Hatıraların yorumlanarak işlenmesi iyileşmeye imkân sağlar
6 Şubat depremlerinden sonra çok sayıda insanımızı kaybettik. Bir o kadarının da ayaklarının bastığı sağlam zemin olan evleri, mahalleleri, şehirleri yok oldu. Afetzedelerin kimi kaybın yaşandığı hatıraları, mekânları terk etmek zorunda kalırken kimi de oradan hiç ayrılamama hâliyle karşı karşıya… Bu iki uç dürtüyü anlamaya çalışarak travma sonrası bir insanın kayıplarıyla nasıl başa çıkacağını, ev-yuva gibi kavramları merkeze alarak tüm mekânların hafızaya etkisini ve insanın hatıralarına neden ihtiyaç duyduğunu Psikiyatri Hekimi ve Yazar Prof. Dr. Kemal Sayar hocamızla konuştuk.
Hatıraların Evi Günümüzde Aile kitabınızda evin dünyaya kök saldığımız ve kendimiz olarak var olabildiğimiz bir yer olduğunu anlatmıştınız. 6 Şubat depremlerinden sonra çok sayıda insanımızı kaybettik. Bir o kadarının da ayaklarının bastığı sağlam zemin olan evleri, mahalleleri, şehirleri yok oldu. Bu depremler, yaşayanların zihinlerinde nasıl bir hasar bıraktı?
Evimiz, sokağımız ve giderek genişleyen halkalar hâlindeki şehir, insan için uçsuz bucaksız bir mekânın ve kaotik bir zamanın evcilleştirildiği, daha munis kılındığı bir düzen hâlidir. Bedene yuva olduğu kadar zihne de sekinet ve emniyet hissi verir aşina mekânlar. Bu tanışıklık ve itimat duygusu sayesinde dünyaya kök salarız ve benliğin serpilişine imkân sağlarız. Bachelard’ın meşhur ve bir o kadar sevdiğim tarifinde, mekâna “peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutma” işlevini yüklemesinin bir iması da budur. Mekânlar, yani odalar, avlular, meydanlar, akan ve çıkmaz sokaklar, anıt eserler, sinemalar, muhallebiciler, camiler, okullar vs hafıza çıpalarımızdır; olduğumuz kişinin zihni, insanlarla olduğu kadar bu mekânların kokuları, sesleri, ışık ve gölgeleri, serinlik ve dokularıyla temas hâlinde büyür. Geçmiş, bu izler üzerinden bize bir şahsiyet kurar. Juhani Pallasmaa, “Dünya ve kendilik, birbirine durmaksızın bilgi sağlar ve birbirini tanımlar. Bedene ilişkin algı ile dünyaya ilişkin imge tek bir sürekli deneyime dönüşür; mekândaki yerinden ayrı bir beden yoktur, algılayan kendiliğin bilinçdışı imgesiyle bağlantılı olmayan bir mekân yoktur.” diyor. Bu nedenle, en yakınımızdaki insanları yitirmenin acısına benzer bir acı duyarız aşina mekânları yitirdiğimizde de. Tüm bunlar bir anda yitip gittiğinde müşfik coğrafyanın nasıl da ıssız olabileceğini keşfederiz. Esasen, benliğimizin payandalarından bazılarının çöküşü karşısında yeniden bir denge kurma ezasıyla karşı karşıya kalırız. Yas, en temelinde bu duygudur. Pek çok canın, insan sıcaklığının, insan ışığının sönüşü kadar trajik ve travmatik değil belki, ama depremin yarattığı mekânsal yıkım, bizi yeryüzündeki varoluşsal yerimizden de tutup savurdu. Aşinalık ve emniyet hislerimiz ağır hasar aldı. Tanpınar, şahit olduğu 1924 Erzurum depremi sonrasında yazdığı bir hikâyede, “Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz, deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabii ve ihtiyaçlarını uyandırıyor... Halbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lakayt ve sakin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hâli vardır.” diyordu. Bu raddede yıkıcı bir depremin ardından şehirler, silueti çarpılarak tanınmaz hâle gelmekle kalmaz, çok eski göç ordularının karargâhını andıran demografisiyle bir yeni göçebelik tarzına zorlar insan zihnini... Travmalara, kaygı ve korkulara, yasa bir de bu ricat duygusunun eklendiğini söyleyebiliriz. Sadece yaşam konforundaki bir eksilmeyle değil, zihinde bir geri çekilme, kaybolma duygusuyla da izah edilebilecek bir durum.
