Hayat can sıkıntısıyla geçer mi hiç?

MEHMET DİNÇ
Abone Ol

Modern psikoloji; can sıkıntısının değerlendirildiğinde özellikle çocukları daha yaratıcı ve daha motive yapabileceğini söylüyor. Bu da çocukları psikolojik olarak daha dayanıklı ve güçlü kılıyor. Can sıkıntısını değerlendirebilmek ise kişinin çevresi ile irtibatını yeniden tesis etmesi ile mümkün oluyor. Yani kişinin havada uçan kuşu görmesi, atan kalbini duyması, esen rüzgârı hissetmesi veya etrafındaki insanların, hayvanların, bitkilerin ya da eşyaların farkına varmasıyla gerçekleşiyor.

Sadi Şirazi’nin Nobahari şiirini besteleyip şarkı yaparlar. O şiirleri çocukluğunda ezberleyen Abbas Kiyarüstemi de ölüm döşeğinde bu şarkıyı dinlemek ister. Şarkıda şu sözlere sıra gelir ve ağlar büyük yönetmen; “Bize bir ömür daha lazım, öldükten sonra

Bu ömrü biz hepten umutlarla tükettik.” Bu ömrün ardından bir ömür daha verilmeyecek, malum. Biz ne ile tüketiyoruz acaba elimizde olan yeganeyi?

Paul Cezanne, Card Players

İnsan bu dünyada bir mana için var. Bu mananın muradı bizden bir şeyler bekler. Bu beklenti kalbimizde sevinçtir. Ki hatırlatır bize; boşa değildir varlığımız, boşa gitmez yaptığımız. Ne kadar hatırlarsak o kadar güçlü oluruz, dirençli kalırız. Her zaman mutlu etmez belki bizi hatırlamak ama her zaman mutlu olmak da gerekmez. Bize lazım olan hayatın mukadder zorluklarına rağmen devam edebilmektir.

Söylemesi kolay, yapması zor. Dert yağmur gibi yağar bazen. Bütün ezberlerimiz bozulur. Olmamak olmaya tercih edilir. Ne yapmalıdır bu zamanlarda? Ritmi muhafaza önemli. Bedenin ritmini, aklın ritmini, kalbin ritmini kaybetmemeli.

Beden uyur, uyanır; doyar, acıkır; yapar, yorulur. Bu kırılamaz döngü bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa o kadar zayıflar beden ve kaldıramaz gücü yetebileceği halde günlük yüklerini.

Akıl görür, düşünür, öğrenir, bilir, anlar, inanır, görür. Bu zorlu süreç bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa görüşü o kadar zayıflar aklın ve yetemez çözmeye dünyalık basit problemleri.

Kalp beğenir, sever, ister, özler, buluşur, “bir”leşir. Bu uzun yol bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa o kadar yoldan çıkar ve “bir” yerine “bin”de kaybolur.

Bütün bu ritmi bulmak ve korumak da emek ister, dikkat ister, rikkat ister. İnsana bedenine karşı, aklına karşı, kalbine karşı sorumluluklar verir. Bu sorumluluklar evi, sokağı; geceyi, gündüzü; halveti, encümeni boşluk bırakmadan düzenler. Boşluk bulup canı sıkılan kişi, bir sorumluluğundan vazgeçiyor demektir ve de ya emekten, ya dikkatten ya rikkatten çalıyordur.

Kalbin olsun, çocuklaş!
Nihayet

“Hayat kısa, kuşlar uçuyor” diyor Cemal Süreyya. Bir şekilde devam edecek bu hayat, günler bir şekilde geçecek. Ama bu kadar kısa, bu kadar bitimliyken can sıkıntısıyla geçer mi hiç?

Nasreddin Hoca kardan helva yapmış. “Kardan helva olur mu hocam?” demişler. “Ben de beğenmedim zaten” demiş. Biz de bu hayatta bir şeyler yapıyoruz. Can sıkıntısı ile ziyan edersek bu hayatı, yolun sonunda beğenecek miyiz yaptıklarımızı?

Yasin Ramazan “sabahı müşahedeye, günü murakabeye, geceyi muhasebeye ayıracaktık. Biz hepsini internete ayırdık” diyor. Hayatımızda müşahede, murakabe, muhasebe olsa an gelir, “can” ımız sıkılır belki bir dem ama can sıkıntısı yaşar mıyız hiç?

