Fas aslında yakın
Son yıllarda yazılan kitaplar, gezi turları ve yapılan programlarla Endülüs’e olan ilgi artıyor. Endülüs’ün kaybıyla birlikte bu mirasın bir ölçüde taşınarak devam ettiği -en batı- mağrib ise birçokları için hâlâ bilinmezliklerle dolu. Casablanca filmi, Marakeş’in salyangoz satıcıları, çölde safariler gibi egzotik birkaç karenin dışında Mağrib’in gündelik hayatına dair bize ulaşan çok az şey var. Görünür görünmez bu mesafeler nasıl aşılır?
Londra’ya vardığım ilk günlerde Oxford Street’ten Totthenham Road’a doğru yürürken Soho civarında cuma namazı için biraz geciktiğimi fark edip, telaşla bir mescit aramaya başlamıştım. Derken sokağa kimi seccade kimi gazete parçası sermiş Müslümanları gördüm.
Saflardan birine yanaşıp bir iki parça gazete de ben serdim. Namaza yetişmiştim. Selam verdiğimde yanımda uzun boylu, başında kırmızı bir Türk fesiyle, yakışıklı bir delikanlı vardı. Allah kabul etsin deyip iki çift lafladık.
Kanada asıllı bir film yapımcısıymış, Goldsmiths’te. Sevecen, hoşsohbet biri. Küçük bir kartvizit verip yoluna gitti. Aylar sonra derslerin yoğunluğundan uzaklaşıp Kuzey Afrika’ya doğru bir seyahat arzusuna kapılmışken, Youtube’da bir müzik klibine rastladım. Klip Fes’te çekilmişti.
Tevafuk olacak ki yapımcısı da o gün tanıştığım Kanadalı Adam’dı. Kendisine bu vesileyle bir mesaj attım. Niyetim, sıkça duyduğum mevlid kutlamalarına karışabilmek ümidiyle Fes’e gitmekti. Adam, Kanada’dan tanıdığı yakın bir dostuyla beni irtibata geçirdi.
Bu kişi yakın bir zaman evvel Fes’e ailesiyle birlikte yerleşmiş, Şeyh Nazım Kıbrısi’ nin dervişlerinden biriydi. Marakeş’ten trenle geldiğim Fes’te, Batha Oteli’nin resepsiyonunda beklerken bu dervişin hizmetkârlarından bir Arap kadın beni otelden aldı.
Eski şehrin dar sokaklarından bir sağa bir sola baş döndürücü bir şekilde ilerlerken nihayet dar bir kapının önünde durdu. Hatice beni bu eski “riyad”a buyur etti. Fes Medine’de iç avlulu yüksek tavanlı tarihî bir riyad olan bu mekânda yaklaşık on gün misafir oldum.
Hüseyin Adam, uzun kızıl sakallı, cübbeli şalvarlı tipik bir Şeyh Nazım Efendi dervişiydi. Montreal’ den ailesiyle hicret etmiş, bir yandan Arapça öğrenirken bir yandan Fes’te bir zaviye açmak istiyordu.
Etraftaki zaviyeleri, meclisleri bir bir ziyaret ediyor, ahali ile tanışmaya çalışıyordu. Bir nevi piyasa araştırmasıydı bu. Şehre gelen giden kitleyi gözlemliyor, nasıl etkinliklerle bu işlere girebiliriz diye kafa yoruyordu.
Zekeriya ile işte o günlerde tanıştım. Misafir kaldığım riyadda, şehre vardığım gece bir mevlid meclisi tertip edilmişti. Farklı renklerde farklı milletlerden birçok davetli vardı. İlahiler, kasideler birbiri ardına geliyor, geceye uzuyordu. Zekeriya olup biteni dinginlikle izleyen sessiz biriydi. Böyleleri dikkatimden kaçmıyordu. Eğlencenin bir yerinde yan yana geldik ve birbirimizi ta evvelden tanıyan iki dost gibi selamlaştık.
O günlerde kaldığım riyadın bazı restorasyon işlerini yapıyordu. Kendi aralarında Fransızca anlaşıyorlardı. Akşamki mecliste benimle İngilizce konuşmaya başlayınca hem kendisi hem onu tanıyanlar şaşkındılar. Belki on beş yıldır hiç konuşmadığı dil, şimdi kendini açıvermişti. Kraliyete yakın bir ailenin oğluydu Zekeriya.
