Büyüsüz dünyayı kâğıtpara büyüledi!
Goethe, bu düşman kardeşlerin ortak paydası olan “kapitalizmin dünyayı büyüden arındırdığı” görüşünü, onlar daha yokken reddederek, dünya sosyal bilimini neredeyse dayanaksız bırakıyor. Üstelik Alman şair kendi çağında bile hem kökten modern hem de modern durumun ilk ciddi münadisi sayılıyor; mesela Emerson, “Modernlik, Faust-sonrası demektir!” diyebiliyordu. İroninin şahikası!
Yirmili yaşlarımda üzerimdeki etkisini itiraf etmeye hakkıyla yanaşmadığım Komünist Manifesto, intikamını aldı ve ileri yaşlarımın başucu kitaplarından biri oldu.
Kaleme alındığı tarihte (1848) henüz otuz yaşında olan Karl Marx, 19. yüzyıl kurgu ustalarımın (Stendhal, Balzac, Hugo, Zola, Dickens, George Eliot, Gaskell, Trollope…) eserlerindeki derinliği, altmış yaşımdan sonra kavramama ışık tutuyor. Bu ışığın değerini (dilerseniz, neoklasik terminolojiyle, fayda-değerini) takdir için, Marx’ın komünizmden beklentilerini paylaşmak, hatta ciddiye bile almak zorunda değiliz.
Marx’ın külliyatı yüzde 99 nispetinde bir kapitalizm çözümlemesidir, sosyalizm güzellemesi değil!
Manifesto’nun bana en çarpıcı gelen yönü, kapitalist sınıfın (burjuvazinin) tarihteki “devrimci” rolüne işaret etmesiydi:
- “İktidara geldiği her yerde burjuvazi, bütün feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine bağlayan rengârenk feodal bağları acımasızca koparıp atmış; insanla insan arasında kupkuru çıkar, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır.
- Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de şövalyece yüksek heyecanları da dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı mübadele değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız Serbest Ticaret özgürlüğünü koymuştur.
- Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir. Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da hukukçu, rahip, şair ve bilim adamını da kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.”
Max Weber çoğu zaman Marx’ın tam karşısında konumlandırılsa da, Manifesto’da italik harflerle göstermeye çalıştığım “Büyük Dönüşüm”ün büyüsel, dinsel yahut mistik mahiyeti hususunda selefiyle hemfikirdir.
Kapitalizm diye adlandırdığımız modern ekonomi/toplumun, “dünyayı büyüden arındırdığını” düşünmektedir. Aslında, Weber’e göre toplumu büyüden arındırma “tek tanrılı dinlerle” başlamış, Püriten meslek ahlakıyla zirvesine ulaşmıştı.
Sonra, modern bilimin yükselişiyle, bu dinler de “irrasyonel” sayılıp bir kenara itildi. Weber yeni dünyanın değer-yaratma sürecini Bacon ve Descartes gibi öncü düşünürlerden başlatıyordu: “Bilim, hakiki doğaya götüren yoldur” (Bacon) ve “Bilim, hakiki tanrıya giden yoldur” (Descartes).
- Goethe de modern bilimi çok önemsiyordu. Ömrünün son demlerine kadar simyacılıktan vazgeçmiş olmasa da, çağına göre gayet bilimsel bir Renk Öğretisi geliştirmekten geri durmadı (Kırmızı Yayınları, 2013). Fakat uzun ömrünün (1749-1832) dörtte üçünü ayırdığı Faust’ta, Marx ile Weber’in aksine, asıl büyülü dünyanın kapitalizm olduğunu; modern insanların, bize çok güçlü ve muktedir gözüken siyasi liderlerin bile, neye uğradıklarının tam farkında olmadıklarını yazdı.
Bunları dile getirdiğinde Weber henüz doğmamıştı, Marx ise sokakta oynayan küçük bir çocuktu. Goethe, toplum bilimin bu iki “kurucu babasını” önceden sigaya çekici kehanetiyle, yeni bir küresel sosyal bilimin köşe taşı olmayı hak ediyor!..