Afetlerden sonra insanlarda yoğun bir güven ve emniyet hissi kaybının ve yas duygusunun yaşanması kaçınılmazdır. Sadece yakınlarını veya onların/kendilerinin fiziksel bütünlüklerini sağlıklarını yitirmenin yası değildir bu. Bir yaşam tarzının, bir anlam dünyasının da kaybının yasını tutarlar. Yalnızca afetlerden fiziksel etkilenen insanlar değil, duruma şahitlik eden insanlar da dalgalar hâlinde bu yas duygusunun içine yuvarlanır. Buna kültürel yas diyebiliriz.
Bir travma anında ve sonrasında beynimizin bilgi işleme merkezi nasıl çalışır?
Travma anındaki en belirgin duygu dehşet veya korkudur. Ruh sağlığı uzmanları, korku duygusunun kendisine dair çalışmaz pek… Daha ziyade bunun sonrasında zuhur eden Travma Sonrası Stres Bozukluğu veya bunu andırsa da aslında farklı bir kategori olan kaygı bozukluğu semptomlarından mustarip olarak başvurur bize danışanlarımız. Kaygıyı, insanın bilinmezlik, belirsizlik ve kontrol edilemezlik karşısında hissettiği özgürlüğün baş dönmesi olarak özetlerdim. Yani insan hem hür iradesinin olduğunun ve eylemek için seçeneklerinin varlığının bilincindedir hem de belirsiz gelecekten, risklerin yoğunluğundan, güç yetiremeyeceği bir durum karşısında kalacağından dolayı endişelere kapılır. Yaşamın özünde vardır bu duygu. İleri boyutlara ulaşması hâlinde ruh sağlığı uzmanları, hayatın tekrar normal seyrine dönebilmesi için yardımcı olurlar belki. Ancak korku için böyle bir el kitabımız yok. Yok, çünkü kaygı, insan bilincinin kompleks zihinsel yetilerinin bir sonucudur ve geleceğe projeksiyon, karar verme, risk değerlendirme gibi gibi memelilerde çok geç ve pek nadir gelişen zihin fonksiyonlarının bir tezahürüdür. Bizler, kaygı üzerine çalışırken neokortekste yapacak daha çok iş buluruz. Oysa korku böyle değildir; sürüngen beyni denilen en ilkel düzeydeki beyin katmanının işlevidir. Tüm hayvanlar, hatta bitkiler dahi korkuyu tanır. Çünkü korku bir sağ kalım metodudur ve her canlı hayatta kalmak ister, acıdan kaçınır. Acı, et ve kemiğe saplanmış hakikattir; bedenin bu hakikatin azameti karşısında ruhla beraber çarpılmasıdır.
Korku, gelecekteki muğlak, müphem, muhtemel veya mümkün bir şey karşısında duyulan kaygının aksine, geleceği neredeyse kesin olan veya hâlihazırda bizi hedeflemiş olan bir şey karşısında duyulur. Bunun için korku duygusunu tedavi etmek çok akıl karı bir yaklaşım olmazdı esasen. Korku karşısında canlıların gösterdiği “savaş-sıvış- don” tepkileri, hayati tehlike durumunda, insanın da gösterdiği üç tepkidir. Melanie Klein temel anksiyetemizin yok olma, ego çözülmesi ya da yok edilmeyle ilgili anksiyete olduğunu söylemişti. Yani tüm korkuların temelinde yatan asli korku, ölüm korkusudur. Ölüm, benliğin dağılması, benin yitirilmesi olarak algılanır. Bu tüm varlığın boşluğa çökmesidir; kıyamet budur. Ortada bir nispetsizlik olduğunu anlar insan; kısacık bir süre var oluruz ve yokluk ebedidir. Bu varlık karşısında, aşırı bir ücret gibi gelir bu bize. Öte dünya inancının dayanaklarından biri de budur zannımca. Irvin Yalom, ruh sağlığı uzmanlarının bu korkuyu adlı adınca kullanmayıp diğer kavramlara dönüştürmelerinin, bir gözden saklama, inkâr ve bastırma mekanizması olduğunu söylüyordu.
