Kuşku çağında güven

KEMAL SAYAR
Abone Ol

Kuşkusuz güven kolaylıkla suistimal edilebilir ama bunun bir kural değil, istisna olmasını bekleriz. Hayatta hep göreceğimiz zararları hesap ederek yaşayamayız.

Zihnimde riskleri o kadar abartmıştım ki, oraya gittiğimde, grupla hareket ettiğimiz birkaç sefer hariç neredeyse kongre otelinden hiç dışarı çıkmamıştım. Hâlâ hayıflanırım.

Misafirliğe gittiğim evde, ilk defa tanıştığım ev sahibinin bana zehirli bir yemek sunmadığını nasıl bilebileceğim? Borç verdiğim arkadaşımın, bu borcunu bana taahhüt ettiği zamanda ödeyeceğinden nasıl emin olacağım? Sabah neşe içinde çıktığım evime aynı huzur ve neşe içinde dönebileceğimin bilgisini nereden alıyorum? Bu sorulardan her birinin cevabı bir kelimede düğümleniyor: güven.

Kuşkusuz güven kolaylıkla suistimal edilebilir ama bunun bir kural değil, istisna olmasını bekleriz. Hayatta hep göreceğimiz zararları hesap ederek yaşayamayız. Bir örnek vereyim, Vietnam’a yalnız başıma bir kongre için gidecektim, hiç bilmediğim bir bölge olduğu için tedirgindim ve öncesinde güvenlikle ilgili pek çok uyarı yazısını âdeta hıfzettim.

Zihnimde riskleri o kadar abartmıştım ki, oraya gittiğimde, grupla hareket ettiğimiz birkaç sefer hariç neredeyse kongre otelinden hiç dışarı çıkmamıştım. Hâlâ hayıflanırım.

  • Bir “risk toplumu”nda yaşadığımız dile getiriliyor, artık her insan az ya da çok bir diğeri için risk teşkil ediyor. İnsani karşılaşmalar güven ana yolundan sapmaları da beraberinde getirebiliyor. Yine de birbirine güvenin en yüksek olduğu toplumlar hem iktisadi hem de demokratik göstergeleri daha yüksek olan toplumlar. Zira toplumsal güven, insanlara duyduğumuz inanç demek. İnsanların dürüstlüğüne, bel bağlanırlığına, bizi yanıltmayacaklarına dair taşıdığımız itikat. Güven, belirsiz olanı belirli kılar. Bu yönüyle bir toplumun âdeta bağışıklık sistemidir.

Çocuk safça bir inançla güvenir. Sonra büyür, dünyanın zannettiği kadar masum bir yer olmadığını, safça güvenin yanılabileceğini fark eder. Büyümek dünyanın sakladığı riskleri hesap etmeye başlamaktır. Güven de büyür ve olgunlaşır. İçinde bir şüphe gölgesinin gezindiği, karşımdakinin uzak ihtimal de olsa bizi aldatabileceğine dair bir düşüncenin yokladığı güven, çocukluğun o masum ve saf bakışının yerini alır. İnsan olmak, incinmeyi göze almaktır.

Kaybedebileceğin bir şeye bağlandığında, incinmeyi göze alırsın. Güvendiğimde muhatabıma şunu demiş olurum: “Beni incitebileceğini biliyorum ama bunu yapmayacağını sanıyorum. Bu ön kabulle seni iç dünyama buyur ediyor ve seni incitmemek ve seni yanıltmamak üzere sana geliyorum.” İnsanın iyiliğine, hayırhahlığına, fıtratının temizliğine inanmaktır güven.

Herkesten şüphe eden, kül yutmamakla övünen insanlar her şeyi en olumsuz, en bedbin yorumuyla ele alır ve belki de kendisine çok şey öğretebilecek ilişkilerden mahrum kalır. İnsanların sana sokulmasına izin vermezsen onlara güvenmenin sana zarar vermeyeceğini bilemezsin. Kendi zihninin dışına çıkamaz ve kendi zindanından azat olamazsın.

Güven kırılgandır, çaba ister ama aynı zamanda vaitkârdır, size insan bahşeder. Bize benzeyene daha çok güvenir; kıyafetini, eğitimini, inançlarını yakın bulduğumuz kişiye kendimizi daha yakın hissederiz. Oysa büyük aldanışlar tam da burada zuhur eder: “Müşkil odur ki suret-i Hak’tan zuhur ede.”

