Batılıların beynine yerleştirilen çip: Ezilmiş Doğulu kadın
Bugün Batılıların Doğu’ya bakışını hatta Orta Doğu siyasetine yön verecek bu imgeleri yine doğulu kadınların besliyor olması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Büyük bir kısmı kurgu hikâyelerle sahneye çıkan bu kadınlar “önceki hayatlarında” nasıl da ezildiklerini, kapatıldıklarını anlatıyor ve artık bu Doğulu kadın kimliğini geride bıraktıklarını tıpkı bir Batılı gibi ve hatta Batılıdan daha Batılı olduklarını ispat etmeye çalışıyorlar.
19. yüzyıl sonları 20. yüzyıl başlarında Doğulu, hareme kapatılmış kadın, Batılılar için yalnızca seyyahlardan dinledikleri Oryantalist imgelerle bezenmiş, Bin Bir Gece Masalları’nda okudukları, sisler arasında kalan kadın olmaktan çıkmış, nefes alan somut bir gerçekliğe dönüşmüştü. Osmanlı son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Avrupa’ya kaçan, nam-ı diğer “haremden kaçanlar” Batılılar için Osmanlı ve Müslümanlara karşı söylemlerini güçlendirecek ve dahası sahneye konulacak bir performans göstermişlerdi.
Bugün Batılıların Doğu’ya bakışını hatta Orta Doğu siyasetine yön verecek bu imgeleri yine doğulu kadınların besliyor olması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Büyük bir kısmı kurgu hikâyelerle sahneye çıkan bu kadınlar “önceki hayatlarında” nasıl da ezildiklerini, kapatıldıklarını anlatıyor ve artık bu Doğulu kadın kimliğini geride bıraktıklarını tıpkı bir Batılı gibi ve hatta Batılıdan daha Batılı olduklarını ispat etmeye çalışıyorlar. Yalnızca bir yüzyıl önce Fransa ile Osmanlı arasında sahnelenen Bezgin Kadınlar piyesi, bugün bu kurgu kadınlar üzerinden sahneleniyor.
- Black Mirror (Kara Ayna) dizisinin 3. sezonunun Men Against Fire isimli 5. bölümünde, hastalıklı genlere sahip olanları rahatça öldürebilmeleri için askerlerin beyinlerine bir çip yerleştiriliyor. Bu çip sayesinde askerler hasta genleri olanları bir yaratık gibi görüyor ve onların gördükleri bu görüntülere dair “böcekler” isimli bir senaryo kurgulanıyor. Askerler aslında tıpkı onlar gibi görünen bu insanların böcek olduğuna inandırılıyor böylece merhamet duygusu olmadan bu insanları öldürebiliyorlar. Bugün söylemleriyle Batılıların Doğulu ve Müslüman algısını pekiştiren bu kadınlar da askerlerin beynine yerleştirilen çiplerden farksız… “Zaten bu Müslümanlar da caniler canım” algısını benimseyen Batılılar Orta Doğu’da yaşattıkları her şeyi mübah görüyorlar ve ellerine bulaşan kanı rahatlıkla temizleyebiliyorlar. Zira onlar The White Man’s Burden (Beyaz Adamın Yükü) mihmandarlığında bu topraklara medeniyet götürüyorlar.
Dilerseniz, Batı’da Müslüman ve İslamiyet algısını yönlendiren pek çok kadından ikisinin, Ayaan Hirsi Ali ve Asmaa Albukaie’nin hayatını ve söylemlerini yakından tanıyalım.
