Bir eserin ilâhî olabilmesinin en önemli şartı Zikrullaha uygunluğudur

KÜBRA KURUALİ YAŞAR
Abone Ol

Merhum Muzaffer Ozak tarafından 1981 yılında kurulan Türk Tasavvuf Mûsikîsi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı inceleme, araştırma ve nota tespit çalışmalarına devam ederken kaynak olarak yayımladığı eserlere bir yenisini daha ekledi. Kitabın araştırmacı yazarı Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu ses sanatçılarından Cumhur Enes Ergür ile Tekke Mûsikîsi geleneğinin, geçmişten günümüze kopmadan ulaştığının bir nişanesi olan 99 Bestekârdan İlâhîler kitabını konuştuk.

99 bestekârı nasıl seçtiniz, isimlerini neye göre belirlediniz?

Öncelikle kitabımızı sanatseverlerle buluşturan İZ Yayıncılık’a ve bu güzel söyleşiden dolayı da size ve Nihayet’e teşekkürlerimi arz ederim. Osmanlı zamanında doğmuş, vefatı Cumhuriyet devrinde olan yani Osmanlıdaki geleneği almış ve Cumhuriyete taşımış zevat ile Cumhuriyette doğmuş, vefat etmiş veya halen yaşayan isimleri tercih ettik. Bunların çok veya az bilinenleri var. İçerisinde ikiyüz-üçyüz bestesi olanı da var, bir tane beste yapanı da. Bu seçimi yaparken ilk önce geleneğe uygun olmasına dikkat ettik. Malumunuz her eserin notasının üzerine ilâhî yazmakla ilâhî olmuyor. İlâhî olabilmenin bir özelliği, bir fonksiyonu var. Bu fonksiyonu taşımayan eserler dinî eser olarak değerlendirilebilir ama ilâhî değildir. Şunu da ilave etmek yerinde olacaktır, bir eserin güftesinin Yunus Emre Hazretlerine, Niyazi Mısrî Hazretlerine veya evliyaullahtan bir zata ait olmasıyla o müzik eseri güfte itibariyle ilâhî olabilir ama beste itibariyle ilâhî olmaz.

Niyâzî-i Mısrî’nin kendi hattıyla hâtıralarını ihtiva eden Mecmua’sından iki sayfa

İlâhî olabilmesinin şartı zikrullaha uygunluktur. Çünkü burada müziğin ritmik ve melodik yapısının yardımıyla zikir meclislerinin ahenginin ve tevhidinin temini söz konusudur. Dolayısıyla oradaki ritmik yapıya uygun olması icap etmektedir. Bu şartları haiz olmasalar da kıymetli olan diğer eserler de dinî musiki repertuarımızda yer alabilir ama fonksiyon manasında bu özelliği karşılamıyor olabilirler. Biz de mümkün mertebe bu eserleri tespit ederken tekke mûsikîsine uygun olmasını esas aldık. Bestekârları da bu eser sahipleri içerisinden seçtik. Ben genel bir saha taraması yapmaya gayret ettim. 1032 bestekâra ulaşabildim. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşayan ulaşamadığımız isimler de olmuştur muhakkak. Ve daha da artacaktır gençler yetişmeye devam ediyor.

Tekke Mûsikîsi geleneği Osmanlı’dan günümüze nasıl ulaştı?

Malumunuz 1925 Tekke ve Zaviyeler’in kapatılmasıyla ilgili kanun ile tekkelerin mekânları kapatıldı. Tekke mensupları hayatlarına devam ettiler. Ve bu insanlar belli bir kültür içinde yoğrulmuş, yetişmiş ve yaşayan insanlardı. Mekânları kaybolsada bu kültürü yaşama, yaşatma arzusu içinde oldular. Hep eskilerden dinlediğimiz ya da hatıratlardan okuduğumuz falan beyin evinde toplanarak meşkler yapılmaya devam etti. Bunların bazıları mûsikî meşkleri şeklinde, bazıları zikir meclisleri şeklinde oldu. Tekkelerin kapatılmasıyla şeyhler, dervişler ortadan kalkmadı ki! Dolayısıyla onlar hayatiyetini, bu kültürü yaşamayı, dervişliklerini yapmayı devam ettirdiler. Bunun neş’esi olan mûsikîyi de kendilerine ait özel mekânlarında sürdürdüler.