Güven her bakımdan sosyal ilişkilerimizin ana dokusunu oluşturur. Güven, bir babaya, geleneğe, dosta, Tanrı’ya sırtını yaslayabileceğini hissetmektir. Birine inanabilirsiniz ama onun kudretine ve esirgeyiciliğine dair umut beslemediğiniz müddetçe, ona güvenmezsiniz. Emniyet hissi mesafeyi iptal etmeyen bir temasla da yaşanabilir, ama yalnızca bu şekliyle güven, o uzaklığı birinin aşıp size gelmesi beklentisidir. Onun bunu yapabilecek kudrette olduğunu ve kendisinin bunu ona yaptıracak kadar önemli olduğunuzu bilirsiniz. Toplum düzeni ve istikrar açısından emniyet hissinin önemi elbette yadsınamaz ama insanı iyileştiren, bu tür bir aşkın güvendir daima.

Birine inanabilirsiniz ama onun kudretine ve esirgeyiciliğine dair umut beslemediğiniz müddetçe, ona güvenmezsiniz.

Batı’dan başlayarak geleneksel dünyanın parçalanmasının çok sayıda öngörülebilir ve arzulanan neticeleri oldu ve ondan daha fazla miktarda da akla gelmeyecek, daha sarsıcı tali serpintileri. Bir başka uzak memlekette yerleşmeleri için ferman çıkınca, yanında götüreceği şeyleri toparlaması için verilen kısa sürede, gidip köyünün en eski mezar taşlarını söken birini anlatan bir hikâye vardır, niçin bunları yanında sürüklediği merak edilince “Oranın bana ait olduğunu ispatlamak için, dikip bunları göstereceğim” demiş.

Eskilerin belki ancak çok travmatik tecrübelerle yüzleştiği sürgünlük yahut yerinden edilme hâli, her modern insanın kanıksadığı badirelerden biridir. Metropoller, çevreden ve taşradan gelen insanları birbirine yabancı kılarak birlikte yaşatmakla temayüz eder.

Geleneksel dünyada yabancı, insanların yaşamında belki hiç karşılaşılmayan, çok nadir ve emrivaki hâllerde birkaç gün abartılı bir şekilde konukseverliğe boğulup yersizliğini unutmasına izin verilmeyen, ertelenmiş ve ötelenmiş arızi bir karakterdi. Modern kentlerde ise yabancı her yerde; evin kapısından dışarı adım attığınız andan itibaren öteleyemediğiniz bu insanlarla erteleyemediğiniz temaslar yaşamak zorunda kalıyorsunuz mütemadiyen.

Emniyet hissi, yaşı artık bir haddi aşmış pek azımızın sıcak, huzurlu bir öğleden sonrası duygusuyla hatırlayabildiğimiz uzak bir şey. Kilitlenmeye lüzum görülmeyen kapılar, komşuya ve sokağa emanet edilen çocuklar, mahalle bakkalına götürülen minik borç defterleri, geç saatlerde dönülen, uyumuş çocukların kucaklarda taşındığı ev gezmeleri…

Tüm bunlar büyük kent yaşamının müeyyidesiz bırakmayacağı nahiflikler. ABD’de yapılmış bir çalışma, çocukların sosyal sahalarının bir çeyrek yüzyıl öncesine göre, neredeyse yüzde doksan oranında küçüldüğünü ortaya çıkarmış.

Gün geçmiyor ki, insana güvenimizi tuzla buz eden bir haberle karşılaşmayalım. Sosyal medyanın da şeamet tellallığı ve yardakçılığıyla, “İnsan insanın kurdudur” anlayışı, bir kara duman gibi aramızda yürüyüp sızıyor ruhlarımıza. İonna Kuçuradi, güvenin “bir kişinin başka bir kişiye yaşattığı tortu bırakan yaşantılar” şeklinde tanımladığı “etik kişi değerleri”nden birisi olduğunu belirttikten sonra, güveni bu değerlerin farkında olan birinin, “ilişkide olduğu diğer kişinin bir çok eylemini doğru değerlendirmesi sonucu, o kişinin değersiz bir eylemde bulunmamasından edindiği bilgiye dayanan, onun değersiz bir eylemde bulunmayacağından emin olması” hâli olarak açıklıyor. Oysa biz artık kimseye onu tanıyacak kadar yakın ve hatta ilgili değiliz. En yakın olduklarımız tarafından bile istismar edilme tedirginliğine alıştırılıyoruz. Ancak, insan güven duymaksızın yaşayamaz çünkü insan bekler.

