Kalpleri durduracak bir ses: Hafız Sami
Müziği yasaklanan, kendi toprağından, ruhundan neşet eden şarkılarını dinlemekten mahrum kalan başka bir millet var mıdır bilmiyorum. Biz, daha çok yakın bir zamanda yaşadık bu tecrübeyi ve hayf ki tesirini hâlâ yaşıyoruz. Türk topraklarında Türk müziği icra etme, öğrenme yasağının kalkmasının üzerinden çok zaman geçmedi; yasak 1926’da Darülelhan’ın kapatılmasıyla başlamış, 1971’de konservatuarın açılıp Türk müziği eğitiminin verilmeye başlanmasıyla kalkmıştır, diyebiliriz. Yaşadığımız bu kopma, bu unutturma bana kalırsa hedefine de vardı zira bugün klasik müziğin asıl hazinesinden, yekûnundan ne yeteri kadar haberdarız ne de bir dinleyici olarak bu müziğe yeteri kadar vâkıfız. Ve bunu aşmak için bugün bile, mesela okullarımızda Türk müziği eğitimine dair yapılmış iyileştirici bir hamle yok. Bu susturulan müzik, bütün varlığıyla paha biçilmez bir hazine gibi, müstağni ve müdânâsız, olması gereken yerde, bu topraklarda varlığını sürdürüyor ve yalnız kendisi için gayret gösterene kapılarını açıyor.
Bu yasak hedefine vardı, diyoruz çünkü bu müziğin asıl zirvelerini, neler yaptıklarını, nasıl hayatlar yaşadıklarını, neye inandıklarını, ruhlarını neyle beslediklerini, şarkılarını kime söylediklerini, hangi sokaklardan geçtiklerini, mahzun gönüllerini, coşkun ilhamlarını, gökkubbeye saldıkları nağmeleri tanımıyoruz ve bu zengin varlığın belki farkında bile değiliz.
Yaramız burada dursun, biz Hafız Sami’nin kapısına varalım. Hafız Sami Türk müziğinin bu zirvelerinden biri. Mozart ismini bilen on gençten biri Hafız Sami’yi de bilse belki yaraya karşı bir hamle olur zira Mozart ismini bilen on gencin Hafız Sami ismini hiç duymamış olması kuvvetle muhtemel.
Sırrın sesi
Hafız Sami bana kalırsa bir sırrın sesi; ömrü boyunca bir sırrı terennüm etmiş âdeta. Bir gazele başlarken çektiği ah’lar, o ah’larda dalgalanan esrar, gönlünde bir sırla ömür sürdüğünü ve her terennümün bu sırrın dile gelişi olduğunu haber verir gibidir. Ömrünün ızdırabı nedir kimse bilmez.
Herkes Hafız Sami’nin gönlünü ve bütün ruhunu saran aşktan bahseder ama bu aşkın somut bir nesnesi ya da bir hikâyesini anlatmaz kimse. Hakikaten bir aşk hikâyesi mi vardır, bir güzele meftunluğu mu olmuştur; yoksa Allah onun gönlünü sanatının toprağı olsun, hünerini orada büyütsün diye aşk ve hüzünle mi donatmıştır, bilinmez. Hafız Sami’nin sesini, okuyuşundaki olağanüstülüğü Allah vergisi özel bir kabiliyet olarak tarif eder onu dinleyenler, aynı böyle, aşkı ve ızdırabı da kendisine yaratılıştan verilmiş Allah vergisi bir yetenek gibi ömrü boyunca gönlünde taşımıştır Hafız Sami.
- Kendinden bahsederken “Yedi yaşında idim. Duygumda bir şeylerin, fevkaladeliklerin dalgalandığını ve beni sarsmakta olduklarını sezerdim. Lakin bunların ne olduklarını anlayamazdım. Yaş on beş deyince anladım ki sinirlerimi yakan o ateşler ‘aşk’ imiş” diye anlatır. Eskiler böylesi gönüllere “sevdaviyülmizac” derler. Hafız Sami de gönlü aşk dolu bir zat-ı muhteremdir. Kendisine “N’oldun a gözüm Sami! Neden böyle bunaldın / Dünya yıkılıp sen onun altında mı kaldın” diye ahval soran dostuna “Cevr-i dilber, ta’n-ı düşmen, sûz-i firkat, zâf dil / Türlü türlü dert için yaratmış Allahım beni” diye karşılık verir.