Özgürlük ve barışın tadı kaçıyor!
Nihayet

Buna çok bariz örneklerden biri Salahi Dede’dir. Babası Demirtaş Hüsamettin Efendi eski bir Zâkirbaşıdır. 12-13 yaşlarına kadar babasıyla tekke tekke gezer. Kendisi 1912 doğumlu, tekkelerin sırlanması kanunu çıktığında 13 yaşında. O yaşına kadar bir mûsikî içerisinde yetişir. Sonrasındaki kendi hayat serüveni içerisinde resmen tekkeler açık değil, ama aldığı bu bilgi birikimini meraklılarına aktarmış. Bu örnekte olduğu gibi pekçok zât var. Burada Safer Dal Efendi Hazretlerinden özellikle bahsetmemiz icap eder. O da bu işe kendini vakfetmiş insanlardandı. Elinde büyük bir makara teyp ile kim bir ilahi biliyorsa onu bulup, binbir niyazla , ricayla okutup o eserleri kurtarmış. Bizde meşk silsilesiyle geliyor birtakım şeyler, günümüze de çoğu meşk silsilesiyle ulaşmış ama notanın da çok büyük ehemmiyeti var. O dönemlerde insanlar birsüre sonra bu meşklerden de çekinmişler, kaçınmışlar, belli zorluklar yaşamışlar. Bunlardan dolayı bazen meşk silsilesi de kırılmış. Burada şöyle önemli bir şey var, notadan ziyade o kişilerin okuyuş üslubu da yansımış oluyor. Dolayısıyla bir tavrı da bugüne ulaştırmış oldu Safer Efendi Hazretleri. Onun yaptığı bu yoldaki en büyük hizmetlerden biridir. Bu şekilde eserler Osmanlı’dan günümüze ulaşmış.

Çalışmanızla sadece onların bestelerini değil, hikâyelerini de öğrenmiş oluyoruz. Bu isimlerden hangisinin hayatı sizi daha çok etkiledi?

Bu tercihi yapmak çok zor. Çünkü her birinin ayrı bir ehemmiyeti var. Bunu sadece mûsikî açısından almayın. Yaşadıkları hayat şartları, çektikleri sıkıntılar açısından her şeye rağmen bu kültürden, bu hizmetten vazgeçmeyişleri açısından hepsi ayrı bir kıymet.

Cumhur Enes Ergür'ün kitabı

Buradaki kastım kadim bestekârlarımız bir de yeni bestekârlarımız var. Burada da biz tarihe bir not düşmek istedik. Bugün belki gençler ama onların yarının önemli bestekârları, bu konunun bilen kişileri olacağını ümit ederiz. Teşvik olsun diye bu çalışmanın içerisinde onları da değerlendirdik.

Sizin bu alanda değerli çalışmalarınız olduğu gibi besteleriniz de var. Bir ilahi ya da ayin bestelemek bir şarkı bestelemekten farklı mıdır?

Erol Sayan üstadımızdan bir cevap vereyim. Kadıköy-Beşiktaş vapuru ile beraber geçerdik okula orada çok sohbetlerimiz, kendisinden çok istifade etmelerimiz olmuştu. Birgün bir arkadaşımız “Hocam, bestelerinizi ne kadar zamanda yapıyorsunuz?” diye sordu. O da

Sen ne kadar sürede okuyorsan. Ben de bir şarkıya başlarım ve biter.

demişti. Buradan mülhem şunu söyleyelim. Bu biraz bestekârların kabiliyeti, becerisiyle alakalıdır. Ama bir şarkı bestelemek hafif, bir ilâhî bestelemek, zor, ayin bestelemek çok önemli bir şeymiş gibi algılanmamalıdır. Hepsi önemlidir. Bir şarkı besteleyemeyen adam ilâhî ya da ayin de besteleyemeyebilir. Bu bir kurgu ve kompozisyon meselesidir. Ayin mûsikîmizin en büyük formudur ama beste formunda ağır semâî formunda eser bestelemek de aynı şeydir. Bu biraz da neyi teneffüs ettiğinizle alakalıdır. Şarkı teneffüs eden bir insan nefesini verirken neticede ondan şarkı, ilâhî teneffüs eden bir insan da nefesini iade ederken ondan da ilâhî çıkacaktır. Ayin ile çok meşgul olmuş bir insandan da netice olarak bir ürün mevzu bahis olduğunda da beste olarak ayin zuhur edecektir. Bunu çok önemsiyorum çünkü insanlar şarkı yaptıklarını zannediyorlar, fakat şarkının bir neş’esi var, bundan kastım sürur değil, tadı var, lezzeti var. O neşeyi bulamıyorsunuz, şarkı gibi değil bazı besteler. Veya ilâhî besteliyor insanlar, ilahi neş’esi, tavrı, tarzı yok. Bu ne ile yaşadığınızla, nasıl yaşadığınızla, neyin içinde olduğunuzla alakalıdır.