Hakşinas insanı güvenle, haksızlık edeniyse korkuyla bekleriz. Güven, umudun sağ elidir bu yüzden, korku ve kaygı ise bir tür gizli küfür sayılan umutsuzluğun hempası sayılır.

Ancak güven, aslında tek odaklı bir ilişki biçimi değil. İki insan arasında gider gelir, böyle olursa anlamlıdır. Ben sana söylediklerimden sorumluyum ve sen de bana söylediklerinden sorumlusun.

  • Yaptıklarımızdan karşılıklı olarak birbirimize sorumluyuz. Bir sosyal tutkal olarak güven. Güvenin yetişkin hayatında dahi bönlüğe büründüğü durumlar vardır. Bir kültün keskin inançlı müntesibinin kült liderine duyduğu güven, sadece daha fazla istismar edilmesine yol açacaktır. Politik liderlere duyduğumuz katışıksız güven, makul dozda bir inançsızlıkla gölgelenmelidir ki bir şeyler yanlış gittiğinde onlardan hesap sorabilelim.

Güven en katışıksız hâlini Allah’a güvende bulur. Mehmet Akif’in diliyle, “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.” Bir başka şair, Goethe şöyle yazar: “İnanç, bugün ve gelecek adına önemli bir güven duygusudur, bu emniyet duygusu çok büyük, çok güçlü, bilinmeyen bir varlığa güvenmekten doğar.

Her şey bu güvenin sarsılmaz oluşuna bağlıdır. Bu varlığa ne şekilde tasavvur ettiğimiz ise, bizim diğer yeteneğimizle, hatta içinde bulunduğumuz şartlarla ilgilidir, bunların ne olduğunun bir önemi yoktur. İnanç, her bireyin kendi duygusunu, zekâsını, hayal gücünü yetenekleri ölçüsünde içine atmaya hazır olduğu kutsal bir kaptır.”

Bugün güvenle ilgili meselelerin bu kadar konuşulmasının ve güven buhranından bahsetmemizin en önemli sebebi, belki artık bizlerin de emin insanlar olmaktan çıkmamız. Bizler güvenilmekten uzaklaştığımız oranda, güven hissi kayıplara karışıyor, onun yerine şüphe ve kuşkuculuk arz-ı endam ediyor. Toplumsal boyutta güvenin kaybı, güvenilirliğin kaybıyla atbaşı gidiyor.

Modernleşmenin getirdiği parçalanmalardan birisi de her ortama göre kimlik/kişilik değiştiren bukalemun kişilikler. Bukalemun kişiliklere büründüğü nispette, insan teki güvenilir, bel bağlanır, omzuna yaslanılır, özü sözü bir, sözünün eri, tutarlı ve bütünlüklü bir varlık olmaktan uzaklaşıyor.

İnançtaki bağlılığın güveni tesis edememesi bugün büyük trajedimiz. Âlemdeki parçalanmışlık, kesret, her zaman için bir yozlaşmayı ima eder, inancımızdaki bu parçalanmışlık da ruhumuzu yozlaştırıyor. Güvendeki azalma, sahici maneviyattaki, tevhid idrakindeki bir azalmayla atbaşı gidiyor. Peygamber Efendimiz el-Emin olarak bilinirdi. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti, tartıda hile yapmamanın önemini vurgular, insanları emin olmaya, söylediği sözü kasteden ve o sözün arkasında durabilen kişi olmaya davet eder. Güven de temelde budur; ben söylediğimi yapacağım, senden de söylediğini yapmanı bekleyeceğim. Karşılıklı güven aslında, karşılıklı el-Emin olmaya bir davet ediştir.

  • Elias Canetti, Körleşme’de insanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbette ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrıların yardımıyla aşarlardı.
  • Elias Canetti, Körleşme’de “İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbette ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrıların yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan farklı değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise -kendilerini tekrar edip duranların dışında- artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçler tarafından yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onda insanca tepkiler yaratabildiğine yönelik o sonrasız güven duygusuydu” diyor, güveni yıkan farklı bir dilsizleşmeden, dilin tahliyesinden bahsediyor.