Kâğıtpara, Ulus ve Roman
Goethe’den ilhamla, modernliği üç kurgunun üst üste çakışması olarak yorumluyorum: Kâğıtpara, ulus ve fiction (başta roman ve drama olmak üzere, modern çağdaki kurgusal/edebî türler).
Kâğıtpara, para değil simyadır. Ulus, “ortak hafızayı koruma” ilkesine dayalı millet değil, “bilinçli hafızasızlığa” dayalı nationdur. Roman ise zaman-ve-para-üstü “bir varmış bir yokmuş” değil, zamanı ve parayı içeren “aslında ikisi de yokmuş, ol! demişiz, olmuşlar” öyküsü, bir “kapitalizm otopsisi”dir.
Roman Diliyle İktisat’ta açıklamaya çalıştım ki, ister liberal (Smith, Ricardo vb.) ister sosyalist (Marx vb.) olsun, 19. yüzyıl klasik iktisatçılarının ortak görüşü, ekonomik değerin emekten oluştuğuydu.
- Goethe, Faust II’de, hayır diyor: Emek, iktisadî değerin kaynaklarından biridir. Diğer önemli kaynak ise simya yahut büyüdür. Hiç emek harcamadan da değer yaratmak mümkündür. Kâğıtpara bu amaçla icat edildi. Yaşayan en büyük finans spekülatörü George Soros, “Finans Simyası” (The Alchemy of Finance, 1987) başlıklı kitabında Goethe’yi teyit ediyor ve modern simyanın geleneksel simyadan üstün olduğunu, çünkü “sanal” altın yaratmayı başardığını söylüyor.
Emeksiz değer yaratma aracı olan kâğıtpara, bir yandan yatırım yapma (iktisadî büyüme) yönünde muazzam bir baskı oluşturur, diğer yandan hükümdarın borcunu halkın borcu hâline getirir.
Borçlanan halk daha fazla çalışmak zorunda kalırken; halkın sırtından borçlanan hükümdar, kapitalist sınıfı daha dizginsiz desteklemeye başlar. Hülasa, sanal altın olan kâğıtpara olmasaydı, ne sanayi devrimini gerçekleştiren kapitalist sınıf ne de görünürde demokratik (yani halk dostu), gerçekteyse “konsantre sermayenin suç ortağı” (Braudel) kapitalist devlet var olabilirdi.
Kapitalist yatırımların meyvesini vermesi, üretilen ürünlerin engelsizce tüketicilere ulaştırılabilmesi için, Avrupa sathına yayılı yüzlerce feodal beyliğin, (ekonomik bağlamda, küçük küçük pazarların) büyük bir pazara dönüştürülmesi gerekiyordu. Merkantilist politikalar pazar büyümesini kolaylaştırdı ve hükümdarların gücünü artırdı.
- Manifesto’da, Marx-Engels bu gerçekliğe şöyle işaret ediyordular: “Burjuvazi üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun bölük pörçüklüğünü adım adım ortadan kaldırıyor. Nüfusu birbiriyle bütünleştirip, üretim araçlarını merkezileştirdi ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırdı. Bunun zorunlu sonucu ise siyasi merkezileşmeydi. Çıkarları, yasaları, hükümetleri ve gümrükleri farklı, aralarında yalnızca gevşek ittifaklar olan bağımsız eyaletler, tek ulus, tek hükümet, tek yasa, tek ulusal sınıf çıkarı, tek gümrük sınırı içine sıkıştırıldı.”
Ulus, kâğıtparanın tahrik ettiği kapitalist gelişme sürecinin olağan sonucuydu. Bu suretle, Avrupa’da Roma İmparatorluğu artığı yaklaşık 1600 feodal beylik, otuz dolayında ulus-devlet içinde bütünleştirildi. Uluslaşma, Avrupa tarihinin büyük başarılarından biridir. Sanayi devriminin ürettiği güç sayesinde başa çıkılmaz hâle gelen askerî güce direnmenin de askerî güçten yararlanıp genişlemenin de başlıca aracı ulus-devlet idi. Her başarılı model, taklit edilir.