Bir kurgu kadın: Ayaan Hırsi Ali
Ayaan Hirsi Ali, 1967 yılında Somali’de dünyaya geldi. Henüz çocukken Somali’de yaşanan iç savaşlar esnasında ailesiyle birlikte Kenya’nın Nairobi şehrine iltica etti. Kenya’da darlık içinde yaşıyorlardı. Hirsi Ali, İngilizce eğitim yapan Müslüman Kızlar Ortaokulu’nda eğitimine devam etti. Burada tanıştığı bir öğretmen onu oldukça etkiledi ve Kur’an hayatının önemli bir parçası hâline geldi. Daha sonra Müslüman Kardeşler’e sempati beslemeye ve okul üniformasıyla birlikte başörtüsü takmaya başladı. Bu dönemde The Satanic Verses kitabında Hz. Muhammed hakkında kötü ifadeler kullanan Salman Rushdie’nin karşısında yer aldı. Daha sonra kendisiyle yapılan bir röportajda bu kitabı gördükten sonraki tepkisini, söylemlerinde hep iddia ettiği gibi Müslümanların gayrimüslimlere karşı olumsuz tavrını otobiyografisi üzerinden sembolize etmek için şu ifadeleri kullandı, “Yazarının Peygamber hakkında korkunç şeyler söylediği, dinî değerlere fazlasıyla hakaret eden bir kitabın varlığını işitmiştik. Aklıma gelen ilk düşünce bu adamın öldürülmesi gerektiği olmuştu.”
Ortaöğretimini tamamlamasının ardından Hirsi Ali, Nairobi’de bir yıllık sekreterlik kursuna katıldı. Hirsi Ali zamanla İngiliz edebiyatının macera romanlarına merak saldı. Nancy Drew serileri ilgiyle takip ettikleri arasındaydı. Belki bu yüzden kendi hayatını da bir macera romanı gibi kurgulamak istedi. 1992 yılında, Kenya’dan Almanya’nın Düsseldorf ve Bonn şehirlerine ailesini ziyaret etme bahanesiyle gitti. Ardından Hollanda’ya kaçtı. Zira Hirsi Ali, babasının tanıdığı biriyle zorla evlendirildiği için Hollanda’ya kaçmıştı. Eğer kaçmasa Somali geleneklerine göre babası, erkek kardeşi veya kocası tarafından kocasını terk ettiği için öldürülecekti. Hollanda’ya gittikten üç hafta sonra, oturma izni aldı. Önceleri, temizlik gibi kısa süreli işlerde çalışıyordu. Daha sonra Rotterdam Mülteci Merkezi’nde çevirmen olarak çalışmaya başladı.
Bu sırada Hollanda’da yeni kitaplar okumaya ve yeni bir bakış açısı edinmeye başladı. Sigmund Freud’un çalışmaları dine bağlı olmayan yeni bir ahlak sistemiyle tanışmasına yol açtı. Bu dönemde Flemenkçe öğrenmek için kursa gitti ve sosyal iletişim üzerine kurslara katıldı. 2000 yılında, Leiden Üniversitesi’nde siyaset bilimi üzerine master yaptı. 1995-2001 yılları arasında Hirsi Ali bir kuruma bağlı olmadan, Somali-Flemenkçe tercümanlığı yaptı. Daha çok Somali’den iltica eden kadınlarla, istismara uğramış kadınların konakladığı konukevlerinde ve Hollanda göçmenlik ve vatandaşlığa alma hizmetlerinde çalışıyordu. Hirsi Ali, hem aldığı eğitim hem de tecrübeleri dolayısıyla İngilizce, Somalice, Arapça, Svahili, Amharic ve Flemenkçe olmak üzere altı dil biliyordu.