Tarihsel tecrübelerimiz bizi çok örselediği için, bilhassa Türkiye’nin yaşadığı bir demografik depremle birlikte köylerin şehirlere akmasıyla, herkesin herkese yabancı olduğu bir ortam oluştu.

Mahalle kayboldu, örf ve gelenek epriyip soldu. Bununla beraber ortaya çıkan, hemdîl olmadığımız birtakım insanların orasında kalmayı ifade eden yeni bir durumdan bahsediyoruz. Hiç sanmıyorum ki iki yüz yıl önce Türkler birbirine bu kadar az güvenen insanlar olsun.

Batı, köklerinden koparak fabrikalara, ticarethanelere yığılmış, yabancılaşmış bir büyük nüfusu duygusal motivasyondan ziyade kurallara, müzakereye ve taahhütlere dayanan bir sistem dâhilinde beraber yaşatmayı başardı. Biz ise cümbür cemaat ve ardı ardına köylerimizi boşaltarak hemşeri mahalleleri kurmak suretiyle şehirleştik. Bu yüzden güven hissimiz hâlen daha bu aşinalık ile sıkı sıkıya bağlıdır.

Her ne kadar araştırmalarda Türkiye şu an güven endekslerinde aşağılarda görünse de başka ülkelerin bizim geçirdiğimiz travmaları yaşamadığını göz önüne almak gerekir. Toplumsal travmalar, kolektif travmalar güven duygusunu yerle bir eder. Sadece son üç beş senede bile Türkiye ne kadar ağır travmalar geçirdi, çok vahşi ve kanlı bir darbe girişimine uğradı, sayısız terör saldırısına maruz kaldı. Toplumsal buhran ve anomi zamanlarında olsun, ekonomik krizlerde olsun insanlar birbirlerine karşı daha da güvensizleşebilir, bir başkasının güveni çok daha kolay suistimal edilebilir.

Buse’nin rüyası
Nihayet

Tüm bunlara rağmen Türkiye, insanın insana yurt, şifa olmasının, insanın insana misafir olabilmesinin, birbirimize dost ve yâren olmamızın gerektirdiği bir içsel ahlakı tazammun eden bir ruha sahiptir. Çünkü evvelemirde, güvenilecek yegâne merci olduğu bilinci bizi kavi tutar, insanın içindeki cevhere inanır, onda Hızır’ı göreceğimizi ümit ederiz.

Ancak bu tekinsiz gibi görünen durumun da kendine has bazı avantajları mevcut; toplum hukukun, karşılıklı çıkarın ve gözetimin tedibinden kurtulduğu anda, ahlakın -manevi yahut duygusal- zemininin çöktüğü bir vasatta, güveni orada zapt edebilecek bir şey de kalmaz. New York kentinde 1977 yılında bir gece boyunca süren elektrik kesintisi esnasında gerçekleşen yağmalama, soygun ve tecavüz olaylarının sayısı, insan türüne beslenebilecek tüm güveni bir kez daha yıkmıştır. Kapattığımız asır, türümüze olan güvenimize karşı art arda ağır hüsrana uğradığımız bir dönemdi, yenisi de çok parlak görünmüyor. Başka bir geceye, tersinden bir örneğe gidelim. +

  • 15 Temmuz gecesi havaalanında olan bir dostum anlatmıştı: “Tinercisinden sokak kabadayısına dek çok farklı insanlar vardı hava limanında direnen o gece, ilginç olan şu ki mağazalardan bir paket bile alınmadı, o gece herkes bambaşka bir ruh ve iklimdeydi.” Kuşkusuz iyiliğin coğrafyası yoktur ve iyi insanlar her yerdedir. Kötülük de fırsatını bulduğu her yerde başını kaldırır. Melun darbe girişimine kalkışanlar, bu toplumun güven hissini tahrip gücü yüksek bombalarıyla ciddi bir biçimde zedelediler. “Herkes size yalan söylediğinde” demişti Hannah Arendt, “sonuç sizin yalanlara inanmanız değildir, sonuç artık kimsenin kimseye inanamaz olmasıdır.” Hakikat ve yalan arasındaki çizginin muğlaklaştığı, neyin hakikat neyin yalan olduğunun belirsizleştiği zamanlar güven duygusunun en çok yara aldığı zamanlardır.

