu üzmüştü.”
Jak Kamhi’nin haddinden fazla kibar yazılmış anılarında, üzgün Koç grubunun, attıkları her adımı yakından takip edip, ilk fırsatta kendilerinden kurtulmak için her çareye başvurduklarını dile getiriyor.
- İnanılır gibi değil ama, otomotiv alanında bile Kamhi’nin atılımı “dışarıdan alınan destekle” daha doğmadan boğuluyor: “Koç, Anadol otomobili üretmeye başlamıştı, ancak karoseri fiberglastandı. Otomobilin kalitesinin arzu edilen seviyede olmaması üzerine, Fransa’daki Citröen fabrikası ülkemizde bir otomobil fabrikası açmaya niyet etti. Citröen temsilcisi ziyaretime gelerek, projeyle ilgilenir misiniz, diye sordu, ben de kabul ettim. Deneme kabilinden, beş arabanın montajı için hazırlıklara başladık. Ancak Koç grubu bunu haber almış ve Bernard Nahum’u derhâl İtalya’ya göndererek Fiat’a Türkiye’de otomobil üretmeyi teklif etmişti. Citröen ve Fiat, rekabete alışık değillerdi.Fiat, Citröen’den Türkiye’deki projesini durdurma kararı almasını istemiş, Citröen de özür dileyerek bizimle yaptığı anlaşmayı yarıda kesmek zorunda kalmıştı.” (Jak Kamhi: Gördüklerim, Yaşadıklarım, Remzi, 2013, s. 173.)
Piyasadaki her türlü engellemeye rağmen, Profilo bir ara beyaz/kahverengi eşyada Türkiye piyasasının yaklaşık yarısına hitap etmeye başlıyor. Sonra, yakın iş birliği içinde olduğu AEG, Avrupa beyaz eşya pazarında gücünü kaybetmeye başlıyor; onun boşluğunu dolduran Bosch ile Siemens de birleşerek BSH şirketini kuruyorlar.
Profilo, hisselerinin üçte ikisini bu yeni şirkete satıyor. Fakat sekiz yıllık “acı ve mutsuzluk” doğuran bu ortaklıkta, BSH’ın ülke pazarının yarısına sahip Türk şirketini “ele geçirmek dışında bir amaç taşımadığı” anlaşılıyor. BSH, ortak şirketin ithalat ve ihracatına sayısız kısıtlar koyarak “kârlılığını azaltıyor, merkezin kârlılığını ise arttırıyor.” Bununla da yetinmiyor, Türk ayağının kahverengi eşya pazarlamacısı Telra’nın pazar payını koruyacak bir sözleşme yapmış olmalarına rağmen, “tam aksi bir tutum benimseyerek Telra’nın elektronik ürünlerdeki iç pazar payını düşürmeye başladı. Bu yöntemlerle beş yıl içinde bizim tüm yerli elektronik ürün pazarımızı ortadan kaldırmayı başardı. Telra’nın %25 olan pazar payı %4’e düştü. Neticede Profilo grubu iki ana lokomotifi olan beyaz eşya ve elektronik fabrikalarını kaybetti. Telra’yı iflasa ve Türkiye’nin 3000 işçisini işsizliğe mahkûm etti.”
Anıların bundan sonraki kısmı giderek acılaşıyor ve trajik bir romana dönüşüyor. Kamhi’nin büyük oğlu, gelişmelere tahammül edemeyerek intihar ediyor. “Kuruluşlarımızın en önemli yöneticisi olan oğlum Hayati Kamhi’nin hayatına son vermesinde de, BSH’ın Profilo grubumuza ve tüm hissedarlarına verdiği zarardan duyduğu üzüntünün önemli payı olduğunu düşünüyorum.” Jak Kamhi, kapitalist piyasada devlerin ayakları altına düşenlerin akıbetine dair deneyimlerini şöyle bağlıyor: “Bu kâbustan öğrendiğimiz şudur: Yabancı şirketler Türkiye’ye geldiklerinde, öncelikle önemli pazar payı olan yerli şirketleri tespit ediyorlar. Bu şirketlere cazip ortaklıklar teklif ediyor, ancak sonrasında bezdirerek bu yerli şirketlerin pazarlarını ve geleceklerini ele geçiriyorlar.” (s. 198. Vurgu benim.)
Ülkeye borcunu öde!
Yılmaz Karakoyunlu’nun tespitine geri dönersek, “varlığının özü rekabete dayanan” bu özel sektör kulübü, rekabetsiz bir yönetim tercihine terk edildiği için, gündem dışında kalmıştı.
28 Şubat askerî müdahalesi bir bakıma TÜSİAD’ı cebren gündem içinde tutma arayışıydı. Hatırlayacaksınız, o dönemde MÜSİAD üyelerinin bir kısmı bile sessizce yuvayı terk ettiler. Fakat, bin yıl süreceği savlanan darbenin nasıl bir iflasla sonuçlandığını beraberce yaşayıp gördük. Ekonomi iflas etti; iç ve dış borçlar beşe katlandı.
Ak Parti’yi uzun bir iktidara taşıyan, bu akla ziyan girişimdi. “Anadolu sermayesi” 28 Şubat darbesine rağmen gelişmeye devam etti. Irgatbaşı Russo’nun kelimeleriyle, “namuslu ve yetenekli insanlar ilerledi; öbürleri ise oldukları yerde kaldılar.” Ak Parti iktidarının dördüncü yılında, iktisat danışmanlığını yaptığım MÜSİAD 16. yılını kutluyor ve ben gene Yeni Şafak’ta şunları yazıyordum:
“Bu yıl 16. yaşına giren MÜSİAD, Türkiye ekonomi politiğinin önemli aktörlerinden biri olmayı başarmıştır. Bu başarısı, üyelerinin ekonomik güçlerinden çok, fikrî ve ahlaki tutumlarıyla irtibatlıdır. MÜSİAD öncelikle belirli bir duyarlılığın paylaşıldığı platformdur. 1993 yılında MÜSİAD için ilk sinevizyon metnini hazırladığımda, su ve ateş metaforlarını kullanmıştım. İslam bir su medeniyetiydi; Avrupa ise ateş medeniyeti. Biri rahmetti, diğeri yıkım. Mücevherle taşın çarpışmasıydı bu iki medeniyetin çatışması. ‘Taşın, mücevheri kırmış olması, daha değerli olduğunu kanıtlamazdı.’ (Kemal Tahir). MÜSİAD, bu duyarlılığa sahip insanları bir araya getirebildiği ölçüde başarılı oldu. Bu anlayışa gönülden inanmayanlar ise, çok iyi biliyorsunuz, düdük ötünce yuvayı terk ettiler. MÜSİAD iftarları çok iyi bir göstergedir: 1997’ye kadar çok kalabalık; 97’den sonra epey seyrek. Ak Parti iktidarıyla beraber kalabalık yeniden artmaya başladı. Dikkat kesilmenin vaktidir!” (Yeni Şafak, 30 Nisan 2006)
Dikkat kesilmezse ne olur? “Ülkeye borcunu ödeme bilinci” gelişmez, diyor Ferit Sakarya! Kim miymiş Ferit Sakarya? Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi başlıklı romanının entelektüel, solcu, iş adamı kahramanı. “Ülkemizde yerli, ulusal sanayimizi kuracak kaynaklar var. Tek şey yok: Günlük çıkarları o kaynakları harekete geçirmekle ters düşmeyecek adam. İnsanını seven adam. O kaynak yok işte, yok!” Dikkat kesilmezsek, o kaynak hiç gelişmez!