- Master eğitimini tamamlamasının ardından, merkez sol İşçi Partisi’yle bağlantılı bir bilimsel enstitüde çalışmaya başladı. Hirsi Ali, bu dönemde İslam’dan oldukça uzaklaşmıştı ki, 11 Eylül 2001 saldırılarını El Kide’nin üstlenmesi bu mesafeyi fersah fersah açtı. Usame Bin Ladin’in saldırıyı meşrulaştırmak için Kur’an ayetlerini kullandığı kasetleri dinlediğinde bunların doğruluğunu araştırmaya koyuldu. Ali, yaptığı bu araştırmayı şu sözlerle ifade etti, “Kur’an’ı ve hadis kitabını açtım ve o ayetlerin gerçekliğini kontrol ettim. Bunu yapmaktan nefret ettim çünkü Bin Ladin’in söylediği ayetleri orada bulacağımı biliyordum.” Hirsi Ali’nin yalnızca bu sözleri bile aslında inancını çoktan yitirdiğinin ve en ufacık kıvılcımın bile bu yitirişin adını koyacağının ispatı niteliğinde. 2002 yılında, Leiden Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde çalışmalarını sürdüren, Herman Philipse’nin Ateist Manifestosu’nu okumasının ardından, dinî inançlar olmadan da yaşanabileceğine ikna oldu ve artık Allah’a inanmadığını açıkladı. Bu ayrılık nedense onu din karşıtı yapmaktan ziyade İslam eleştirmeni kisvesine soktu. İslam ve İslam kültürü aleyhinde pek çok makale yayınladı ve TV programlarının daimi konuşmacısı oldu. İslam aleyhtarlığı üzerinden yakaladığı şöhretle aynı yıl içerisinde bu “eleştirel fikirlerini” The Son Factory isimli kitabında yayınladı ve akabinde ölüm tehditleri almaya başladı. Bunun üzerine partisinden koruma talep etti fakat bu talebi olumlu karşılanmadı. Bu fikir ayrılıkları sebebiyle merkez sol partisinden, merkez sağ partisi olan People’s Part for Freedom and Democracy’ye transfer oldu.
Hirsi Ali 2003 yılında seçimlerde aday oldu. Mevcut hükûmetin Hollanda’da yaşayan istismar edilen Müslüman kadınları ve onların toplumsal ihtiyaçlarını göz ardı ettiğini, hâlihazırdaki tecrit ve zulümlerine sessiz kalarak katkıda bulunduğunu iddia ediyordu.
Hirsi Ali ayrıca kendisi de 12 yıl önce Hollanda’ya kaçak yollarla iltica ettiği hâlde bütün Müslüman ülkelerle göçmen alışverişinin kesilmesini, beş yıl süreyle sınırların Türkiye de dâhil tüm Müslüman ülkelere kapatılmasını, yabancı evliliklerin önlenmesi gerektiğini savunuyordu.
Bir taraftan siyasi bir figür olarak boy gösterirken, İslam aleyhinde konuşmalarına devam ediyor, yazılar yazıyor, Hz. Muhammed hakkında kötü sözler sarf ediyordu. 2004 yılında yönetmen Theo Van Gogh ile birlikte İslam toplumlarında “istismar” edilen Müslüman kadınlar hakkında Submission isimli bir film çektiler. 2004 yılında Van Gogh, Hollanda’da yaşayan radikal bir Müslüman tarafından öldürüldü. Hirsi Ali ölüm tehditleri almaya devam etti. Hollanda hükûmeti onu bir müddet Hollanda içinde farklı şehirlerde, bir müddet Amerika’da gizledi. Hirsi 2005 yılı ocak ayında parlamentoya geri döndü. 2006 yılının ocak ayında 12 yıldır bir Avrupalıdan daha Avrupalı, bir Batılıdan daha ırkçı olması karşılıksız bırakılmadı ve Reader Digest adındaki Amerikan dergisi tarafından “Yılın Avrupalısı” seçildi. Aynı ay, söylemleri Avrupalılarla Müslümanlar arasına hendekler açsa da, Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterildi. 2006 yılının mart ayında Danimarka’daki Hz. Muhammed hakkında yapılan karikatürü ve basın özgürlüğünü destekleyen bir imza kampanyasına katıldı. Karikatürü desteklemesinin sebebi olarak şu sözleri sarf etti: “İslamcıların duygularını incitmek istemesem de asla tiranlığa hizmet etmem. Muhammed'in öğretilerini kabul etmeyen kişilerin onu çizmesine izin verilmemesini istemek, saygı göstermesini istemek değil, bir boyun eğdirme talebidir.”
Sürpriz dünya! Gerçek bana merhaba de! (Surprise World! Say hello to real me!)
