Buse’nin rüyası
İnsanın insana, insanın Tanrı’ya itikadı ruhun en karanlık gecesinde bize yön gösterir. Kalbi olanların ışıldadığı ve kalbi olanlara bakarak istikametimizi bulacağımız bir zamanda yaşıyoruz. Yaşama korkusunu yenmemiz gerek. Yaşamaktan da ölümden korktuğumuz gibi derin bir korkuyla korkuyoruz. “Korku evdeki en ucuz oda” diyor Hafız, “seni daha iyi yerlerde görmek isterim.”
Rüyamda sizinle randevumuz varmış. Ama muayenehaneye değil, üniversiteye çağırmışsınız. Binadan içeri giriyorum; içerisi bembeyaz, gözlerim kamaşıyor beyazlıktan, o kadar beyaz. Devasa bir bina, tavanlar o kadar yüksek ki, biz insanlar binanın içinde ufacık kalmışız. Hemen karşıma sizin odanız çıkıyor. Odanızın camları şeffaf, içerisi görünüyor. İçeride çalışıyorsunuz.
Her yer cam, şeffaf, siz de beni görüyorsunuz. İçeri giriyorum. Oda o kadar büyük ki masanız bile ufacık kalıyor. “Gel otur Buse” diyorsunuz ama konsantre olamıyorsunuz, aklınız başka bir yerde, hissediyorum. “Buse beş dakika bir yere gidip geleceğim hemen, bekler misin?” diyorsunuz, “Tabii tabii” diyorum. Gidiyorsunuz, bekliyorum, gelmiyorsunuz. Kalkıyorum, “Şöyle bir etrafa bakayım” diyorum. Odadan dışarı çıkıyorum. Alan çok büyük, kendimi çok küçük hissediyorum. Karşıda dar, loş ve burası gibi büyük tavanı olmayan normal bildiğimiz bir koridor var. Uzunca, tren gibi sıralı, arka arkasına ahşap kapılar koridor boyunca...
Kapıların sadece baştaki ikisi açık, içeride bir kongre, seminer tarzı bir şeyin kokteyli var sanki. Herkes ayakta, kalabalık, konuşuyorlar. “Sanırım Kemal Bey buraya geldi” diyorum. “Sempozyum var herhâlde” diyorum. Koridoru yürümeye devam ediyorum. Diğer tüm kapılar kapalı, açmaya cesaret edemiyorum. Koridor da ilerledikçe karanlıklaşıyor, hafif tedirgin oluyorum ama sonuna kadar gidiyorum. Sonra “Kemal Bey belki odaya gelir, döneyim geri” diyorum. Tam koridorun sonundan geri dönerken kapalı kapıların birinin arkasından mikrofonla sizin sesiniz geliyor, “Buse” diyorsunuz. İrkiliyorum, kapıyı yavaşça açıyorum, içeride onlarca insan var; elinizde mikrofon, başınız kalabalık. Bana elinizle köşede bekle işareti yapıyorsunuz.
Köşeye geçerken aklımdan geçen ilk şey: “Kemal Bey beni nasıl gördü? Kapı kapalıydı. Aralıktan mı gördü? Mümkün değil. Dışarıda bir kamera olsa burada ekran olmalı, o da yok. Acaba hissetme yeteneği filan mı var?” diyorum. Sonra siz insanlarla konuşurken ben odanın içerisinde bir kapı daha fark ediyorum. Merakla ona yönelip “Burada ne varmış?” diye kapıyı açıyorum. İnanılmaz bir yeşillik, uçsuz bucaksız bir yol ilerliyor, yolu güneş aydınlatıyor. Yola bakakalıyorum. “Şurada yürüsem şöyle” diyorum. “Kemal Bey ile randevudan sonra gelir yürürüm” diyorum.