Mürebbiyelerin elinde büyümüş, Fransızcayı ana dili olarak öğrenmişti. Diğer kardeşleri gibi Fransız okullarında okuyup Paris’in yolunu tutmuştu. Tıp fakültesinde okuduğu o yıllar anlam arayışlarıyla, modern hayatı sorgulamaya başladığı yıllardı. Ailesinin ısrarlı tavrına rağmen, okulu yarıda bırakıp önce ailesinin yaşadığı Kazablanka’ da, ardından evi terk edip Fes şehrinde bir arkadaşının evinde bir süre misafir olmuştu. Terk ettiği değerleri ve dünyayı gayet iyi tanıyordu.
Ama aradığı dünyadan henüz habersizdi. Kendi köklerindeki ruh ve anlamı bu şehrin sırlı sokaklarında, geniş avlulu evlerinde, zaviye ve mescitlerinde yakalamaya çalışıyordu.
Taşı, ahşabı, alçıyı işleyen usta eller, yüce gönüllerle tanışıp, yitip tükenmekte olan kadim mirası muhafaza etmeye çalışıyordu. Öyle ki, bazı eski evlerin yapımında üç harflilerin kullanıldığı, bu mekânlara girince paralel evren misali zamanın farklı aktığı, yemeğin ve suyun lezzetinin bir başka olduğundan bahsediyordu.
İçinde yıllardır biriktirdiklerini, bir bir dökmek istiyordu. Fes’te karşılaştığı insanlardan, çölde ona anlatılan kıssalardan, başına gelen sıra dışı hadiselerden saatlerce anlatabilirdi. Dönüş biletimi alıp beni yolcu eden kendisi oldu. Kucaklaştık ve tekrar buluşma niyetiyle ayrıldık. Bu tanışıklık için erken bir ayrılık sayılırdı.
Yıllar sonra Kazablanka Havalimanı’nda beni Zekeriya ve oğulları karşılıyor, Lokman ve Süleyman. Bu beldelerde yaygın olan peygamberlerin yalnızca isimleri değil; onlarla yaşıyor gibiler.
Şehrin biraz dışındaki Bouskara’ya Zekeriya’nın babadan kalma köy evine doğru ilerliyoruz. Görmeyeli dört çocuk babası olmuş, ailesine modern yaşamın çıkmazlarından uzak bir hayat kurgulamaya çabalıyor. Bunu büyük ölçüde başardığını söylemek mümkün görünse de kendi gibi düşünen insanlardan oluşan bir cemiyet hayatının eksikliği onu ve fikirlerini giderek yalnızlaştırıyor.
Bir dönem Fes’in uzak köylerinden biri olan Ifran’da bir çiftlik edinmiş ve ailesiyle birkaç yıl orada yaşamış. Bir yıldırsa kuzuları, eşekleri, köpek ve tavukları olan bu köy evinde home Vaktiyle küçük bir sahil kasabası olan,
Arapların Daru’l-Bayda (beyza) İspanyolların “beyaz ev” diye adlandırdıkları Kazablanka’ da ramazanın son günleri bir hayli sıcak geçiyor.
Engin Atlas Okyanusu’nun kıyısında Afrika’ya açılan önemli bir kapı olan bu şehir sömürge döneminden itibaren başta Fransızlar olmak üzere Hristiyan ve Musevilerin yoğun yaşadığı kentlerin başında geliyor.
Henüz bayram olmadan şehrin sembolü hâline gelen haşmetli II. Hasan Camii’nde bir ikindiye yetişiyoruz. Kütüphane, araştırma merkezi gibi farklı sosyal ünitelerden oluşan kompleks içinde yalnızca cami kısmı faal ve o da vakit namazlarında ziyarete açılan bir nevi müze hüviyetinde.
Camiden çıkıp, okyanusun derin ve dalgalı sularında sörf yapan gençleri seyrediyoruz. Sahil boyu uzanan kumsalda atlı birliklerin geçişi ise çocuklara da bize de eğlence. Akşam olmadan şehrin küçük de olsa medinesine uğrayıp bayram alışverişi yapanlar yavaş yavaş evlerine çekiliyor.
Bu ramazanın son iftar sofrasında Fas mutfağının en taze yemekleri önümüzde; Tajin, Harira çorbası derken bol şekerli nane çayı peşine.
Bulunduğum eve torun sevmeye gelen ihtiyarlarla biraz İngilizce biraz Fransız schooling modeli oluşturmaya çalışan Fransız hanımı İbtissam’la çocuklarına bir gelecek inşa etmeye çalışıyor. Evdeki çocuk kitaplığında mimariden tasavvuf kitaplarına olgunluk gerektirecek kitaplar var.