Psikanalist Erik Erikson, Psikososyal Gelişim Kuramı’nda, insan hayatında 0-18 ay arasını güven ve güvensizlik çağı olarak etiketliyor. Bebek doğduğunda yardıma muhtaç bir varlıktır, kendi başına hayatta kalması mümkün değildir, ona ihtimam gösterecek, onu besleyecek, onu teskin edecek bir varlık arar. Ve gözleri annenin gözlerini bulur, anne onu pışpışlar, besler ve o muhtaçlığını giderir.

Eğer çocuk karnı acıktığında, gazı sıkıştığında, teskin edilmeye ihtiyaç duyduğunda anneyi yanı başında bulabiliyorsa, anne onun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa dünyanın güvenli bir yer olduğu ve karşısındaki insanın da güvenilir bir varlık olduğu bilgisiyle büyür. Ama anne tutarsız bir kişiyse, bazen onun hayatında oluyor, bazen onu besliyor bazen beslemiyorsa, bazen teskin ediyor bazen etmiyorsa, çocuk annenin ve dolayısıyla dünyanın da tekinsiz ve güvensiz bir yer olduğunu hissetmeye başlar ve kaygılı bir şekilde büyür.

Erikson’a göre güven duygusu hayatın bu ilk 18 ayında bakım veren kişinin mevcudiyetiyle, şefkatiyle, merhametiyle, çocuğu sarıp sarmalamasıyla şekillenir. Güvensizliğin de o çağlardaki yoksunluklarla alakalı olduğunu söyler. İnsan, varlıkta skandal yaratabilecek kadar özgün potansiyele sahip bir yaratık ama aynı zamanda benliğini, karakterini başkalarının suretinde yansıyan görüntüsüne göre yontan, en az bir çifte dâhil sosyal bir varlık.

  • Walter Ong’un, Sözlü ve Yazılı Kültür kitabında zikrettiği bir diyalog çok aydınlatıcıdır: “İnsanlar çeşit çeşit. Kimi sakin, kimi sinirli, kiminin de belleği zayıf. Sen nasıl birisin?” “Biz terbiyeliyiz -kötü olsak kimse bizi saymazdı.” Benlik değerlendirmesi birden “biz” olup grup değerlendirmesine dönüşüyor ve başkalarından (dinleyiciden) beklenen tepkiye göre özetleniyor. 36 yaşındaki bir başka köylüye nasıl biri olduğu sorulunca, yanıtı son derece insancıl ve dolaysız: “Kendi gönlümü ben nasıl tarif edeyim? Nasılım ben nasıl söyleyeyim? Başkalarına sor; onlar beni sana anlatsın. Ben, kendimi sana anlatamam.” İnsan gönlü, “sen” diyebileceği birinin onayıyla şekillenir.

Toplumsal düzeyde güven hissi, bilişim teknolojilerinin de hızlı bir aşındırma etkisine maruz kalıyor. İnternette kendimizi güvende hissedip yaptığımız işlemler, başımıza türlü dertler açıyor. Teknoloji yalan söylemeyi kolaylaştırıyor.

Bizatihi sosyal medya, günümüzde bir yalan teknolojisi olarak, giderek işlerlik kazanıyor. İnsanlar kimliklerinin göstermek istedikleri taraflarını gösteriyor, tasarladıkları imaj çerçevesinde saklamak istediklerini saklıyorlar. Aynı zamanda bu ortamlarda çok kolay kimlik hırsızlığı yapılabiliyor. İnsanlar kolayca müşteri hâline getirilerek, bırakılan çerezlerle av gibi reklamlara muhatap ediliyor. Her hâlükârda teknoloji mahremiyeti yok ettiği gibi güvenliği de yok ediyor.

Umberto Eco’nun çok sevdiğim bir postmodernite tarifi vardır, mealen “Bir yalanı kırk defa söylediğiniz zaman onun doğru kabul edilmesi” olgusudur postmodernitenin gerçeklik algısı. Keza “Geçtiğimiz günlerde, Gabriel Garcia Marquez’in sözde ölümü hakkında internette yüzlerce haber yer aldı. Hemen akabinde, aynı kaynaklar, haberi benim Twitter’dan yaydığımı duyurdu. Ardından, yine aynı kaynaklar ve hayli saygın diğerleri, Twitter’da hesabım olmadığını ve dolayısıyla o adresin sahte olduğunu keşfetti” diye durumun vodvile dönmüş hâline vurgu yaparak internet vasıtasıyla yayılan sahte kimlikler altında iletişim alışkanlığına dikkat çekiyordu.

