Entegrasyona iyi bir örnek: Gaziantep’teki Suriyeliler
Prof. Dr. Emel Topçu, Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde siyaset bilimi bölümünde öğretim görevlisi. 2017 yılında geldiği Gaziantep’te hemen bir “Göç Araştırma Merkezi”nin kurulmasında öncü rol oynadı. O zamandan bugüne Gaziantep özelinde Suriyeli mülteciler ile ilgili hem akademik hem de insani konularda elini taşın altına sokmaktan çekinmiyor. Geçen yıl merkezin ilk yayını olarak hazırladıkları doğrudan Suriyeli sığınmacıların bakış açısından göç ve eğitim mevzusunu irdeledikleri rapor epey dikkat çekmişti. Biz de, sınırın hemen yakınında bir şehirde mültecilerle ilgili nasıl bir durum söz konusu diyerek söyleştik.
Suriyelilerin 2011’den beri Türkiye’ye yaptığı yoğun göçün etkileri Gaziantep üzerinde nasıl bir durum oluşturdu?
Gaziantep şu an 2 milyon nüfuslu bir şehir ve bunun yaklaşık 500 bini Suriyeli. Yani şehrin dörtte biri Suriyeli. Bu olağanüstü bir durum. Sekiz sene gibi kısa bir sürede bir şehre hemen hemen dörtte biri oranında yabancı bir nüfus, üstelik başka kültürden, başka ülkeden yabancı bir nüfus gelirse bu sosyal patlamalara neden olacak bir olay olabilir.
Bunu hemen hiçbir ülke tolere edemez ama başta Gaziantep olmak üzere bütün Türkiye bu göçü şimdiye kadar basiretle idare etti. Bu yüzden Türkiye olarak kendimizi kutlayabiliriz.
İstanbul, Ankara gibi metropol şehirlerin sorunlarıyla kıyaslandığında Gaziantep’te, sınıra hayli yakın bu bölgede Suriyeli mültecileri nasıl sorunlar bekliyor?
- Şu an en çok Suriyeli 580 bin nüfus ile İstanbul’da yaşıyor ama bunu İstanbul’daki 15 milyon civarındaki nüfusa oranlarsak %3,6 yapıyor. Bu bir şehirdeki göçmen miktarı bakımından makul bir orandır. Hatta az bile sayılabilir. Hakeza Ankara’daki Suriyeli sayısı 93 bin civarında olup oranı %1,7’dir. Gaziantep’inki ise %22,7’a sahip. Görüldüğü gibi İstanbul ve Ankara’ya göre çok yüksek bir oran.
Göçmenler genelde şehrin en yoksul bölgelerine yerleşirler ve bir arada yaşarlar. Hayatta kalabilmek için dayanışmak, birbirine yardım etmek zorundadırlar. Yeni gelen göçmenler de eskiden gelenlerin oturduğu bölgelere yerleşirler. Biz buna akademik hayatta “ağ teorisi” diyoruz. Öncü olanlar arkadan gelenleri çeker ve onlara yardım ederler. Aynı durum Suriye göçü bağlamında Türkiye’de de gerçekleşti. Kentin yoksul bölgelerine yerleşen Suriyeliler birbirlerine yakın yerlerde yaşamaya başladılar.
Ankara ve İstanbul’da her ne kadar yoksul bölgelere yerleşseler ve yoğun olarak bir arada yaşasalar da, yerli halktan insanlar da hâlâ buralarda yaşadığı için yine de bir karışım, kaynaşım söz konusu oldu. Gaziantep’te ise birçok bölgede sadece Suriyeliler yaşar durumdadır. Yani kelimenin tam anlamı ile gettolar oluşmuş durumda. Bu şimdilik tehlike uyandıracak bir boyutta değil ama bundan birkaç sene sonra girilmez bölgeler hâline gelebilir bu gettolar. O yüzden bu duruma hemen acil olarak bir çare bulunmalıdır.
Gaziantep’in bir başka özelliği ise sanayi şehri olması, dolayısıyla iş imkânı sunabilmesidir. Suriyeliler bu iş fırsatlarından yararlanarak evlerine rahatlıkla ekmek götürebilmektedirler. Bu işlerde büyük oranla erkekler ve erkek çocukları çalışmaktadır. Suriye kültüründe kadınların dışarıda para kazanmak için çalışması pek yaygın bir durum değildir.