İnsan tüm bu kayıplarıyla nasıl yüzleşir?
Bu, aşama aşama geri dönüşlerle ve tekrarla geçilecek bir süreç. Tanımlı yas süreci, inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul aşamalarından oluşuyor. Bu sıralamayı, değişebilen ve tekrarlayan aşamalar olarak düşünmek gerekiyor. Yasın ilk aşamasında şok, inanmama, reddetme, olanı gerçek dışı hissetme, tepkisizlik, donukluk, bellek ve bilinç kopuklukları mümkün. Sonraki aşamalarda üzüntü, öfke, korku, odaklanamama, akabinde depresyon, ilgisizlik ve yaşamdan kopuk hissetmek duyguları beklenen bir ruh hâlidir. En sonunda, öfke, özlem, kaygı-korku ve depresif ruh hâli giderek zayıflar ve kişi hayatın sorumluluğunu almak için durumun gerekleriyle uzlaşır. Kaybedilen şeyin yeri ilk etapta öfkeyle doldurularak, kontrol duygusunun yeniden kazanılması süreci işlemeye başlar. Sonrasında ise yasın farklı aşamalarından yinelemelerle geçmek gerekir. Yas, bir iyileşme girişimidir temelde. İnsanın yaşamının sorumluluğunu tekrar cesaretle üstlenebilmesi için geçmesi gereken berzahtır. Ancak çoğu insan bu yas sürecinden kalıcı bir psikolojik çarpılma yaşamadan çıkabiliyorken, bilhassa kırılgan kişilik yapısına sahip veya daha dezavantajlı durumdaki insanlar çok daha büyük zorluklar yaşar.
Keza travmalar da insanların pek azında kalıcı hasarlar bırakıyor, travma sonrası stres bozuklukları küçük bir kısımda ortaya çıkıyor. Toplumun dezavantajlı ve daha kırılgan kesimlerinin daha ağır bir tabloda yas ve TSSB yaşaması mümkün. Doğal nedenlerle yaşanan travmalar, insan elinden çıkma kötülüklere maruz kalmaya nispetle daha düşük oranda TSSB’ye bağlı şikâyetlerin yaşanmasına neden oluyor. İnsan bilhassa sevgi, ilgi, destek ve dayanışmayla, konuşup yitikleri yaşatabildikçe, anlatabilmekle kaybının etrafında yeniden toparlanıp dönüşebiliyor. Bu süreçte olayları sürekli yeniden yaşama-hatırlama, kaçınma, aşırı uyarılma, fiziksel aşırı tepkiler gösterme, uykusuzluk, kâbuslar, bağımlılıklar geliştirme, sosyal hayatın çözülmesi, depresyon ve intihar eğilimli olma gibi olumsuzluklar ortaya çıkar. TSSB’nin yas sürecinin ve etkilerinin karmaşıklaşması, şiddetlenmesi ve uzamasına neden olması ihtimali oldukça güçlüdür. Her iki sürecin birleşmesi, bedensel, zihinsel, ruhsal, sosyal pek çok işlevin olağan dışı şekilde bozulmasına yol açabilir: tedirginlik, kaygı, güvensizlikten, uykusuzluk, halsizlik, bedensel ağrılar, çarpıntı, iştahsızlık, yutkunmada ve nefes almada güçlük, sindirim sistemi ve hormon dengesi bozukluklarına kadar geniş bir yelpazede psikolojik ve psikosomatik belirtiler aylarca sürebilir. Kaybın yaşandığı hatıralardan ve mekânlardan sürekli kaçınma veya oradan ayrılamama gibi farklı uçlarda seyreden bir tekrarlama dürtüsüne sıkça rastlanır. Madde bağımlılığı, ölüme takıntılı alaka, intihar düşüncelerinde artış durumları bilhassa tehlikelidir ve sürecin doğal akışında geçmesi beklenmeden derhal müdahale gerektiren durumlardandır. Olayın üzerinden bir veya birkaç ay geçmiş olmasına rağmen belirtiler hafifleyip geçmiyor, bilakis ağırlaşarak devam ediyorsa ruh sağlığı uzmanlarına destek ve tedavi için başvurmak gereklidir. Tüm bunların yanı sıra, “hayatta kalanın suçluluğu” (survivor’s guilt) duygusu da TSSB’nin yaygın belirtilerinden birisi. “Neden ben hayatta kaldım?” ya da “Neden başkalarının-masumların ölmesi gerekiyordu?” sorusu, kişinin yaşamın anlamını sorgulamasına, yerleşik kabullerinin-inançlarının sarsılmasına neden olur.
