Gülün tesbih sesini duymak
Söze "gönül vay gönül eyvay gönül!" beytiyle ahlanıp vahlanarak başlamama müsaade edin. Zira, Türk zevkinin ince bir dantelaya dönüştürdüğü, cennetten bir köşeye çevirdiği bahçelerin ve insanların temaşaya çıktığı mesirelerin, eğlenip halleştiği çayırların yerini refüj peyzajları ve apartman arası parkları aldı. Çocuklar, oynamayı bırakmayacakları, yetişkinlerse yeşilden ve sudan rahat ummaya devam edeceklerinden, bu işin böyle gitmeyeceği aşikâr. Yine de bir gülün açılması gibi bir devrime ihtiyacımız var. Meded Sultanum Meded!
Müzeyyen bir teferrücgâh
Türk bahçe zevki İslam coğrafyasındaki diğer kültürlerden ve Batılı geleneklerden ayrılarak kendine mahsus özellikler gösterir. Halka açık seyir ve temaşa alanı olan çayırlar ve mesirelere dış bahçe; kişiye ait olan, bir evin veya köşkün avlusunu dolduran alanlara ise iç bahçe denilir.
Türk zevkinde dış bahçeler, Hindistan ve İran'da başat olan muazzam büyüklükteki ve simetrik nitelikteki bahçelerden farklıdır. Azamet ve büyüklük arzusu, Osmanlı ve Türk terbiyesinde pek yoktur, onun yerine Hak Teala'nın eseri olan tabiata karşı bir mahcubiyet göze çarpar.
İstanbul'daki Kâğıthane, Beykoz Çayırı, Millet Bahçesi gibi bahçelerde görüleceği üzere bizler tabiatın karakteristiğini bozmayacak şekilde eklemeler yapmayı, ağaçları doğal gelişimlerinde serbest bırakmayı ve mecburiyet haricinde budamamayı tercih ederiz. Böylece tabiatın seyrini hissettirmeden kontrol ve koruma altına alırız.
Hint ve İran minyatür sanatlarında karmaşa, renk cümbüşü, epik ton ve aşırı geometrileştirme temayülü bizzat bahçelerinde de tezahür eder. Endülüs ise mimarisi, süsleme sanatları ve müziğiyle kendine has hususiyetler gösterir. Bahçe kültürü de bu hususiyetlere paralel olarak gelişir. Elbette bunda ekip dikilecek alanlarının darlığı ve bundan kaynaklı mecburiyetlerin etkisi yadsınamaz niteliktedir.
Bu sebepler, Endülüs'ü tarım ve bahçecilikte özgün bir kültür üretmeye itmiş, neticesinde de seyredene küşayiş veren setli ve teraslı bahçelere imkân vermiştir. Türk bahçesi ise Türk minyatürü gibi sadelik ve incelik taraftarıdır.
Kâğıda nakşedilen mutedil ve mütevazı mizaç bahçe inşa ederken de hâkim unsur olarak göze çarpar. Serbestçe dağılmış ağaçların arasındaki kahvehane, çeşme ve namazgâh, oraya hava almaya gelenlerin ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir.
“çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavrarız biz”
İslam coğrafyasında hâl böyleyken gelin bir de Garp cephesine bakalım. Modernizmle birlikte insanın doğaya karşı galibiyetinin temsili olarak aşırı sistemli, geometrik biçimli ve muntazam bahçelerinin en mükemmel örneği XIV. Louis'in Versailles Sarayı'nın bahçesidir. Avrupa'nın geçirdiği bir diğer evre ise, grotesk ve romantik sanat anlayışıyla inşa edilen büyük park ve bahçelerdir. İnsanı içine alarak kendini küçük hissettiren devasa ağaçlar, ferahlık değil de haşyet ve korku vermek üzere kurgulanmış kıvrılan yollar, zorlu patikalar, grotesk süslemeli mimari unsurlar ve yapay göllerle kendini gösteren bu parklar, içinde bir ikilemi gizler: İnsan eliyle üretilmiş bir doğa, doğala öykünen zorlama bir vahşilik, romantizmin insan-Tanrı geriliminin de bir göstergesidir.
Modernizm açıkça Tanrı'yı karşısına alarak kendini merkeze koyarken; romantizm Tanrı'ya ve doğaya geri dönüşü savlar. Fakat modernist format bir kez atıldığı ve insanın kendine bakışı değiştiğinden, Tanrılaştırılmış ve doğalaştırılmış bir kendilik söz konusudur artık. Bu dönüşüm, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa'dan bahçıvanlar getirtilmesiyle bizde de başlar. Osmanlı'nın son döneminde İstanbul bahçeleri de gitgide natüralistik bir havaya bürünmüştür.