Suriye’de savaş öncesi kadın çalışma oranı %14 civarında olup şu an Türkiye’deki resmî çalışma oranları ise %8 civarındadır. Ama Gaziantep’te kadınlar evden çalışma imkânı bulmaktadırlar. Bir sanayi şehri olan Gaziantep’te ayakkabı üretimi gibi alanlarda olduğu gibi eve parça başı iş verilmekte ve bütün aile bu üretime bir katkı sunabilmektedir. Yine özellikle kadın ve çocuklar için evde fıstık kırma biraz da olsa gelir getiren bir eylemdir.
Gaziantep’in diğer şehirlerden önemli farklarından biri de Suriye’ye ve özellikle Halep şehrine yakın olmasından dolayı daha kolay ulaşılan ve bu sebeple de Suriyelilerin demografik yapısını daha gerçekçi bir şekilde yansıtan bir şehir olmasıdır. Gaziantep’teki Suriyeli nüfusu küçük bir Suriye temsili olarak değerlendirilebilir. Gaziantep’te diğer şehirlere nazaran, sanayicisi, tüccarı, sanatçısı, öğretmeni, doktoru, mühendisi, çiftçisi, işçisi ile daha gerçekçi bir Suriyeli fotoğrafı bulmak mümkündür.
Bünyesinde olduğunuz Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde Göç Araştırmaları için bir merkez kurdunuz, hem araştırmalar yaptınız hem de görebildiğimiz kadarıyla özel projeler yönettiniz. Bu merkezde yapılanları bir de sizin ağzınızdan dinlememiz mümkün mü?
Ben üniversiteye 2017 yılında başladım ve hemen KaLMIREC göç merkezini harekete geçirdik. Daha önce yurt dışında yaşamış olmamdan dolayı Avrupa’da birçok sivil toplum ve üniversite ile bağlantılarım var. Bu çerçevede hemen bir Avrupa Birliği projesi başlattık.
Bu proje göçmen ve mültecileri pasif alıcılar değil, aktif vatandaşlar olarak gören bakış açısı ile hazırlandı. Bu durum özellikle yıllara dayanan yaşanmışlığın bir ürünü olarak ortaya çıktı. İngiltere, İsveç, İspanya ve Türkiye gibi paydaşları olan bu projede, hemen bütün ülkelerdeki paydaşlar ya göçmen ya da mülteci kökenli olarak yer aldılar.
Bu arkadaşlarla yıllardır beraber çalışıyorum. Ben de yıllarca Almanya’da göçmen olarak yaşadım. Eğer göçmenseniz genelde tam bir insan olarak değerlendirilmezsiniz ve bir işi tam manası ile yapabileceğinize bir türlü inanılmaz. Avrupa’da göçmenlere yönelik birçok proje yapılır ama hemen hiçbir göçmen bunun yürütücüsü olmaz. En fazla yürütücü yardımcısı olabilir.
Hatta projeler geliştirilirken göçmenlere sizin gerçek ihtiyaçlarınız neler diye de sorulmaz. Onların bütün ihtiyaçları ya da neler yapmaları gerektiği çoğunluk toplumu tarafından belirlenir ve daha sonra yine çoğunluk toplumu üyeleri tarafından göçmenlerin uyumları adına uygulamaya konulur. Tabii bu mantıkla yapılan bütün projeler hiçbir işe yaramaz ve o yüzden uyum da gerçekleşmez. Bu durumun farkında olan bizler, yani yıllardır Avrupa ülkelerinde göçmen ya da mülteci olarak yaşamış ve sorunların tamamen farkında olup ne yapılması gerektiğini bilen kişiler bir araya geldik ve göçmen ve mültecileri merkeze alan ve onları aktif vatandaşlar olarak değerlendiren bir proje yaptık. Çok başarılı oldu ve çok önemli ürünler ortaya çıktı.
Biz de merkez olarak bu bağlamda beş tane göç videosu ürettik. Videoları “Göç Filmleri” adlıYouTube kanalımızda hizmete sunduk. Videolarımız uyum konusunda çalışan kuruluşlar için ders materyali olarak kullanılmaya da çok uygun. Ayrıca ürünlerimizden bir tanesi, internet ortamında, göç alanında çalışan eğitimcilere yönelik olarak çalıştıkları alanda kendi kendilerini test edebilmeleri için herkesin hizmetine sunuldu.
