Kalbin olsun, çocuklaş!
“Oz Büyücüsü” yayımlandığında (1900) henüz yirminci asrın tahripkâr “dünyasavaşları” meydana gelmemiş, Avrupalının beyninde şüphe yaygın bir fenomenolmamıştı. Aynı yıl doğan Küçük Prens yazarı ise, birinci savaşı çocukkenyaşamış, ikinci savaşın ortasında önce Amerika’ya sığınmış, sonra ülkesine dönüppilot olarak görev yapmaya başlamış ve 44 yaşındayken bir keşif uçuşundan geridönmemiş, kendisinden bir daha da hiç haber alınamamıştı. Belki yükseklerde“gerçeğin mayasını” görmüş, dünyanın artık dönülmeye değer olmadığına kararvermişti. Kim bilir?
Küçük Prens, dünya çölüne ayak bastığında, hayatın en büyük sırrını insanlardan değil de bir tilkiden öğrendi. Neden tilki? sorusuna cevabım yok maalesef. Ya “cebindeki adreslerden umut kalmamış,” ya da kaprisli çiçeğinden aceleyle uzaklaşmak isterken cebinde hiçbir adres olmadan yola çıkmıştı. “Büyükler” için üç ayrı çeviriden yararlanıp bu sırrı çözmeye çalışayım. Bir: “İnsan ancak yüreğiyle görür. Aslolan göze görünmez.” İki: “Ancak kalple bakıldığında çok iyi görülür. İşin hakikati gözle görülmez.” Üç: “İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”1Aslolan, işin hakikatı veya gerçeğin mayası… Bilinmeye değer olan, ancak kalple görülür. Kalp gözü kör ise, başa nice çoraplar örülür.
İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, New York çölünde sürgün yaşayan bir Fransız aristokrat (Antoine de Saint-Exupery), adeta Kur’an tefsiri yapıyor, kalbin sesine kulak tıkayan medeniyetin yoldan çıkmış olduğunu haber veriyordu. Okudukça kalbim sıkışıyor, İslam Ansiklopedisi’ni açarak şifâ niyetine “Kalb” maddesini içiyorum: Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü.. dile getirir. İnsanın idrak eden, bilen ve kavrayan tarafı olduğu için kalb ilâhî hitaba muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalb olduğu Kur’an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir: “Kalbleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar.” (A’râf, 179), “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (Hac, 46)2
- Çocuk romanlarına müptela büyükler bilir, Oz Büyücüsü’nün Korkuluk’u beyin, Teneke Adam’ı ise kalp peşindedir. Oz ülkesine doğru yola revan olmuşken, Korkuluk tökezleyip bir çukura düşer. Teneke Adam, neden çukurun etrafından dolaşmadığını soracak olur. “O kadar akıllı değilim, kafam samanla dolu, Oz’dan beyin istemeye gidiyorum zaten.”
Onu anladığını belirten Teneke Adam, gene de beynin dünyadaki en iyi şey olmadığını söyler. “Sende varmı ki?” diye şaşkınlıkla sorar Korkuluk. Teneke Adam’ın cevabı, modern Batı vicdanının beynin marifetlerine isyanının özetidir: “Hayır, benim kafam da bomboş. Ama bir zamanlar beynim de vardı, kalbim de… İkisini de denemiş biri olarak, daha çok bir kalbim olmasını tercih ederim.”3Korkuluk’a Kıtırsoy kıza olan aşkını ve kalbini yitirdikten sonra içine düştüğü büyük boşluğu da anlatan Teneke Adam, Necip Fazıl’ın 72 yıl sonra yazacağı şiiri haber veriyor gibiydi:
- Seni dağladılar, değil mi kalbim,
- Her yanın içi su dolu kabarcık,
- Bulunmaz bu halden anlar bir ilim;
- Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.
Oz Büyücüsü yayımlandığında (1900) henüz yirminci asrın tahripkâr “dünya savaşları” meydana gelmemiş, Avrupalının beyninden şüphe yaygın bir fenomen olmamıştı. Aynı yıl doğan Küçük Prens yazarı ise, birinci savaşı çocukken yaşamış, ikinci savaşın ortasında önce Amerika’ya sığınmış, sonra ülkesine dönüp pilot olarak görev yapmaya başlamış ve 44 yaşındayken bir keşif uçuşundan geri dönmemiş, kendisinden bir daha da hiç haber alınamamıştı. Belki yükseklerde “gerçeğin mayasını” görmüş, dünyanın artık dönülmeye değer olmadığına karar vermişti. Kim bilir?
Sahip olma, ol!