Edvard Munch, Çığlık

Modern psikoloji; can sıkıntısının değerlendirildiğinde özellikle çocukları daha yaratıcı ve daha motive yapabileceğini söylüyor. Bu da çocukları psikolojik olarak daha dayanıklı ve güçlü kılıyor. Can sıkıntısını değerlendirebilmek ise kişinin çevresi ile irtibatını yeniden tesis etmesi ile mümkün oluyor. Yani kişinin havada uçan kuşu görmesi, atan kalbini duyması, esen rüzgârı hissetmesi veya etrafındaki insanların, hayvanların, bitkilerin ya da eşyaların farkına varmasıyla gerçekleşiyor. Söz konusu farkına varma dışa doğru olduğu gibi içe doğru da olabiliyor. Kendi içinde olmuş ve olanları hatırlaması, farkına varması da bu sürece dahil tabi. Bu farkındalığa kayıtsız kalmayıp bir şeyler yapmak için harekete geçerse de, yaratıcı düşünce ya da motivasyon ortaya çıkıp psikolojik dayanıklılığı artırıyor. Bu harekete geçmenin illa bir eylem olması gerekmiyor. Bir düşünce, bir duygu, bir ses, bir söz de olabiliyor. Neticede var olmaya ve var olana karşı gözünü açması ve buna kayıtsız kalmaması insana iyi geliyor.

  • Bir adım geri gidip resme bir uzaktan bakalım. İnsan dünya gailesi ile kendisi veya etrafı ile irtibatını koparıp meşguliyetlere boğulunca nefes alma imkânı bulabileceği aralar can sıkıntısı yaşayabiliyor. Bu can sıkıntısı anlarında kendinin ya da etrafının farkına varıp bu konuda bir şey yapması da ona iyi geliyor. İyi geliyor da keşke bu yola hiç girmeseydi.

Yani hiç kendini bu gaileye kaptırıp kendisi ve etrafıyla irtibatı kopartmamış olsaydı. O zaman zaten canı da sıkılmayacaktı, kendine ve çevresine de kör kalmayacaktı. Peki ne olacaktı? Kendinin ve çevresinin farkında olarak, kendine ve çevresine karşı sorumluluklarını acelesiz ve iddiasız yerine getirecekti. Kimseyle yarışıp yorulmadan, görünme derdinde olmadan, beklentilerle tükenmeden sakin sakin, huzur içinde ancak can sıkıntısına vakit bulamadan dolu dolu yaşayacaktı. Bu durumda da psikolojik dayanıklılığı güçlenmeyecek çünkü zaten güçlü bir psikolojik dayanıklılığa sahip olacaktı.

Tekrar başa dönelim; umut ederek değil fark ederek yaşamak gerekiyor bu hayatı. Umut edip hareket geçmeyi bekleyerek değil, fark edip hemen harekete geçerek. Bu hareketin içerisinde sorumluluklar var. Sorumluluklar ki yüklenince yoran değil dinlendiren, bunaltan değil rahatlatan sorumluluklar. Parçalayan değil bütünleştiren, dağıtan değil birleştiren sorumluluklar. Bu sorumlulukların peşine düşelim. Bir hayat tarzı inşa edelim. Bozuk saatler yalan yanlış işlesin, biz kendi saatimizi kuralım, kendi ritmimizi bulalım. Ne bedenimiz bizden davacı olsun, ne aklımız, ne kalbimiz… Bir çiftçinin tarlasına karşı sorumlu halleri örneğimiz olsun. Emek verelim bahaneler bulmadan, tohumlar ekelim, suyla besleyelim, güneşle büyütelim, yabani otlardan temizleyelim etraflarını ve sabredelim. İnanalım tohumların fidana döneceğine, dalların meyveye duracağına. Yel vurur, sel alırsa da emeklerimizi pes etmeden, vazgeçmeden tekrar bekleyelim vaktimizi. Teslimiyet ile, tevekkül ile…

“Bilesin kavuşmak yoktur İslamlıkta” diyordu Süleyman Çobanoğlu, biz de bilelim can sıkıntısı yoktur İslamlıkta…