Depremzedelerle sohbet ettiğimizde kendilerini bedenen, ruhen ve zihnen “bomboş” hissettiklerini anlatıyorlar. Bu hisleri akut dönem sonrasında da devam edecek mi? Şehirlerinin yok oluşunu belleklerinde nasıl depolayacaklar?
Bu durum, yas sürecinin henüz erken bir aşamasının tezahürü. Belirttiğim gibi, yas evreleri dönüşümler ve dalgalar hâlinde zaman zaman ele geçirir insanı; tekrarlayabilir bu duygu ama kalıcı olmayacaktır. Bu ölçekte büyük bir yas, artık kişinin şahsi, ferdi belleğinin inisiyatifine kalmayacaktır. Jan Assmann, “Kültürel bellek” ile insan belleğinin dış boyutunu kastederek, “Bellek denince insanın aklına genellikle bir iç olgu gelir ve bunun mekânı bireyin beynidir, yani belleğin beyin fizyolojisiyle, nöroloji ve psikolojiyle ilgili olduğu düşünülür ama tarihsel kültür bilimi ile bir ilgisi yoktur. Oysa bu belleğin neleri içerdiğini, bu içeriklerin organize edilişini ve ne kadar süre ile muhafaza edileceğini, bireyin kapasitesi ve yöneliminden çok, dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin koşulları belirler.” diyor ve kültürel belleğin saklama eyleminde değil, yorumlama ve hatırlama işlevlerinde açığa çıktığını ekliyordu. Bir zamanlar var olan şehir ve yaşamlar tekrar ve canlandırmalarla yad edilecektir muhakkak ve bu yavaş yavaş kültürel belleğin içeriğe müdahalesiyle oluşacak ne süreyle ve ne kadarını hatırlayacağımız bu minvalde şekillenecektir.
Bizler hatıralarımıza neden ihtiyaç duyuyoruz? Bu hatıraları anımsatan mekânlar, eşyalar yok olduğunda neden bu kadar çok etkileniyoruz?
Çünkü kendilik veya benlik, en ham tabirle bir ilişkiler örgütlenmesidir. Nesnelerle ve insanlarla birlikte, ilişki hâlinde bir kendiliğimiz vardır bizim. Bu yüzden, bizim bugün kim olduğumuza, hatta gelecekte kim olacağımıza dair zihinsel faaliyetimiz, geçmişin insanları, eşyaları ve mekânlarıyla sıkı bir bağ hâlindedir. Kendimizi teşhis ve yönümüzü tayin etmek için ara ara onlara döneriz. Mekânda amberleşmiş zaman peteklerini ziyaret ederiz. “Tüm yaşamımızı şekillendirenin bu bellek olduğunu fark edebilmemiz için, çok az da olsa belleğimizi yitirmeye başlamamız gerekir” diye yazar Luis Bunuel, “Kendini ortaya koyamayan bir akıl nasıl tam anlamıyla akıl sayılamazsa, belleksiz bir yaşam da yaşam sayılamaz. Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Biz onsuz hiçiz…” Bellek, beklentiler, ihtiyaçlar ve inançlar tarafından şekillendirilen, duyguların renk verdiği ve insanların içsel öykü oluşturma kapasitelerinin zenginleştirdiği dinamik bir yaşantı ortamı. Anılar birer inşadır veya belki daha doğru deyişle, geçmiş olayların bugünde yeniden kurulmasıdır.