Ayaan Hirsi Ali’nin biyografisine dair yukarıda verdiğim bilgilerin büyük bir kısmı yanlış bilgilerdi. Böyle bir biyografik bir yazıda neden yanlış bilgi verdiğimi merak ediyor olabilirsiniz. Fakat Ayaan Hirsi Ali Hollanda’ya iltica ettikten sonra 14 yıl boyunca kendi hikâyesini bu kurguyla anlattı. Bu kurgu ve İslam aleyhinde söylediği sözler sayesinde yalnız şöhret basamaklarını birer birer tırmanmakla kalmadı, her yıl o yılın en “bişeyi” ödüllerinin de sahibesi oldu. Fakat Hollanda semalarında yükselen Ayaan Hirsi balonu, 2006 yılında patlayıverdi. Hirsi Ali’nin sahne ışıkları altında “çıplak” olduğunu fark eden biri nihayet haykırdı, “Hirsi Ali çıplak!”
2006 yılının mayıs ayında bir TV programı Hirsi Ali’nin sığınma başvurusunda soyadıyla, yaşıyla ve iltica sebebiyle ilgili yanlış bilgi verdiğini rapor etti ve bu yalanlara dair bir belgesel hazırladı.
Ayaan Hirsi Magan aslında 13 Kasım 1969 yılında Somali’nin Mogadishu şehrinde dünyaya geldi. Hirsi, henüz 8 yaşında iken, dönemin sosyalist hükûmetine muhalif olan babasının hapishaneden kaçması akabinde, ailesi önce Suudi Arabistan’a, oradan Etiyopya’ya ve nihayet 1980 yılında Kenya’nın Nairobi şehrine iltica etmişti. Ali’nin kurgu hikâyesinin aksine Kenya’daki refah seviyeleri oldukça yüksekti. Ali, sığınma talebinde ailesinin onu daha önce hiç görmediği bir adamla zorla evlendirdiğini iddia ediyordu. Fakat ailesi bu iddiaları reddetti. Ayrıca Ali’nin hikâyesinde anlattığı sağlık tedavilerinin tamamının da kurgu olduğu ortaya çıktı.
Kenya’da aldığı eğitim tamamen Batı standartlarındaydı. Erkek kardeşi Hristiyan okuluna gitmişti ki tek başına bu bile onun anlattığı gibi radikal İslamcı bir ailede yetişmediğinin kanıtı niteliğindeydi. Anlattığının aksine hiç görmediği tanımadığı biriyle evlenmiş de değildi. Kocasıyla evlenmeden birkaç gün önce tanışmış, birkaç görüşmenin ardından evlenmeye karar vermişlerdi. Annesi önce okulunu bitirmesi gerektiğini, böylelikle eğer ilişkileri yürümezse kendi ayakları üzerinde durabileceğini söylediği hâlde onu dinlememişti. O her ne kadar kendi düğününde olmadığını kurgu hikâyesinde anlatsa da düğününde vardı ve görgü tanıklarının ifadesine göre, hâlinden oldukça memnundu. Düğünden bir hafta sonra kocası Kanada’da onunla buluşmak için bir uçak bileti alacak kadar para bırakmış, o da parayı almış fakat Kanada yerine Hollanda’ya gitmişti. Hollanda’da geçirdiği yıllar boyunca babasından düzenli olarak mektup almış ve eski eşi tarafından ziyaret edilmişti. Eski eşi onu kendisiyle birlikte gitmek için ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamayınca boşanma davası açmıştı. Belgesel aynı zamanda Hirsi Ali’nin töre cinayetine kurban gitme korkusunun da geçersiz olduğunu, Somali’de töre cinayetleri olmadığını anlatarak ispatlıyordu.
Ülkeler yarışıyor!
Bu skandalın ardından Hollanda hükûmeti Hirsi Ali’nin vatandaşlığına son verdiğini açıkladı; akabinde Amerika ona kucak açtı. Hirsi Ali de Amerika’daki think tank’lerden birinde çalışacağını kamuoyuna duyurdu. Danimarka da bu dönemde kendisine güvenle yaşama ve çalışma daveti gönderdi fakat Ali bu daveti “nazikçe” geri çevirdi. Hollanda hükûmetinin aldığı bu karar bir hafta sonra Ayaan Hirsi Ali’nin vatandaşlık hakkının yeniden iade edilmesiyle bozuldu. Ancak Ali yine de Amerika’da yaşamaya başladı. Amerika’ya geliş sebebi olarak, Hollanda’da yaşadığı itibar kaybını ve ardında bıraktığı siyasi çalkantıları değil de aldığı ölüm tehditlerini gösterdi.