Bütün bu tecrübeler ışığında merkezde hem yurt dışı bağlantılı hem Türkiye ve Gaziantep çaplı projeleri hızla ürettik ve uygulamaya başladık. Hemen bütün çalışmalarımızda Suriyeli kardeşlerimizi de işin içine ta başından kattık.
Göç konusu denilince onun ikiz kardeşi olan bir başka kavrama, uyum konusuna çok önem verdik ve uyum konusunda çalışmalar yaptık. Mesela kendi öğrencilerimize yönelik “Göç Girişimcileri” adlı bir proje yaptık. Öğrencilerimizi uyum konusunda çeşitli etkinliklerle eğittik ve şimdi onlar liselere gidip o etkinlikleri uygulayacaklar. Böylece Türk ve Suriyeli öğrencilerin birbirini anlamaları, empati geliştirmeleri sağlanacak.
Yine yurt dışında, her sene İsviçre Caux’da, Caux Forum çerçevesinde gerçekleşen “Genç Elçiler” projesine ortak olduk ve dört göç girişimcimizi on günlüğüne İsviçre’ye bu programa gönderdik. Orada dünyanın altmış civarında ülkesinden gelen gençlerle beraber çok önemli tecrübeler edindiler ve o tecrübelerini şimdi Gaziantep’te paylaşıyorlar.
- Suriyeli ve Türk STK temsilcilerini her ay bir araya getirip kadın olmak konusunu konuştuğumuz “Mezopotamya’da Kadın Olmak” projesini harekete geçirdik. Burada Frigga Haug’un Hatıra Metodu, Her İnsan Bir Kütüphanedir Metodu ve Birbirinden Öğrenme Metotlarını kullanarak sistematik bir şekilde toplumlarımızda çocukluğumuzdan itibaren kadınlık-erkeklik rollerini analiz ettik. İlginç bir şekilde çok benzerliklerimizin olduğunu, hatta farklılığımızın çok az olduğunu gördük. Bu projenin devamı olarak aralık ayında “Savaş, Göç ve Kadın” konulu uluslararası bir sempozyum düzenleyeceğiz.
Bunun haricinde programlarımıza katılan STK’lar ile birçok başka proje geliştirip hayata geçirdik.
Bu merkezde sürdürdüğünüz çalışmayı oluştururken Avrupa ülkelerinden örnek aldığınız entegrasyon projeleri var mıydı, nasıl bir modeli takip ediyorsunuz?
Elbetteki Avrupa ülkelerinde yıllardır edindiğim tecrübeleri buradaki çalışmalarımıza aktarıyorum. Bu konuda tek bir model takip etmiyoruz. Yıllara dayanan tecrübeler ile birçok metodu birlikte kullanarak, bu doğrultuda kendi metotlarımızı da geliştiriyoruz.
Bizim merkezdeki en önemli düsturumuz birbirinden öğrenmek ve ortak karar almak. O yüzden her konuyu uzun uzun istişare ediyor, ondan sonra karar alıyoruz. Böylece sağlam adımlarla ilerliyoruz. Katılımcılarımıza, nasıl herkesin katılımı ile ortak karar alınır konularında eğitim veriyoruz. Bunlar için birçok değişik alıştırma uyguluyoruz ve böylece katılımcılarımız kısa zamanda ortak karar almanın mümkün olduğunu görüyorlar ve bu durum onların kendilerine güvenlerini artırıyor.
Merkezde uyguladığımız bütün alıştırmalar dünya standartlarında alıştırmalar. Daha önce hiç yurt dışına çıkmamış o yüzden Avrupa’ya gizli gizli hayranlık duyan ve bizim burada çok önemli işler yapmadığımızı bile düşünen katılımcılarımız bu yaz İsviçre’deki programa katıldıklarında bizim uyguladığımız programlara benzer bir programla karşılaşınca merkezde yaptığımız işlerin değerini bizzat tecrübe ettiler ve bu onların kendilerine güvenini artırdı.