Barbara Cartland romanlarında “Seni seviyorum” lafının söylenme sıklığının, artık bu sözün hiçbir anlam ifade etmediği bir vasat yaratması hâline dair tespiti de bir o kadar vurucu; gerçek olsa bile bir şeylerin çok sık anılmasının, onu anlamından boşaltması ile sahteliğin, yalanın çok tekrar edilerek gerçek hâline gelmesi hâlinin eşdeğerliliği.

İçinde yaşadığımız bu postmodern veya geç modernlik çağının mümeyyiz vasıflarından bir tanesi, yalan ve hakikatin melezleşmesidir. Nerede yalan başlıyor, nerede hakikat, biz hayatlarımızı ne kadar gerçek yaşıyoruz, ne kadar yalanız, kendi hayatlarımız ne kadar yalan? Ne kadar kendi özümüze, değerlerimize sadık kalabiliyoruz? Her şeyin yalan, her şeyin mübah olduğu bir toplumsal zeminde insan olarak hangi öze sadık kalabiliriz?

Güven, biraz da kendi değerlerimize sadakatle alakalı bir şey. Karşımızdaki insan kendi özüne, değerlerine ne kadar sadık? İç bütünlüğe sahip miyiz? Biz kendimize karşı dürüst müyüz evvelemirde? Bu sadakati paylaşabiliyorsak biz zaten ikimiz de kendimizi birbirimize el-Emin, güvenilir kılmışız demektir. Jacques Ellul başyapıtı Sözün Düşüşü’nde “İnsan, konuştuğu sözün arkasına bütün bir hayatının anlamını yerleştirmediği sürece bir ifadeyi diğerinden nasıl daha fazla ciddiye alabiliriz?” “Konuşucu ile konuşucunun sözleri arasındaki kopma, kesin bir kopuştur. Eğer bir kişi sözünün arkasında değilse sözü yalnızca bir gürültüdür” diyordu.

  • Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında, şeffaflığın artık modern toplumlar üzerinde bir dayatmaya dönüştüğünü zikrediyor. Siz bir çiçeği “Acaba büyüyor mu?” diye ikide bir toprağından çıkarır bakar mısınız? Çiçeğe ve onu bir büyüten olduğuna güvenmek gerekiyor. Çiçeği olduğu kadar, toprağı ve hepsinin sahibini yaralar böyle bir şeffaflık arzusu. Toplumlardaki şeffaflık dayatması bir sürü bürokratik işlem gerektiriyor. Batı’da hesap verilebilirlik, şeffaflık gerekçeleriyle yapılan paperwork denilen o evrak işleri, yaptıkları prosedürü bazen fersah fersah geçer. Ama o şeffaflık bazen de şunu söyler “Her an herkes hata yapabilir, hata yapmaya çok mütemayil insanlarız, birbirimize hiç güvenmemeliyiz.” Bu şeffaflık takıntısı bir yandan da güvensizliği kışkırtan bir şeye dönüşüyor.

Kişi, her toplumda vardır ancak kişinin birey olarak önceliğinin yüceltilmesi, bunun övgüye değer bir nitelik sayılması Batı’nın icadıdır. Batı’da bireyselliğin teşviki, özgüveni gereksinir. Protestan değerler dairesinde baskılanan, Viktoryen ahlakla perdahlanan girişim ruhu, iş bölümündeki uzmanlık iddiası gibi hususlar ilk etapta faydalı ve gerekli görülse de zamanla karşılığı olmayan kof bir meydan okumaya, kışkırtılmış bir tüketim alışkanlığına dönüştü.

1970’li yıllarda Amerikan eğitim pedagojisinde başlatılan özgüven hareketinin semeresi 80’li yıllarda Me Generation denilen “ben kuşağı” ile alındı. Okullarda çocuklara “Sen özelsin, biriciksin, dilediğini yapabilirsin” tarzı doktrine edilen sürekli bir tahrik, ağır narsist bir kuşak yetiştiriyor zincirleme olarak. Özgüveni eğitimin miğferi hâline getirmekle, kendini seven çocuk kendiyle barışır hipoteziyle kibirli bir toplum yarattıklarını fark ediyorlar. Bugün Amerikan toplumundaki narsisizm yükselişiyle bu eğitim tarzının birebir ilişkisini kuran çalışmalar var. Benlik tapınması telkini, kapitalizmin en sevimli numarasıdır, içimizdeki çocuğu şımartmak için tüketim sirkülasyonunu sürekli kılmak zorunda kalıyoruz. Kapitalizmin benliği metalaştırma ve ona bir şeyler satma üzerine bu kurulu kumpasını boşa çıkarmak için, özgüven yerine onur, haysiyet, şeref kavramlarının ikame edilmesi gerek.