Saint-Exupery ile aynı yıl doğan Erich Fromm da iki ardışık savaşı yaşamış, üstelik iki savaş arası yıllarda başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde kıyıma uğramış bir kavmin çocuğuydu. Sevme Sanatı başlıklı eseriyle dünya çapında bir şöhrete kavuşan bu hümanist Yahudi, kutsal kitapta ve çocuk romanlarında geçtiği üzere, bütün meselenin beyin değil kalp çevresinde döndüğüne inanıyordu. “İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlığın fizikî varlığını sürdürebilmesi, insanoğlunun kendi kalbindeki köklü değişikliklere bağlıdır,” diyordu. Modern insanın bütün hayatı, kendinden çok şeye sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan korkmakla geçiyor. Niçin? Çünkü olmak ile sahip olmayı birbirine karıştırmış bulunuyor. Sahip olduğu nispette, ‘olacağını’ vehmediyor ve bir türlü ‘olamıyor’. Zaman ile ilişkisi bunu çok güzel yansıtıyor: Önce bütün çabasıyla kendine boş zaman yaratmaya çalışıyor, sonra bu zamanı ‘öldürebildiği’ ölçüde sevinç duyuyor.4
Fromm'a göre, insanoğlunun “tabiatı sınırsız biçimde kendi hükmü altına alma” girişimi geri tepti. İnsanlar teknolojinin gücüne dayanarak en güçlü, bilime dayanarak herşeyi bilen olacak, tabiatı malzeme olarak kullanıp ikinci bir dünya yaratacaklardı. Aydınlanma projesinin vaadi buydu. “Sanayileşme, özgürlüğü toplumun üst kesimlerinden tabana doğru yayacak, kadın ve erkeğin birbirlerine eşit oldukları evrensel bir burjuvazi meydana getirecekti. Sınırsız üretim, mutlak özgürlük ve kısıtlanmamış mutluluk üçlemesi, yeni ‘gelişme dini’nin temelini oluşturuyordu ve bu dinin dünyevî planda yaşanması, eski dinlerdeki İlahî Şehir’e ulaşma arzusunun yerini alıyordu.”
Dünyevî cennet hayali yirminci yüzyıldaki iki korkunç savaşla sona erdi. Fromm’a göre, başarısızlığın iki önemli psikolojik sebebi vardı: 1. Hayatın tek gayesinin mutluluk (= maksimum hazza ulaşmak) olarak görülmesi. 2. Kapitalist sistemin kendi varlığını koruyup sürdürebilmesi için desteklemek zorunda olduğu bencillik. Bu fikirler yeni değildiler şüphesiz. Fakat bütün toplumu istila etmeleri, sadece küçük bir azınlığın değil, çoğunluğun da olağan düşüncesi hâline gelmeleri modern Avrupa tarihine özgüydü. Kapitalist sistemin gelişmesini belirleyen, “İnsan için iyi olan nedir?” sorusu değil, “Sistemin genişlemesi için gerekli olan nedir?” sorusuydu. Bunun içindir ki, sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlük ve sahipolma ihtirası gibi niteliklerin “insanda doğuştan var olduğu” ileri sürülerek bunların sistemden değil insanın tabiatından kaynaklandığı gösterilmek istendi.
Sonuçta, insanın insanla ve insanın tabiatla savaşı zapt edilemez boyutlara ulaştı. Hiçbir çıkış yolu yok mu, peki? Fromm, cevabın basit olduğunu, aslında hiçbir karmaşık teoriye ihtiyacımızın olmadığını söylüyor: 'İnsanların ekonomik ve ekolojik bir felaketten kurtulabilmeleri için ruhî bir değişim içine girmeleri zorunludur. Bu ise, yeni bir ahlâkın doğmasına ve tabiata karşı yeni bir tavır alınmasına bağlıdır.'
Tek çıkar yolun, bugünün insanlarında görülen karakter yapısının topyekün değişmesi olduğunu söyleyen Fromm, bu hususta bize “hem iktisatçı, hem de köktenci bir hümaniter” olan E.F. Schumacher'in eserlerini tavsiye ediyor. Belki de Schumacher, ünlü Yahudi bilgin Maimonides’in çağdaş bir devamcısı olduğu için!
Aklıkarışıklar için kılavuz
Moses Maimonides, Arapça adıyla İbn Meymûn, ortaçağ Yahudi düşüncesinin her veçhesine hükmeden otantik bir dehâ. Literatürde çoğu zaman Öbür Musa diye geçer, eserleri ise İkinci Tevrat. Başeseri Delâletü'l-Hâirîn başlığını taşıyor: Şaşkınlara Rehber.5 Temel fikirleri, ciddî bir manevî yenilenme için her çağa uygun: İnsanoğlu eğer ilahî ihsana lâyık olmayı, neticede kurtuluşa ermeyi arıyorsa, takip edeceği tek yol sahih bilgi yoludur. Salih amel, sahih bilgiden çıkar. Allah'ın rızasına uygun ameller, Allah'ın sahih ve kâmil bilgisinden kaynaklanır. Hakikat zihinlere uygun yollarla yerleşmeli ve eminlik (kesinlik) size tesadüf yoluyla gelmemelidir. Bilgi insanın nihaî mutluluğudur ve insan nihaî mutluluğa bilgi sayesinde ulaşır. İnsan aklı bir kez harekete geçirildi mi faal akla katılabilir ve kendisinden doğduğu ilahî hakikatle bütünleşebilir. Ölümsüzlük verilmez, kazanılır. Bilgi yolu böyle bir ödülü hak etmenin tek yoludur. İnsanda çeşitli tekemmül dereceleri vardır. En aşağı insanlar sadece servet olgunluğuna sahip olanlardır, onlardan sonra fizikî sağlık sahibi olanlar, en üstte ise erdemliler yani ilahî yasaya muti olanlar.