Özellikle kadın-çocuk ve eğitim başlığının çalışmalarınızda merkezî bir yer tuttuğunu görüyoruz, bu noktaya eğilmenizin özel sebebi nedir?
Toplumun en zayıf halkası her zaman için kadın ve çocuklardır. Göçmen ve mülteci kadın ve çocuklar ise daha bir hassas durumdadırlar. Eğer sağlıklı bir toplum istiyorsak hiçbir bireyi göz ardı etmememiz gereklidir. Çocuklar bizim geleceğimiz.
Özellikle göçmen çocukları biz şimdi görmezden gelirsek ve onları toplumun dışına itersek bunun bedelini yıllar sonra ödemek zorunda kalırız.
- Benim Üçüncü Nesil Sendromu olarak adlandırdığım bir durum var. Göçlerde birinci nesil gittiği yeni topluma dil öğrenme ya da sosyal katılım bakımında çok uyum sağlayamasa da, çok çalışarak emeği, üretimi ile uyuma katkı sağlar. Ama ne yazık ki bu emektar insanlar dil bilmedikleri, sosyal katılım sağlamadıkları için çoğunluk toplumu tarafından fazla ciddiye alınmaz ve hatta şiddetli ayrımcılığa uğrarlar. İkinci nesil, anne babasının uğradığı ayrımcılığın ezikliği ile kendilerinin farklı olduğunu, aslında uyum sağlayabildiklerini ispatlayabilmek adına dil öğrenir, ekonomik üretime katkı sağlar, sosyal hayata katılmaya çalışır. Üçüncü nesil ise artık yeni gelinen ülkedeki sistemi tamamen öğrenmiş, o sistemin içinden çıkmış ve ailesinin ve kendisinin uğradığı ayrımcılıkların aşırı derecede farkında olarak isyan eder. Son zamanlarda, ara ara Avrupa’da yaşanan genç göçmenlerin isyanları, Avrupa sokaklarını ateşe vermeleri, Üçüncü Nesil Sendromu’nun yansımasıdır. O yüzden gelecekte olabilecek bu tür olumsuz durumların yaşanmaması adına şimdiden çalışmalar yapmamız gerekli. Biz de merkez olarak karınca kararınca katkıda bulunmaya çalışıyoruz.
Yaptığınız çalışmaların büyük oranda entegrasyon merkezli çalışmalar olduğunu görüyoruz. Bu konuda işbirliği yaptığınız kurumlar var mı?
Bu konuda Suriyeli ve Türk STK’lar ile birlikte çalışıyoruz. Şu günlerde IOM (Uluslararası Göç Örgütü) ve AB ile yeni projeler üzerinde çalışıyoruz, UNHCR ile proje çalışmalarına başlayacağız ve her şeyden önce sayın Valimiz Davut Gül’ün büyük desteklerini görüyoruz. Her türlü çalışmamızda bizi destekliyor ve işimizi kolaylaştırmaya çalışıyor.
Sivil inisiyatifin, göçmenlerin entegrasyonu bağlamında nasıl bir etkisi oluyor?
Göçmen uyumu konusunda en önemli unsur sivil inisiyatiftir. Avrupa Konseyi uyum konusunda özellikle 2000 yılından sonra raporlar yazmaya ve uyum konusunda bir AB standardı oluşturmak adına ülkelerin bu konuda kanunlar çıkarması gerektiği üzerinde durmaya başladı. Ama 2004 yılındaki raporda ülkeler kanunlar çıkarsalar bile bunların gerçek anlamda uygulanabilmesi için sivil toplumun devreye girmesi gerektiğinin farkına varıldı ve bu konu üzerinde duruldu.
Türkiye’de ise özellikle Suriye göçü sonrası sivil toplum bu konuda çok önemli çalışmalar yaptı ve yapıyor. Biliyorsunuz Suriyeliler 2011 yılı Mart ayında ayaklanma başlamasının akabinde Türkiye’ye akın etmeye başladılar. Biz, Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi sınırlama kapsamında imzaladığımız, yani Avrupa Ülkeleri haricinde gelenleri mülteci olarak kabul edemediğimiz için, Suriyelileri herhangi bir hukuki statü çerçevesinde alamadık. Ama insani sebeplerle yine de kapıları açtık ve onları misafir olarak adlandırdık. Çünkü bütün dünya gibi kısa sürede savaşın biteceğini ve misafirlerin geri gideceklerini düşünüyorduk.