Yirminci yüzyılda, Osmanlı gibi klasik imparatorlukların veya İngiltere gibi sömürge imparatorluklarının bünyesinden çıkan her halk, uluslaşma çabasına girdi. Sonuçta, yarısı benden daha toy, iki yüz kadar ulusumuz oldu. Onda biri özgün, diğerleri (borsa diliyle) türev uluslar!..
Bugün gelinen noktaya bakıp, “Avrupa, Afrika ve Orta Doğu’da yaklaşık otuzar devlet var. Demek ki ulusluk modern durumun gereğidir!” hükmünü vermek, efendinin diliyle konuşmaktır. Ulusluk, Avrupa’yı güçlendiren; Afrika ve Orta Doğu’yu ise güçsüzleştirmek maksadıyla onlara dayatılan bir stratejiydi. Sonuçta Orta Doğu ve Balkanlar’daki bir tek büyük siyasa (Osmanlı Devleti) otuz parçaya bölündü; Afrika’daki on iki bin kabile ise otuz devlette bütünleştirildi. Ama ne Orta Doğu’nun bölünmesi ne de Afrika kabilelerinin bütünleşmesi kendi iradeleriyle ve kendi çıkarlarına oldu!
İkiye Bölünen Hayat
Bölünme de bütünleşme yahut bir türlü gerçek anlamda bütünleşememe de en iyi ifadesini kurgularda buluyor.
Son yıllarda okuduğum Nijerya, Senegal ve diğer Afrika ülkelerinin romanları, yekpare görüntünün altındaki korkunç parçalanmışlığa ayna tutuyor. Kapitalist medeniyetin etkisi, Batı dışı toplumların ekonomilerini çökertmekle kalmadı; toplumsal/kültürel hayatlarını da ikiye böldü.
Münevver tabaka, eski ile yeni, Doğu ile Batı arasında nasıl bir tercih yapılabileceğini bir türlü kestiremedi. Eskinin üstüne sünger çekmek imkânsız, yeniyi bütünüyle benimsemek tehlikeli, ikisini bir arada götürmekse maliyetliydi. En kötüsü, Avrupa’ya yarayan uluslaşma stratejisinin otomatik olarak bize de yarayacağı vehmiydi.
Cemil Meriç’in bizim için söyledikleri, bütün Batı-dışı toplumlar için geçerliydi: “Türk aydını, efendisinin ilaçlarını aşırıp içen ahmak uşaktır.” Afrikalı romancıların 1960’lardan itibaren dillendirdiği bu meselelere, Osmanlılar iki asır önce bile aşinaydılar. Tanpınar’ın gözüyle, Tanzimatçıların tercihi şöyle şekillenmişti:
- “Garpçılık, 1839’da devlet müesseselerimizi ve bazı hayat şekillerimizi değiştirmekle kalmadı, bizi âdeta kulağımızdan tutarak şeyhülislam duası ve ecnebi sefir alkışıyla Avrupa mektebine çıraklığa verdi. Hareket, kendisinden evvel esaslı bir fikir hazırlığı bulunsaydı, yahut 1718 ile 1839 arasındaki zaman kaybedilmemiş olsaydı, elbette başka türlü olurdu. Fakat yıkılmış medrese, darmadağın olmuş iktisadî hayat, kapılarını açmış gümrük ve muhafazası güçleşmiş hudutlar, daha derin düşünmeye vakit bırakmıyordu. Diğer taraftan, kaybedilen zaman içinde mevcut müesseseler herhangi bir aşıyı kabul etmeyecek bir tereddî haline gelmişlerdi. Kendi bünyelerinde hiçbir istihale veya sıçrayış imkânları kalmamıştı. İki şey yapılabilirdi: Ya eski tamamiyle yıkılarak yerine yenisi kurulurdu yahut da olduğu gibi, kendi kendine tükenmesi için bırakılan eskinin yanı başında yeninin devri başlardı. Biraz imkânsızlık ve biraz da herhangi bir tepki korkusu, Tanzimat’ı yapanlara ikincisini tercih ettirdi ve birdenbire memleketin hayatı bir müstemleke şehrinin garip manzarasını aldı. Hayatımız ikiye bölündü.” (Yaşadığım Gibi, İstanbul: Dergâh, ts, s. 32.)