Büyük oğlan Süleyman 11 yaşında ve İslami geometri üzerine epey çalışmışa benziyor. Ölçüleri ezberden çizerek giderayak bir geometrik desen çizimini bana hediye ediyor.
3 yaşındaki Ayah da farklı değil. Ağabeyini taklit edip, elinden kalem ve cetveli düşürmüyor. Diyar-ı İslam bayram ederken, saman balyalarının üzerine çıkıp hilali gözlüyoruz çocuklarla. Mağrib’de hilal aynı gün görünmüyor.
- Bize bayram bir gün sonraca sohbet ederken Türkiye’de ikinci resmî dilimizin ne olduğu sorusu geliyor. Bir an soruyu kavramakta zorlanıyorum ve “Sizdeki Fransızca gibi ikinci bir resmî dil yok, yalnızca Türkçe” diyorum. Sömürgecilik üzerine laflarken ramazana veda ediyoruz.
Kavurucu birkaç günden sonra gece boyu teskin edici yağmurlar yağıyor. Sabaha karşı beşte köy mescidinin hoparlörlerinden gelen tekbir sesleriyle uyanıyoruz. Hay aksi. Namazı mı kaçırdık? Gün yeni ağarıyor. Bu kadar erken olmamalı. Hızlı adımlarla mescide doğru yürüyoruz Zekeriya’yla.
Kapıda yalnızca iki araç var ve ortalıkta kimsecikler görünmüyor. Mescide girince müezzinin bayram namazı için hoparlörleri denediğini anlıyoruz. Namaza daha bir saatten fazla var. Mescide varan ilk cemaat olmanın rahatlığıyla namaza kadar zikir ve tesbihatla meşgul oluyoruz.
Namaza yakın, ikişerüçer mescit dolmaya ve köyden birkaç müezzin cemaatle birlikte uzun uzun tekbirler getirmeye başlıyor. Genci yaşlısı, herkes geleneksel kapişonlu cellabelerini giymiş imam efendinin güçlü sesinden hutbeyi dinliyor. Ve tekbir.
Bir bayrama daha kavuştuk. “Îd mubarak sid .” Tebrikler, kucaklaşmalar derken, Başmüezzin Yusuf kolumuzdan tutup bizi illaki evine kahvaltıya davet ediyor. Tefaddal.
Yağmur sonrası tatlı bir esinti. Peki, deyip düşüyoruz köy yolunda peşine. Şehir genişleyip köye kadar uzanınca hane sayısı da epey azalmış. Dağılan cemaate selam vere vere bu yılki bayram soframıza varıyoruz. Yemişler, kurabiyeler, tatlılar ve misafirler için artık bir gösteriye dönüşen bol şekerli nane çayı.
Diriliş Ertuğrul dizisinden birçok kesiti bir Mağriplinin gündelik hayatında görebilmek artık şaşırtıcı değil. Yapılan espriler, kullanılan Türkçe kelimeler bayram sofrasını şenlendirmeye yetiyor.
Kırklarında olan Yusuf, yanındaki genç arkadaşlarla tanıştırıyor: Eymen ve Cabir. İki kardeş. Hepsi birbirinin kardeşi gibi görünen baba ve oğullarla oturduğumuzu fark ediyoruz. Cabir hafızlığını yeni tamamlamış. Kahvaltının ardından bizim için bir aşır okuyor. Dualaşıp ayrılıyoruz.
Zekeriya beni Fes’e giden ilk trene yetiştirmek için gazı köklüyor. Kazablanka’dan kalkan trenle yaklaşık 3 saatte menzilime varıyorum. Fes’e varış. Yıllar sonra tekrar Fes tren garındayım.
Kırmızı taksilerden önüme gelen ilkine atlayıp “Boujloud’a çek Sidi” diyorum. Bab Chorfa’da bırakıyor, olsun. Tarihî surların önünde bir pazar yeri burası, henüz tezgâhlar açılmış değil.
Mahalle aralarındaki daracık sokaklardan aşağılara doğru salınıyorum. Bayramın ilk günü kadim şehir sessiz. Tek tük tezgâh açanların dışında dükkânların çoğu kapalı.
Medine’nin en merkezine, peygamber soyundan, şehrin kurucusu da olan II. Mulay İdris’in makamına varıyorum. Aile ziyaretlerinin ardından makam ziyaretleri başlamış artık. Çocuklar avludaki fıskiye ile eğleniyor, hanımlar Yasin ve Vakıa okuyor. Tarihî mekânların restorasyonu ve inşa edilen yeni yapılar şehrin manevi dokusunu son üç dört yılda hissedilir derecede tahrip etmiş görünüyor. Amerikan ve Fransız yatırımcılara yönelik bir rant alanına dönüştürülen projelere karşı koyamayan yerli halk bir bir şehirden uzaklaşıyor.