Natüralistik bahçe kavramı kulağa tuhaf gelebilir elbet, burada kasıt, bahçelerin terbiye edilmiş bir yabaniliğe büründürülmesidir. Nitekim Türk üslubu esasen parkları biraz işlenmiş doğa parçaları olarak görür ve tabiatın karakteristiğini bozmamaya özen gösterirken, Avrupa'dan gelen bahçıvanlar bu sadeliği bozar, tabiatı zorla terbiye eden bir estetiğe meyleder.
“duy gülün tesbih sesini”
Osmanlı'da evler bahçesiz olmaz, bostanlar, mîrî bahçeler gündelik hayatın birer parçasıdır. Bu iç bahçelerin temel özelliği, suyun nakli için kanallı bir yapı oluşturmak üzere kare veya dikdörtgen biçimli olması, su ve çiçek unsurlarının ahenkli bir bütün oluşturmasıdır.
İran ve Hint bahçelerinin temelinde birbirini kesen iki su aksının oluşturduğu dört bahçe ve ortalarında bulunan havuz, mimari bir çözüm olarak Osmanlı coğrafyasındaki iç bahçelerde de kullanılmıştır. Su kanallarının geniş tutulmasıyla suyun üzerindeki dalgalanmalar ve ışık oyunları, ortadaki fıskıyeli havuzun âsûde sesiyle Türk zevkinde karşılık bulur.
Bahçelerin çiçeklendirilmesi ise Avrupa'da görüldüğü üzere başka başka renkleri kombine ederek tablo şeklinde bir dekor teşkil etmek değil, çiçeklerin hususiyetlerine hürmet ederek gerçekleşir. Bu nedenle çiçekler tarhlara ayrılarak göz hizasına yükseltilmiş, o çiçeğe layık bir kide ortaya konmuştur. Türk bahçesinde benzer türdeki çiçekler birlikte ekilerek her çiçek türüne bir alan ayrılarak onların mizaçlarına hürmet edilmesi, Türk terbiyesinin ince bir göstergesidir.
Gül ve lale, güzellikleri ve sembolik anlamlarıyla da estetiğimizde hususi bir yer kaplar. Hak Teala'nın ayetleri olan çiçeklerden müteşekkil bir bahçe dünya düzeni için bir hatırlatma ve cennet için bir temsil olarak arz-ı endam eder. Hatırlayın, Necmettin Okyay'ın elinde gülüyle zarifane bakışlı sureti güzelliğinden çatlayacak gibidir. Bahçeyle meşgul olmak ve çiçek yetiştirmek kişiye sabrı, özeni, merhameti ve zarafeti öğretmez de ne yapar? Yine hatırlayın, "gülün için harcadığın zamandır gülü bu denli değerli yapan" diyordu Küçük Prens. Öyleyse bir güle kalbiyle eğilen, onun tesbihini de duyar.
"bahçeler mi eski bağçeler"
Necmettin Okyay'ın gül yüzünden sonra sözü buraya getirmek pek fena, fakat ne çare! Eskinin yaşayan bahçelerinin yerinde şimdi katı, dokunulmaz, çoğu zaman çimlere oturmanın yasak olduğu parklar var. İnsanın kendine, doğaya ve Tanrı'ya bakışının zorla değiştirildiği bir çağdayız artık. İnsan, tabiatındaki unsurları özleyip arzuluyor.
Çağlayan bir suda yıkanmak, temiz bir havayı ciğerlerine çekmek, toprağa uzanmak ve ateşe bakmak isterken, kendini bir AVM'de vitrinlere bakıp altından elektrik geçen koridorlarda yürürken buluyor. Parklarsa insana hiç olmazsa bir gölgelik verecek yerde, bilgisayar başında planlamış betonarme mimari unsurlarla bir türlü toprağa tutunamayan yapay çimlerden müteşekkil. İnsan odaklı olmayan, yalnız yönetmeliği yerine getirmek için tenezzülen en olmadık yerlere -misal, yüksek gerilim hatlarının altına- yerleştirilen, süs ve peyzaj olmaktan öteye gitmeyen bu parkların insana pek bir şey sunamayacağı aşikâr.
Bunun bir de nevzuhur kitsch merakıyla birleştiğini düşününce insanın yüreciğine fenalıklar geliyor. Bu parklarda değil gülün tesbih sesini duymak, bir gülü koklayabilirsek ne mutlu bize. O yüzden, "gelin gülle başlayalım atalara uyarak".