Bellek sıklıkla travmayla da ilişkilendirilir. Korkunç olaylarla veya bir büyük kayıpla başa çıkmanın aracıdır. Hatırlamanın terapötik bir değeri olduğu varsayılır. Bir tür şeytan çıkarma gibi, ancak geçmiş yerli yerine oturtulmakla hayat devam edebilecektir. Yas için belleğe ihtiyaç duyarız, unutmak ve geçmişin ağırlığından kurtulmak için bellek olmazsa olmazdır. Hatırlayarak araya detaylar, duygular ekleriz, bazı şeyleri örteriz, değiştiririz veya unuturuz; bunlar yaşanan geçmişi bizim için daha kabul edilebilir kılar. Bir manada bellek korkusuyla geçmişi yeniden dekore ederiz. Unutmak, basitçe bir bellek yitimi JAN ASSMANN olarak tanımlanamaz; geçmişteki benin ruha geri dönüş talebini sürgit reddetmektir. Beckett, “felaket” diye tanımlıyordu bu yara hâline gelen geçmiş izini, yani hafızayı, “Dünden kaçış yoktur çünkü dün bizi çarpıtmıştır... Çarpılma gerçekleşmiştir. Dün, aşılmış bir kilometre taşı değil, yılların aşınmış yolunda bir gün taşıdır ve onulmaz biçimde parçamız olmuştur, içimizdedir, ağır ve tehlikeli. Dünden ötürü sadece daha yorgun değilizdir; başkayızdır, dünün felaketinden önceki hâlimizden farklıyızdır.” diyordu. Hafızanın geçmişin düzenlemesi mekanizması, bilhassa mekân ve nesne süreksizliğiyle malul modern zamanlarda çok daha dirençsiz bir şekilde işleyebiliyor. Hatta Modernitenin belirli bir unutkanlık türü şeklinde tarif edilmesi de oldukça mümkün. Mekânların ve şehrin çehresinin bitimsiz bir değişimle sürekli inşa hâlinde olması, eşyaların seri bir sirkülasyon hâlinde atılıp, değiştirilmesi sadece bir “tüketen insan”a değil, hafızadan kaçınan insana da işaret ediyor. Modern dünyadaki hızlanma yaşlıların geçmiş ve deneyimlerinin gençlerin önünü açamayacağı kadar ivme kazanmış durumda. Geçmiş bugüne yetişemiyor. Gençler ebeveynlerinin bilgi ve inançlarının bir işe yaramadığı başka bir zamanda yaşıyor. Kuşaklararası süreklilik berhava olmuş görünüyor ve böylece deneyimlerin aktarılabilirliği kalmıyor. Geçmiş yıkılmış ve şu anki deneyimleri önceki nesillerin deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmalar uçup gitmiştir. Hobsbawm’ın ifadeleriyle, “Yüzyılın sonunda yaşamış birçok genç kadın ve erkek, içinde yaşadıkları zamanın ortak geçmişi ile herhangi bir organik bağı bulunmayan bir tür daimî şimdiki zaman içinde büyüdüler.” Peki neden bunca unutkanlık? Paul Connerton Modernite Nasıl Unutturur adlı kitabında zamanımıza özgü unutkanlığın, bu kolektif bellek yitiminin nedenlerini tartışır. Tüketim mallarının ömrünün kısalması, insanların ömrü uzarken ürünlerin, nesnelerin ve binaların ortalama ömrünün kısalması hem kişisel anılar hem alışkanlık belleği açısından kültürel bir unutkanlığa yol açar. Sümerbank pijamalarının kolektif hafızamızda bir yeri vardı, babamın pijaması tedavülden kalktığında ve kullanım ömrünü yitirdiğinde, benim için de çocukluğuma kurulan köprülerden birisi ortadan kalkmıştır. Connerton şöyle der: “Öne sürmek istediğim şey ise unutkanlığın başlıca kaynağının toplumsal yaşamı yerellikten, insani ölçeklerden ayıran süreçlerle ilişkilendirilebilir olduğudur: insanüstü hız, akılda tutulamayacak denli büyük megakentler, emek süreciyle bağı kopmuş tüketicilik, kent mimarisinin kısa ömrü, içinde yürünebilir kentlerin ortadan kalkması... Modernitenin unutturduğu şeyler oldukça derin, geniştir; hayatın ölçüsünün insan olması, aşina olduğumuz toplumsal ilişkilerle örülmüş bir dünyada yaşayıp çalışma deneyimi... Ortak anılara dayanarak hayatın anlamı diye niteleyebileceğimiz şeylerde köklü bir değişimden söz ediyoruz.”