Şehirdeki mekânsal değişimler, sokak kültürünü ve insan tipini de belirliyor. Metropollerde yabancısı olmadığımız satanik elbiseler ve zincirler içindeki apaçi gençliğini buradaki sokaklarda volta atarken görmek şaşırtmıyor. Mulay İdris’in hemen yakınında bulunan Sidi Ahmed Ticani Zaviyesi de Fes Medine’nin belki en canlı ve daima misafirlere açık mekânlarının başında geliyor. Burada biraz soluklanıyorum. Bugün dünyanın en yaygın tarikatlarından biri olan Ticaniyye ile Londra’daki esmer mühtedi arkadaşların toplandığı bir mecliste tanışmıştım.
Tutkuyla bağlı oldukları yolda tarikatın Senegal Medine Baye’deki merkezinde şeyhlerini sık sık ziyarete giderlerdi. Ellerine sardıkları kalın tespihleri ve dillerinde Salatu’l-Fatih duasıyla renkli bir kişiliğe sahiptiler.
Tarikat pirinin metfun olduğu bu zaviyeye tarikatın da yaygınlık kazandığı Batı Afrika’dan gelen birçok dervişi her biri bir köşeye uzanmış, sonra biraz doğrulmuş, derken elinde tespih dolaşıyor buldum. İkindiden sonra topluca yapılan evrada doymak bilmeyen bir iştahla hep birlikte oturup akşam ediyoruz.
Batha'da akşam Medine, akşam saatlerine doğru epey ıssızlaşıyor. Yukarı mahallelerden kahvehaneleri ile ünlü Batha’da sohbet, naneli çay ve elbette ekranlarda İspanyol futboluyla gün bitiyor.
Bayramın ikinci günü Bab Futuh’tan şehri tepeden seyreden Müslüman mezarlığına doğru çıkıyorum. Kerametler ve menkıbeler kitabı el-İbriz telefonumun ekranında, biraz okuyup biraz manzaraya dalarken, evliyaullahın büyüklerinden Sidi Abdul Aziz ed-Debbağ’ ın kabrini buluyorum. Bir Fatiha da onun için.
Zaviyede bir gece Son gece Fes’in Fransızlar tarafından imara açılan modern mahallelerinden birine Ben Souda’ya bir taksi tutuyorum.
Mevlid mevsimi geride kalmış olsa da bayram vesilesiyle bir zikir meclisi bulmak ümidiyle sora sora bir zaviyenin kapısına varıyorum. Mütevazı bir topluluğun içinde iki genç, Muhammed ve Zekeriya bu akşamki meclisin genç münşidleri. Kasideler, salavatlar gece akarken kuskus pilavıyla bayram o bayram oluyor.
Marakeş’te son akşam Zaviyede tanıştığımız genç münşidlerle sabahın erken bir saatinde kafenin birinde oturup omlet, kruvasan ve nane çayından hızlı bir kahvaltı yapıp Marakeş’e kalkan ilk trene yetişmek için taksiye atlıyorum.
Gara geldiğimde artık bayram dönüşü kalabalığı var. Tren Marakeş’e ilerlerken, kompartımanda 6-7 yaşlarında bir çocuk Çav Bella’yı mırıldanıyor. Bu bayramki son durağım Marakeş’e yine bir dost ziyareti için güneş batarken varıyorum.
Granada’daki Rosales Çiftliği’nde tanıştığımız New Mexico’lu Hamza ile şimdi Marakeş’teki evinde beraberiz.
Evin bir katını zikir meclisleri ve misafirler için tertip etmiş. Hamza yaklaşık 17 yıldır burada İngilizce ve Arapça eğitimi veren bir dil okulunu işletiyor.
Dört binin üzerinde öğrencisi olan, ülke standartlarının üzerinde görünen bu okulun bahçesinde gece vakti çocuklarla basketbol oynuyoruz. Onlar da Diriliş Ertuğrul hayranı çıkıyor. Dizideki her bir kelimenin manasını soruyorlar. Meğer yeni bir film geliyormuş Osman.
Gelsin, diyorum. Gündüz gözüyle göremediğim Marakeş’te akşam elektrikler gidiyor. Mum ışığıyla yenilen bir son akşam yemeğinin ardından sabahın ilk ışıklarıyla yine geldiğim yoldan, Kazablanka’dan İstanbul’a dönüyorum.