Maimonides'in tekemmül dereceleri Schumacher'in kitabına ilham kaynağı olmuş: Bu dünyada aşağı varlık kademeleri ve yüksek varlık kademeleri vardır. En üst kademe “kendinin bilincinde olma” kademesidir. Bu kademeye yükselen insan, gizil güçlerini harekete geçirip daha yüksek varlık alanlarına erişebilir. İnsanoğlunu yüksek kademelerin hakikatını araştırmaktan alıkoyan ve onu aşağı kademelere hapseden modern yaklaşımın temel dayanağı, filozof Descartes. Schumacher, bu hususta son derece katıdır: Kartezyen akılyürütme bizi “anlamak için bilim” anlayışından “manipüle etmek için bilim”e götürdü. Bilginin gayesi hakikatla örtüşmek değil, maddî dünyada etkin biçimde faaliyet göstermek oldu. Böylece “çoğulcu” bir dünyaya ulaştık, ilahlarla dolu bir dünya: Servet, bilgi uğruna bilgi, hareket hızı, piyasa büyüklüğü, değişim hızı, eğitim miktarı, hastane sayısı ve daha nice kutsal inek… “Amansız mantığı ile Kartezyen devrim insanı, onun insanlığını idame ettiren yüksek kademelerden ayırdı. İnsanoğlu göklerin (Mavera) kapılarını kendisine kapattı ve muazzam enerji ve hüner ile kendini yeryüzüne (Masiva) hapsetmeye çalıştı. Şimdi yeryüzünün ancak bir konaklama mevkii olduğunu, dolayısıyla Göklere erişmeyi reddetmenin Cehenneme gönülsüz bir alçalma mânasına geldiğini keşfediyor.”6
Modern dünyanın dinsiz yaşama tecrübesi başarısız oldu. Peki bir geri dönüş, bir metanoia mümkün olabilir mi? Tıpkı Fromm gibi, evet diyor Schumacher: Yeryüzünün cömertliği bütün insanları doyurmamıza yeter; yeryüzünü sağlıklı bir mekân olarak muhafaza etmek için gerekli ekoloji bilgisine sahibiz; yeryüzünde herkesin yeterli barınağa sahip olabileceği kadar alan ve yeterli maddeler mevcuttur; hiç kimsenin sefalet içinde yaşamasını gerektirmeyecek ölçüde yeterli ihtiyaç maddelerini üretmede oldukça mahiriz. Yeterli miktarı nasıl temin edebileceğimizi biliyoruz; bu iş için herhangi bir saldırgan teknolojiye ihtiyacımız yok. İyi de, mevcut teknolojiyi, iş düzenini, fabrikaları kimlere bırakacağız? Çarli’ye bırakalım diyor Roald Dahl, gözümüz arkada kalmaz! “Bakın, dedi Bay Wonka, artık yaşlandım. Bu dünyaya kazık çakacak değilim. Birinin bu işi üstlenmesi gerekiyor. Bu fabrikanın başına geçmek için ne istersem vermeye hazır binlerce uyanık var ama ben öyle birini istemiyorum. Hele yetişkin birini hiç istemiyorum. Yetişkin beni dinlemez, yeni bir şey de öğrenemez. Kendi bildiğini okur, bana kulak asmaz. O yüzden, fabrikamı bir çocuğa vermeliyim. Yüreği temiz, anlayışlı, sevgi dolu bir çocuğa en nefis çikolatalarımın en gizli sırlarını vermeliyim ki gözüm arkada kalmasın.”7
Düzeni çocuklara bırakma fikrine aklınız yatmadıysa, Kur’an-ı Kerîm’den bir âyetle noktalayalım: “Kalbi olanlar için bunda bir öğüt vardır.” (Kaf, 37).
1. Antoine de Saint-Exupery: Küçük Prens çevirileri, sırasıyla: 1. Erhan Kayaalp, Agora Kitaplığı, 2015, s. 64. 2. Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı, 2016, s. 88. 3. Cemal Süreya ve Tomris Uyar, Can Çocuk, 2017, s. 113.
2. Süleyman Uludağ: “Kalb,” TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 24, 2001, s. 230.
3. L. Frank Baum: Oz Büyücüsü, İstanbul: Türkiye İş Bankası KY, 2019, s. 26.
4. Erich Fromm: Sahip Olmak Ya da Olmak, İstanbul: Arıtan, 1990. Yeni baskı: Say, 2019.
5. Moses Maimonides: The Guide for the Perplexed, iki cilt, Chicago: University of Chicago Press, 1974.
6. E. F. Schumacher: Aklıkarışıklar İçin Kılavuz, İstanbul: Küre, 2018.
7. Roald Dahl: Charlie’nin Çikolata Fabrikası, İstanbul: Can, 2020, s. 200.