Hafız Sami doğduğu Filibe’den İstanbul’a geldiğinde dört yaşındadır daha. Rusların Filibe’yi işgali bu göçe zorlar aileyi. Hafız Sami’nin yeteneği, sesinin güzelliği ise okula başladığı yıllarda fark edilir. Eskiler müziği camilerde, tekkelerde, musiki üstatlarının -her neredelerse- dizi dibinde öğrenirdi.
Hafız Sami de, madem sesi böyle güzeldir, Sultan Selim Camii’nde Reisülkurra Hacı Hasan Efendi kontrolünde hafızlığa başlar. On iki yaşına gelip hafızlığını tamamladığında ise Fatih Camii’nde düzenlenen törenle bu dillere destan olacak sesi herkes tanır. Daha on dört yaşındayken Fatih Camii’nde okuduğu mukabeleler caminin dolup taşmasına sebep olur; işini gücünü bırakan, dükkânını kapatanlardan başka İstanbul dışından bile dinlemeye gelen meraklıları vardır. Ne yazık ki Hafız Sami’nin bugün elimize ulaşan bir Kur’an-ı Kerim ya da mevlid kaydı yok.
Meşrutiyet yıllarında Esat Efendi Tekkesi’nde okuduğu Mülk suresini dinleyen dervişlerin cezbeye geldiği, şeyh efendinin bu hararetli cezbe hâli karşısında yüksek sesle el-Fatiha diye bağırarak Kur’an tilavetini kestirmek zorunda kaldığı da yakınları tarafından anlatılır. Süleymaniye Camii’nde bilhassa Darülfünun gençlerine okuduğu mevlidi Ali Rıza Sağman şöyle anlatır: “Ben değil, kimse o revnakı, o ulviyeti tasvir edemez. Koca Süleymaniye, o kadar dolmuştu ki pencerelerin içinde bile halk, birbirinin üstüne çıkmışçasına sıkışmıştı. İzdihamı düşün. Fakat gürültü, uğultu değil çıt yoktu. Öyle bir okudu ki o parlak sesin kemerlere, kemerlerden kubbelere çarparak hâsıl ettiği tesiri duyunca banii şöhretşiar Sinan, kahraman namdar Süleyman’ın bu semavi kubbelerde uçuştuklarını görüyor gibi olmuştuk.” Yine, na’t okurken “Ya Resulallah” rediflerini ağlayarak okuduğunu onu dinleyenler anlatır.
Medrese eğitimi de gören Hafız Sami musiki meşki için de farklı hocalara gider. Zekai Dede’ye musiki meşk etmek için gidip bir eser okuduğunda Zekai Dede ona “Oğlum, sana Hüdâ meşk etmiş, benim meşk edecek bir şeyim yok! Gittiğin yolda böylece devam et!..” der. Hasılı Hafız Sami, sesinin güzelliği, geniş oktavı, falsosuzluğu, bir nefesle üç beyit okuyacak kadar geniş soluğu, oynak hançeresi, vurguları, manaya ve telaffuza hâkimiyeti ile musiki icrasında da bir zirve hâline gelir.
Ali Rıza Sağman , Hafız’ın hiç dinlenmeden üç saat okuyabilecek kudrette olduğunu anlatır ve ekler: “O, sesini hançeresinden ve ciğerinin kuvvetinden, bu kuvveti de aşkından alıyordu. Sami’nin ciğeri ciğer değil, göğsüne sıkıştırılmış koca bir körük idi.” Neyse ki plaklara okuduğu gazel, şarkı, beste örnekleri bugün onu dinlememizi mümkün kılıyor. Ama elbette zor şartlarda ve düşük kalitede doldurulan plaklar onun bir mecliste okuyuşunun tam karşılığını veremez.