Kazanılmamış -hak edilmemiş- her imtiyazı elimizin tersiyle itmeli ve bu her şeyi doğuştan hak etmişlik yanılsamasından kurtulmalıyız. Özgüven, sahip olunan şeylerden dolayı kendine güven duymak iken, haysiyette daha geniş bir çerçeveye, büyük bir anlam dairesine ait olmaktan dolayı, kendime hiçbir şişinme payı çıkaramayacağım şekilde itimad-ı nefs vardır. İnsan ancak sorumlulukları ve meydana getirdiği eser, bıraktığı değer tortusu kadar hak iddia edebilmeli. Bu tür bir rasyonel hiyerarşi yeniden inşa edilmeli.

  • Fukuyama, Güven adlı eserinde “Bilgi çağının en coşkulu havarileri hiyerarşi ve otoritenin çöküşünü kutlarken kritik bir faktörü ihmal ediyorlar. O da, güven ve bu duygunun altında paylaşılan ahlaki normlardır. Topluluklar karşılıklı güvene dayanır ve bu duygu olmadan kendiliğinden ortaya çıkamazlar. Hiyerarşiler, bir topluluktaki insanların hepsinin, yalnızca dile getirilmeyen ahlaki kurallara bağlı olarak yaşaması beklenemeyeceği için gereklidir” diyordu.

Bugün dindarım diyen bir insan kendi özüne ne kadar sadık, bu soruyu sormak zorundayız, önce kendi nefislerimizden başlayarak. Haram ve helale ne kadar riayet ediyor? Yetim malı yememek, başkasının hakkını gasbetmemek, yalan söylememek, öteki saydığını incitmemek hususunda ne kadar titiz? Kendi sevdiklerine ne kadar zaman ayırıyor? Veya kendini ne kadar güvenilir buluyor? Bir başkasını ne kadar güvenilir buluyor? Güvenilirlik bugün dindarlığın bir ölçüsü olarak kabul edilebiliyor mu? Bugünün dindarı el-Emin mi? İnancımızda “mümin” inanan ve güvenene münhasır bir isim olduğu kadar, “el-Mümin” de inanılıp bel bağlanılacak olanın esmasındandır.

Güven buhranı asıl buralarda tecelli ediyor. Asıl kendini göstermesi gereken kişi ve kurumlarda kayıplara karışmışsa güven, bir trajediyi konuşuyoruz demektir. Batı toplumlarında bir çıkar esasına dayalı olarak fertler birbirine daha çok güveniyor olabilir, bizim mayamızda da daha fazla inanma olabilir ama kendi değerlerimizi, kendi maneviyatımızı da ortasına getirip, hayatımızı onunla yoğuramadığımız takdirde bizler de kaybetmeye mahkûmuz.

Neye inandığımız nasıl yaşadığımızı değil, nasıl yaşadığımız neye inandığımızı belirler. Her birimiz inançlarımızı yaşadığımız hayata göre eğip bükme eğilimindeyiz.

Bir sufi sözünün söylediği gibi “Eğer bir insanın nefsi, dininin elinde karın erimesi gibi erimezse, o insanın dini nefsinin elinde kar gibi erir.” Mesele emaneti yüklenebilecek kadar emin olabilmektedir. Güveni onarmaya talip olanın kendisi güvenilir olmalıdır.

İnsanın bir diğerine yakınlaştığı her durum, hayal kırıklığını bir potansiyel olarak içinde taşır. Hayal kırıklığından masun bir hayatın gerçek ve canlı olduğunu nasıl bilebiliriz? Cesaret o hayal kırıklığıyla yüzleşmek, ona rağmen hayatta ilerlemek, kendimizi güvenle ötekine açmaktır. Güven, bu dünyadaki eksikliğimizi tamamlar ve bizi içinde yaşadığımız dünyanın güzelliğine inandırır. Öyle bir hediye verir ki bize, uğruna hayal kırıklığına değer.