Kişiler travma sonrası geçmişe dönüşlerde neler hisseder? Hatıralara tutundukları için daha kolay mı iyileşirler, yoksa tam tersi bir etki mi söz konusudur?
İyileşmenin dinamiğinin hatıralara tutunmak olarak tanımlanması, çok yerinde olmaz; daha ziyade hatıraların yorumlanarak işlenmesi iyileşmenin imkânını açar. Bilakis sürekli takıntılı olarak aynı hatıranın tekrar tekrar zihinde belirmesi hem ruhsal hem fiziksel yaşamın önüne yığıntılardan bir set yükseltecektir. Travma sonrası stresin en önemli belirtilerinden birisi geçmişin acılarının ruminasyonlara, adeta zihnin geviş getirircesine hatırladığı acılara saplanıp kalmasıdır. Hâlbuki neyi yitirdiğimiz kadar neyi elde tuttuğumuzun bilgisi de bize yol gösterir. Sürekli acı veren hatırada kalmak geleceği bir türlü bugüne getirmez. Psikanaliz sürecinde hatıraların konuşulmasında amaç, hafızadaki boşlukları doldurmak ve hikâyeye bir anlam zerk etmektir. İnsan yaşantılarını hikâye ederek anlamlandırır. Bunların dile getirilmesinin elzem olduğu durumlarda -bazı durumlarda konuşulmamasının da terapötik etkiye yol açabildiğine dair araştırma ve tezler var- kişi yine de geçmişe dönmenin bir yolunu keşfeder. Duyguların belleği, bizi kolay kolay terk etmez. “Hastanın unuttuğu ve bastırdığı şeylerin hiçbirini hatırlamadığını, bunları eyleme döktüğünü söyleyebiliriz. Bunu bir anı olarak değil, bir eylem olarak üretir. Tekrarlar, ancak elbette bunu yaptığının farkında değildir” diyerek, dilde anılmayan şeylerin eylemlerimizde bizleri ele geçirdiğini söylemişti Freud. Buna, “tekrar zorlantısı” (repetition compulsion) veya “kader nevrozu” adını vermiştir.
Hafıza üzerine düşünürken hafızamızda hep hatırlamaya dair imgeler canlanır. Yaşadığımız şehirleri de duyular üzerinden kodlar ve hatırlarız. İnsan yaşadığı kötü anları unutmayı duyularıyla kavrayabilir mi?
Biz hatırlamasak bile imgeler, izlenimler, kokular, kamaşma ve ürperişler sağ kalır. Çünkü unutulmuş bir anı, bir imgenin mahfazasında uykudadır ekseri. Zihin, bilinçli bir şekilde cımbızlayıp yapıştırarak kolaj bir geçmiş ve unutulmuş bir yaşam yaratabiliyor ama tuzağa düştüğü anlar, o dokunulmadan kalmış imge ve duyum parçacıklarıyla karşılaştığı zamanlar. Behçet Necatigil “Zaman Kayması” şiirinde şöyle diyor; “Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar; / Geçmiş, gelecek bileşir tek kesitte. / Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde / Ya da başlar ansızın tâ ilerde olacak. // Çağırır gerilerden bir değişim ilk aşkı: / işte yine o sıtma/Çok sonraki yıllar, oysa daha bir çocuk, / Duyar beri yanda bütün doymuşluğunca. // Sarkaçlar gibi şimdi sallanır / Dünle yarın arasında düzensiz. / Ya çok ileri gider ya çok geri kalır, / Düzgün işletemeyiz. // Serpiştiriyordu kar soğuk gece yarısı / Birden mayıs sabahı, ılık seher yelleri. / Daha demin kıştı, başlar temmuz / Ve yaşanır bir sonbahar gibi bir yaz dönemi.”