Hafız Sami ahlakı, ilkeli ve tavizsiz duruşu ile de dikkat çeken bir şahsiyettir. Hafız Sami her yerde okumaz, herkese okumaz, her vakitte de okumaz; sesini ve sanatını ayağa düşürmekten yahut kullanmaktan kaçınırdı. Makam mevki, paraya da itibar etmez hiçbir zaman. Yeri gelir padişahı geri çevirir, yeri gelir Enver Paşa’nın çağrısına, ben kimsenin kulu değilim, diye cevap gönderir. 1906’da imamlıktan istifa ederek hacca gider. Döndüğünde Şeyhülislam’ın kendisine teklif ettiği hünkâr imamlığını da, sultana yakın olan ateşe yakın olur manasında “Kurb-i sultan ateş-i sûzan büved” diyerek geri çevirir.
1912’ye kadar bazı musiki meclislerinde bulunur. Onun musiki meclislerindeki duruşu, tavrı da dikkate şayandır. Bir kere bir musiki meclisindeyse gece yarısından evvel okumaz Hafız Sami. Çünkü uykuya yenilecek zayıflıkta olanların tasfiye olmasını, uyku tutmayan dertli, âşık gönüllerle mecliste baş başa kalmayı bekler. Mecliste kimler olduğu önemlidir Hafız için. Sevmediği, tanımadığı birileri bulunursa bir köşeye geçer, somurtur, suratını asar, gözünü yumar, öylece oturur; meclise ara sıra yüzünü döner. Fakat bu hâl, ona olan hayranlığa zerrece halel getirmez.
Herkes meftundur ona, isterler ki gitmesin de nasıl durursa dursun. Bilhassa parası, mevkisiyle var olanların meclislerinde asla bulunmaz; böyle birine mecliste rastlarsa ya onu kaçırır ya kendi kalkar gider. Bunu musiki dinleme hünerine sahip olmayanlarla karşılaşınca da yapar. Usullere, adaba aykırı bir hareket gördüğünde ya ikaz eder, terbiyeye davet eder ya da meclisi terk eder gider.
Hafız Sami’nin filan mecliste bulunması, okumuş ya da okumamış oluşu, okuduysa tesiri her gece meclislerin dedikodu konusu olur. Fakat sevdiği meclislerde sohbeti, okuması, neşesi bol bir insan oluverir. Vakit geceyi vurduğunda dem o dem olur; içine sırrını gizlediği o sonsuzmuş hissini veren, yakıcı ah’larını dostlarından sakınmaz. Ah ile, el-aman ile, yar ey ile birer alev topu salar gönüllere de inletir dertli meclisleri.
1912 yılından yani otuz sekiz yaşından sonra ruhi bir bunalım geçirir Hafız Sami. Bundan sonra ömrünün elemi katmerlenir, bu sinir buhranları sebebiyle artık sadece bazı vesilelerle okur. 1936’da Gülhane Hastanesi’nde tedavisine başlanır ama gönlü yoktur bu tedavilere devam etmekte çünkü hastalığının ruhani olduğuna, ilaçların tesir etmeyeceğine inanır. Öyle de olur; kalan ömrü bu buhranların elemi, ızdırabıyla geçer. 1943’te bir nisan günü kız kardeşinin ısrarını kırmayıp doktora gitmek için yola çıkarlar fakat varmadan, yolda önce geri dönmeyi teklif eder, biraz sonra da kız kardeşinin kolunu tutar, Allah diye haykırır ve dar-ı bekaya göçer Hafız Sami. İsteği üzere Edirnekapı’ya kalabalık bir cemaat ve Kur’an tilaveti eşliğinde defnedilir.
Hafız Sami’nin hayran bırakan icrasından dinlediğimiz şu bestenigâr gazelin güftesini de hazretin hâl tercümesi gibi şuracığa bırakalım:
“Dil ateş dîde ateş sîne ateş rûy-i yar ateş
Gül ateş bülbül ateş gülşen ateş cûy-bar ateş
Reha bulmak ne mümkün sûziş-i dilden uşşaka
Firak ateş visal ateş bela-yı intizar ateş.”
Mekânı cennet, ızdıraplı ruhu şad olsun.