- Savaş uzun sürünce Türkiye Suriyelilere hukuki bir statü kazandırmak adına, 2013 yılında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu çıkardı ve Suriyelileri Geçici Koruma altına aldı. İşte 2011’den 2013’e kadar olan iki yıllık süre sivil toplumun büyük gayreti sayesinde problemsiz bir şekilde atlatıldı. Birçok STK Suriyelilere yardım konusunda hemen harekete geçerken, herhangi bir STK’ya üye olmayan birçok insan, özellikle kadınlar, kendi aralarında WhatsApp üzerinden organize olarak Suriyelilere yardım ettiler.
Bunlardan bir tanesi de Ankara Solfasol’da Nezahat Albay önderliğinde organize olan Gönüllüler Grubu. Bu grup, Suriyelilerin Ankara’ya ilk gelme tarihleri olan 2014 yılında, hasta bir Suriyeli kadının dil bilmeyip derdini anlatamadığı için ölmesi üzerine Suriyelilere dil öğretmek için harekete geçip, daha sonra onların diğer bütün ihtiyaçlarına da şahit olunca bütüncül bakış açısı ile yardım faaliyetleri yürüten bir grup olup şu an 300 civarında aile ile ilgilenmektedir. Bunun gibi Türkiye’nin hemen her yerinde birçok kadın grubu mevcuttur.
Gaziantep’te de Bülbülzade VakfıSuriyeliler konusunda yaptığı hizmetler bakımından takdire şayan bir kuruluş. Bir taraftan göç ve uyum konusunda çalıştaylar, sempozyumlar, konferanslar gibi entelektüel faaliyetler yürütürken diğer taraftan özellikle yetimleri aile içinde tutmaya yönelik her türlü yardım faaliyeti, Suriyelileri sivil toplum konusunda bilinçlendirip STK kurmaları yönünde onlara rehberlik yapma ve kendi toplumları ve Türkiye için daha sistematik çalışmalarını sağlama, sanatçı ve yazar Suriyeliler için platformlar oluşturma, kendi gazete, dergi ve kitaplarını yayınlayabilmeleri için ortam hazırlama gibi çalışmalar yapmaktadır.
Gaziantepliler Suriyelileri nasıl karşıladı, sizin yaptığınız çalışmalar sonucunda tavırlarında bir değişiklik olduğunu fark ediyor musunuz?
Gaziantep büyük bir şehir ve Suriyelilerin oranı çok yüksek. Bu kadar büyük bir oranın kısa sürede Gaziantep’e gelmesi çok büyük olaylara meydan vermeden, sanki Adam Smith’in gizli eli tarafından organize oldu ve bazı küçük olumsuz olaylar hariç şehir tarafından hazmedildi. Bu konuda Gaziantep Belediyesi’nin yaptığı önemli çalışmaları da burada anmadan geçmemek lazım.
Biz de merkez olarak önemli çalışmalara imza atıyor, saha araştırmasına dayalı önemli yayınlar yapıyoruz. Çalışmalarımızın şehrin uyumuna ne kadar katkıda bulunduğunu kesin sayılarla ifade etmek pek mümkün olmasa da en azından buradaki çalışmalarımızı uluslararası platformlarda sunuyor ve bilimsel yayınlar yapıyoruz. Çok geniş bir alana hitap ettiğimiz için özellikle şu an çalışmalarımızın etkisini ölçmek pek mümkün değil.
Türkiye Suriyeli göçmenlerin hareketliliğinin başladığı 2011’den hayli geç vakitte mevzuyu ciddiye almaya başladı sanırım, göç politikalarında yapılan değişikliklerin hayli yakın dönemli olduğu gözleniyor.
Türkiye göç ülkesi değil. Suriye göçü öncesi Afganistan, İran ve bazı Afrika ülkelerin vatandaşları Türkiye’yi Avrupa’ya geçmek için transit ülke olarak kullanıyorlardı. Ama Suriye göçü Türkiye’de çok şey değiştirdi. Göç konusunda önce bir kanun, daha sonra bu kanunun uygulanması için kararnameler çıkarmaya başladık. İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Göç İdaresi kuruldu. Bütün bunlar kriz patladıktan sonraki iki üç sene içinde gerçekleşti. Kanun çıkarmak sanıldığı gibi kolay bir iş değildir.