İkiye bölünen hayat en büyük yarayı aydınların zihinlerinde açtı. Kendilerini bir “başkası” olmaya şartlandıran aydınlar, ülke insanını da o yönde “eğitme” misyonunu üstlendiler. Halk ile çatışmayı bile göze almış birer kahraman olarak gördüler kendilerini. Fakat özendikleri Avrupa aydınlarının aslında kendi halklarıyla hiç de çatışma içinde olmadıklarını anladıklarında keyifleri kaçtı. Soyut bir halkçılık duygusu geliştirme mecburiyetinde kaldılar. Tıpkı 19. yüzyılın Batıcı Rus aydınları gibi.
- Dostoyevski, bu halksız halkçıları ne güzel resmediyordu: “Bunlar hiçbir zaman sevmemişlerdir halkı, onun için acı çekmediler, bir şeylerini de vermediler ona. Bir eğlence olarak yapıyorlardı bunu! Ne Rusya’yı ne de halkı sevdiler! Kişioğlu bilmediği bir şeyi sevemez, onların da Rus halkından haberleri yoktu. Onların tümü, siz de beraber olmak üzere, Rus halkına göz ucuyla bakıyordunuz. Halkımıza göz ucuyla bakmanızdan başka, aşırı bir hafifseme, iğrenme ile ilgileniyordunuz onunla. Bunun tek nedeni, halk deyince aklınıza yalnızca Fransız halkının, hem de ancak Paris’te yaşayanının gelmesi, Rus halkının öyle olmamasından sıkılmanızdı. Gerçektir bu! Halkı olmayanın Tanrısı da yoktur oysa! Şuna kesinlikle inanın ki, halkını anlayamayan, onunla bağlarını koparan insan bunu yaptığı ölçüde yurduna inancını yitirir, ya dinsiz olur ya da duygusuz bir odun! İşte bunun için siz de biz de ya can sıkıcı birer dinsiz ya da duygusuz birer odundan başka bir şey değiliz şimdi.” (Cinler, İstanbul: Can, 1982, s. 37.)
Andımız veya Türkçe ezan gibi projeleri arada bir ısıtıp memleketin gündemine getirenler bu “dinsiz ya da duygusuz odunlar”dan başkası değil. Hatırlarsanız 28 Şubat sürecinde “Ezan Türkçe okunmalı, ibadet dili Türkçe olmalıdır” tarzındaki tartışmalar yeniden hortlatılmıştı.
Kulağı minarede olmayan, eline kutsal kitabı alma niyeti taşımayan, halkla beraber bir tek vakit namazı kılmayan (Dostoyevski’nin deyişiyle, halkı olmadığı için Tanrısı da olmayan!) insanlar, halkın dinine niçin bu denli karışmak isterler?
Kendi hayat ve zihinleri bölünmüş olduğundan! Halkın sıhhatini açıkça kıskanıyorlar. Zaten bunca baskıya rağmen halkı ayakta tutan da bu sıhhat, bu zihnî bütünlük değil midir? Memleketin hâlini “bir müstemleke şehrinin garip manzarasından” kurtarmak istiyorsak, halktaki bu sıhhate imrenmeli ve kendi kafa karışıklığımızı nasıl şifaya kavuşturabileceğimizin yollarını aramalıyı