Çok bilinen örnekleri var istemsiz belleğin. En meşhuru -malum- Proust’un bir madlen bisküvisi rayihasıyla, bir çay fincanında açılan Japon kâğıt fenerleri gibi geçmişin anın içine sızıp yayılması sahnesi. Ama hepimiz yaşamışızdır o duyguyu. Bir şehrin baharat ve kahve kokan çarşıları, iyot, deniz ve balık kokan kıyısı, rüzgârla taşınan sesler, erguvanla çarpıldığımız semtler, cazla ve ışıkla yürünen caddeler hayatımızın orta yerinde birden bir boşluk açar önümüze. Ahşap kokusu bana daima anneannemin evini hatırlatır. Unutmak yeri geldiğinde bir nimettir. Ama geçmiş de bir türlü geçmez. Bilinç ve hafıza kötü anları unutmak için organize olacaktır muhakkak, bu bir sağ kalım stratejisi ama bilinçdışı bilinci içinden ve dışından sarıp sarmalar. Her unutuş, her gömme, kendi hatıra tohumunu bağrına eker kaçınılmaz olarak. O yüzden kaçınmak ve unutmak değil, hatırlamak ve iyilikle güzellikle şefkatle yorumlamaktır çözüm.
Acıyı bizzat yaşamış insanlarla yüz yüze geldiğimizde onların hayatından neler eksildiğini ve bu eksikliğin yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını anlayabiliyoruz. Biz onlar için nasıl bir eyleme geçmeliyiz ki hatıralarına ve hafızalarına tutunarak yarına dair ümitvar olabilsinler? Böyle bir destek ne kadar mümkün?
Yaşamak, yaralanmak ve iyileşebilmekle yürünen bir menzil. Hayatı yeniden diriltebilmek için ufak ufak bir şeylerin ucundan tutarak başlamak gerekiyor. Yasımızı sadece kaybettiklerimizi tekrarlamakla değil, neyi elimizde tuttuğumuzu birbirimize hatırlatmakla da yaşayacağız. Hüznün yanında umut da var olmalı. Yeniden güven hissini ve kontrol duygusunu tesis edebilmek, insanlarla dayanışmaya dayalı, müspet ilişkiler geliştirmek, anlatmak, hatırlamak, güzelliklerin yeniden farkına varmak gibi şeylerle iyileşeceğiz. Hemen değil, zaman içinde… Bunlara zemin sağlamak için zorunlu yaşam değişikliklerini de gerçekleştirmek gerekiyor elbette. Daha güvenli konutlarda yaşamak, psikolojik ve sosyal olarak desteklenmek gibi olgusal değişiklikler, yaşam kaygısını ve korkusunu azaltacaktır. Aynı kayıpları yaşamamış insanların depremi anlıyormuş gibi davranmaları yanlış olur. Bizim yaşadığımız kaygı, acı ve yas duygusunun niteliği depremzedelerinkiyle aynı değil. Ancak, onları dinleyebiliriz. Onlara konuşmaları için güvenli bir alan açabiliriz. Onlara bizim söyleyecek bir sözümüz yok, içlerinde külçelenen dehşet ve acının yükünü boşaltmak için onların konuşma önceliği var. Öncelikle, güvenlik, barınma ve yaşam ihtiyaçlarının sistematik ve organize şekilde karşılanması daha sonra yaygın psikolojik destek hizmetinin depremden etkilenen insanlarımızın ücretsiz erişimine sunulması gerekiyor. İnsanların, yalnız olmadıklarını, bırakılmayacaklarını bilmeleri, yaşama tekrar dönebileceklerine dair umutlarının diriltilmesi çok önemli. Bu, bireysel bağlılıkların harekete geçirilmesi kadar toplumsal ve kamusal güçlü bir iradenin ve kenetlenmenin sergilenmesiyle de mümkün.