Sonra bir anda kapının önünde sağ köşesinde yeşilliğe doğru bir kadın sırtı dönük, simsiyah saçları ile önümde oturuyor, fark etmemişim yola bakmaktan. “Ah, diyorum, kadın varmış burada, rahatsız ettim.” Kapatıyorum hemen kapıyı; yerime, köşeye geri dönüyorum. Sizin işinizin bitmesini, seansa birlikte geçmeyi o köşede bekliyorum…
- Uzun yıllar önce, kendi iç sesleriyle savaşmaktan bitap düşmüş, “Neredesin Tanrım?” niyazına kendi anladığı dilden bir yankı gelmediğinde ötelerden de umudunu kesmiş, dünyanın bütün kederlerinin yüküyle sandalyesine çökmüştü. “Tanrı’yla aramda bir kırgınlık var” demişti. Bugün bana bir rüya getirmiş. Beni şaşırtan bir hamleyle çantasından bir başörtüsü çıkarıyor ve aceleyle başını örtüyor. Anlaşılan bir dua okur gibi anlatacak ruhunda olan biteni. Ayaklarına ve ruhuna dikenler batan bir yolculukta, geri dönmenin imkânsız olduğu bir noktaya gelmiş artık. Öyle bir yer ki orası, ya öleceksin ya da olacaksın.
Seslenen yakından sesleniyor. Bir fısıltıda, yaprakların hışırtısında, dağların üzerinden uğuldayan rüzgârda sesleniyor. Biz bazen onun sözlerini “işitme kıtlığı” çekiyoruz. O gün, o saat duymadığı o fısıltıyı sonra ruhunun müziği yapıp meşke döndüyse, hakkıyla arayanlardan olduğundan. Ama şimdi bir an için o irtibat kopar gibi olduğunda beni yoluna yoldaş kılmak istiyor.
Bazen kaldıramayacağım yüklerin sırtıma yüklendiği olur. Bakalım benim yüreğimin takati var mı o yolu yürümeye? Kendi hamlığımla derdim bitmedi ki benim, pişmenin usul ve adabını öğreteyim? Dünyadan çekilmenin yollarını kendim öğrenemedim ki bir başkasına vaaz ü nasihat edeyim? Kılavuzluk edemem ama yol arkadaşlığı edebilirim. Belki dünyayı kökten değiştiremiyoruz ama yaralı bir ruha, dertli bir başa teselli olduğumuz her seferinde dünyayı azıcık daha güzelleştiriyoruz. Bir ruhun diğerine dokunduğu an, hayatın mucizesidir.
Kırılganlık sadece Tanrı’yla aramızda değil, sözcükler de kırılgan, sessizlik de kırılgan, varlık kırılgan. Sözcüklerin “yumuşak ve korunaklı güzelliği”nde bir şifa arıyoruz ama bazen susmak şifadır. Gidilmeyen yolların, aşılmayan tepelerin, görkemi karşısında dilin yetersiz kaldığı acıların karşısında susmak. “Susan söz”ün görkemi.
Sessizliğe tahammül edemediğimiz bir zamanda yaşıyoruz artık, acelecilikle saldırıyoruz ona, her susku yaralanabilirliğimizi ve eksikliğimizi bize hatırlatıyor. İyi bir terapi seansı, iyi bir şiir gibi sözün gereksiz israfından kaçınır. “Sadece sessizlikle, sessizliğin elle tutulmaz kırılganlığıyla sonu olmayan bir diyalog kurulursa, hesap kitap yapan mantığın gözleriyle asla görülemeyecek olan ruhun dile getirilemez yaraları kavranabilir ve bu yaralar iz bırakmadan tedavi edilip iyileştirilebilir” diyor Eugenio Borgna.
İçimizden geçip giden tarih nereye uğruyor? Hangi uğraklarda soluklanıyor? Bizden önce yaşayan binlerce kuşak var ve bizden sonra da ihtimal ki binlerce kuşak geçip gidecek. Bir ışık çakımı, bir göz açıp yumma kadar kısa ömürlü hayatlarımızda bizden geriye ne kalacak? Belki O’nun bize söylediği sözlerden tatlı bir tat damağımızda ve bizim ona ettiğimiz niyazdan un ufak olmuş birkaç hece. O’nu işitmenin sevinci ve muhatap kılınmanın sevinci.
Varlıkla beraber çağıldayıp aktığımı hissedebildiğim o vecd duraklarında. Bir tebessümde, bir bakışta, karanlığın içinde parıldayan bir umutta, insanca bir direnişte, doğruluk için dayanışmada.