Almanya uzun yıllara dayanan göç tecrübesi olan bir ülke olmasına rağmen Suriye göçü konusunda o da çok bocaladı. Almanya erken sanayileşmesi dolayısı ile 1900’lerin başından beri komşu ülkelerden işçi göçü alan bir ülkedir. 1960 yılından sonra da Avrupa çapında ve Türkiye’den işçi aldı. Bu işçileri Gastarbeiter, yani misafir işçi olarak adlandırdılar. Geri döneceklerini zannediyorlardı. Ama dönmediler. Ailelerini de yavaş yavaş Almanya’ya çekmeye başladılar. ,
Bunun üzerine 1970’li yıllarda entegrasyon konusunu konuşmaya başladı Almanya. Ama iki ileri bir geri giderek sürdü bu bölüm. Ancak 2000’li yıllardan sonra göç ülkesi olup olmadıkları tartışmalarını başlattılar. Uzun tartışmalardan sonra bu konuda kanunlar çıkardılar. Suriye krizi sırasında Almanya kanuni olarak ve sosyal ve ekonomik alt yapı bakımından göçü idare etme kapasitesi olan bir ülke idi.
Buna rağmen Suriyelileri mülteci olarak ülkelerine almak istemediler. Ancak 2013 yılında, bizde 2 milyon civarında Suriyeli varken 5000 Suriyeli alıp almayacaklarını tartışmaya başladılar. Daha sonra bu sayı 10 bin ve 20 bine çıktı. Bu durum 2015 yılına kadar devam etti.
- Aylan bebeğin ölümü sarsıcı bir etki yaptı ve 4 Eylül günü Merkel Macaristan’da tren istasyonunda yığılmış mültecileri kabul edeceğini açıkladı. Akınla girdiler Almanya’ya mülteciler. Muhalefet “Kayıt tutmadınız, her türlü insan girdi, kim terörüst kim değil bilmiyoruz. Bu kadar insanı nereye yerleştireceksiniz? Almanya’nın kapasitesinin üzerinde” diye eleştirdi Merkel’i. Suriye meselesi dolayısıyla Merkel içeride gün geçtikçe güç kaybetti. Şu an Almanya’da 600 bin civarında Suriyeli var. Afgan, İranlı mültecilerle beraber bu sayı 1,5 milyon civarında. Nüfusu Türkiye ile aynı, ekonomik güç olarak bizden kat kat iyi durumdalar, göç konusunda tecrübeleri var ama onlar da çok büyük bocalamalar yaşadılar ama şu an durumu kontrol altına alıp bunu ekonomileri için bir fırsata dönüştürdüler.
Bu kadar büyük tecrübesi olan Almanya gibi bir ülke bile ve bize göre daha az ve çok daha sonra göç almasına rağmen bocalamalar yaşadıysa göç ülkesi olmayan Türkiye’nin bunu yaşaması normal görülebilir. Ama bundan sonra artık hızlı adımlar atılmalı ve özellikle uyuma yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Yoksa yerli halkta oluşmaya başlayan Suriyeli karşıtlığı önemli boyutlara ulaşıp kontrol edilemez duruma gelebilir.
Neler yapılabilirdi bu alanda? Neler ıskalandı? Peki hâlen yapılabilecek neler var?
Özellikle Türk halkının algısı Suriyeliler konusunda gittikçe kötüleşmeye başlıyor. Acilen bu konuda tedbir alınması ve halka Suriyeliler konusunda doğru bilgi verilmesi gereklidir.
Bu konuda önce hızlı bir şekilde gerçek bilgilendirme yapacak çalışmalara başlanması ve buna paralel olarak da uyum çalışmaları yapılması gereklidir.
Uyum konusu uzun yıllar alacak devingen bir konu olduğu için sürekli üzerinde çalışılması gereklidir. Bu konuda çalışılmazsa tehlikeli boyutlara ulaşabilecek negatif algı, yıkıcı etki oluşturacak eylemlere dönüşebilir.