Bana o en derindeki insanlığımı hatırlatan her var olma biçiminde. Bizi çepeçevre kuşatan lütfu her hissedişimde. Dikkatimi malayani olandan sahici, değişmez ve ebedî olana çevirdiğim her keresinde. Tanrı sessiz değildir, o bizimle mütemadiyen konuşur. Sadece biz nadiren duyarız. Kalbini yukarı kaldır da bak. Kalbin gözü var da kulakları yok mu sanıyorsun? Nasıl duyuyoruz inildeyen ruhları?
“Ruhum başkalarının acılarına uyandı” diyor bir bilge, “Nasıl oldu da bu kadar şanslı oldum?” Başkalarının ızdırabından gönül çevirdiğimiz her seferinde kalbin birazı ölür. Ahlaki kayıtsızlık, ızdırap içindeki ötekine ihtimam göstermediğimizde, onun acısını yok saydığımızda, bile isteye onu görmediğimizde sökün eder.
Karanlık o zamandır ki birbirimize inancımızı kaybederiz, birbirimize konuşacak cesareti bulamayız. İnsanın insana, insanın Tanrı’ya itikadı ruhun en karanlık gecesinde bize yön gösterir. Kalbi olanların ışıldadığı ve kalbi olanlara bakarak istikametimizi bulacağımız bir zamanda yaşıyoruz. Yaşama korkusunu yenmemiz gerek. Yaşamaktan da ölümden korktuğumuz gibi derin bir korkuyla korkuyoruz. “Korku evdeki en ucuz oda” diyor Hafız, “seni daha iyi yerlerde görmek isterim.” Korku ve umut arasında salınıyoruz değil mi?
Umut çok uzaklara gider. Minkowski’nin ifadeleriyle, “geleceğin zenginliğini şimdiki zamanda önümüze serer.” Melankoli bir tür hareket edememe, felç olma hâli. Zihnim bir karanlığa çapa atmış ve oradan çıkamıyor. Ruh çok uzaklara gidemiyor. Ruhunu serbest bırak, onu azat et. Kaybolmasına izin ver. Sonra yeniden bulmasına, sonra yeniden kaybolmasına. Sen yola kaybolmak için çık. Bak bakalım ne bulacaksın yolda, ama sakın hızlanma. Her sese, her çıtırtıya kulak kesil. Kalbin takallüb etmesine izin ver.
Hüzün ve keder, sonra sevinç ve neşe. Sonra yine keder sonra yine neşe. Dünya içeriden dışarı doğru genişler. Kalbin genişlediğinde. Daha çok sevdiğinde, daha açık ve farkında olduğunda. İçin içine sığmaz olduğunda. Senden sonra gelecekler için bir tohum ektiğinde. Hiç görmeyeceğin o insanları sevebildiğinde. Kalbin genişlediğinde dünyan genişler.
Bana bir rüya getirmişsin. Rüyalar konusunda uzman değilim. Yine de bunu bana yazdığın bir mektup gibi açıp okudum. Kaybolduğunda seni bulmamı istiyorsun, bunu anladım. Sen beni görmesen de ben seni göreyim. Buna kuşkun olmasın, ikimizde de aynı sızı var.
Her arayan bulamaz ama bulanlar kaybolanlardır. Senin dolaştığın vadileri tanıyorum, kaybolsan da elini tutma ihtimalim var. Bir yamaçta ansızın karşılaşabiliriz. İkimiz de o uçsuz bucaksız yolu, o inanılmaz yeşilliği arıyoruz. Bu dünyada ruha sürur verecek bir cennet, sahici bir karşılaşma, yüreğin neşidelerine ötelerden gelecek bir yankı...
Seni duvarların arkasından görmemi, kaybolursan seni bulmamı istiyorsun. Her birimiz bu dünyada hissedildiğimizi hissetmek istiyoruz. Ben de diyorum ki her yerde O’nun lütfu var. İzleri takip et. Duyulmayanı duy, görülmeyeni gör. Kalbinle gör, kalbinle duy. Kalbinle kaybol, kalbinde kaybol. Diyorum ki, “elbet bulunur/iyi bir hâl üzere kaybolan kişi”.
Not: Rüya ve insan gerçek, isim değiştirildi. Rüya sahibinden izin alındı.