Orwell’ın hafıza deliği
Hirsi Ali, Amerika’da da İslam karşıtı söylemlerini sürdürdü ve hatta Amerika ideolojisinin ona sağladığı elverişli ortam sayesinde bu karşıt söylemlerini daha da keskinleştirdi.
Müslümanların Batılıların düşündüğünün aksine mazlum değil zalim olduğunu, şiddete maruz kalan değil şiddeti uygulayan olduklarını her fırsatta dile getirdi. Hirsi Ali ayrıca Kur’an’da şiddete ve öldürmeye yönelik ayetlerin var olduğunu, Hz. Muhammed’in de gerek hayatı gerek hadisleriyle bu şiddet eğilimini açıkça gösterdiğini ve bu yüzden İslam’ın barış dini olmadığını iddia etti. Ali bugün hâlâ pek çok TV programında İslam ve İslam toplumları eleştirmeni kimliği ile boy göstermeye devam ediyor. Müslümanlarla ilgili her yeni gelişmede Hirsi bilirkişi hüviyeti ile orada hazır bulunuyor. Bu programlarda, konferanslarda içlerinde Müslüman biri olmaksızın, Müslümanlara ve İslamiyet’e dair olumsuz algılarını pekiştiriyorlar. Max Blumenthal isimli bir gazeteci, gerek Amerikan toplumunun gerek Avrupalıların Hirsi Ali’nin yalanlarını George Orwell’in 1984’ündeki “hafıza deliğine” attıklarını ve onu bir entelektüel olarak oldukça benimsediklerini söylüyor.
Hirsi Ali STA.101 dersini aldı mı?
Ayaan Hirsi Ali, katıldığı bir TV programında “Dünyadaki şiddet olaylarının yüzde 70’ine baksanız Müslümanların sorumlu olduğunu görürsünüz” diyor. Fakat ne sunucu kanıt istiyor ne de Hirsi Ali kanıtlıyor. Bir sahnedeler zira. Sonra perde kapanıyor. Elleri patlayana kadar alkışlamakla meşgul olduklarından belki kimse ne soruları ne cevapları sorguluyor.
Mart 2015’te Ali’nin, Heretic: Why Islam Needs A Reformation Now kitabı çıkıyor. Ali, kitabında da benzer bir ifade kullanarak, “Geçtiğimiz yıl dünyada yaşanan silahlı çatışmaların %70’i Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmişti” diyor. Bunun üzerine gazeteci Max Blumenthal, bu istatistiklerin peşine düşüyor. Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü yetkilisi, ellerinde böyle bir istatistik olmadığını, çalışanların, Ayaan Hirsi’nin enstitünün verilerine izinsizce girerek bu istatistiği kendi kendine hesaplamış olabileceğini söyleyerek durumu tiye aldıklarını anlatıyor. Hirsi Ali’nin bu ispatsız ve mesnetsiz istatistiklerini okuyunca insan düşünmeden edemiyor: Hirsi Ali, İstatistik 101 dersi aldı mı?
Ne evet ne hayır! Ret ret reddediyorum!
Hirsi Ali, Hollanda’da henüz 2000’lerin başındayken bile Müslümanların sınır dışı edilmesini desteklerken, bugün “ne hikmetse” Trump’ın ırkçı söylemlerini ve Müslümanların ülkeye alınmaması hususunda yaptığı açıklamaları aşırı bulduğunu ifade ediyor. Fakat yine de Müslümanlar ve radikal İslam’la ilgili yaptığı yorumlarda onu haklı bulduğunu; çünkü, seçmenlerin Müslümanlarla devam eden bu “savaşı” ancak Trump’ın durdurabileceğine inandıkları için ona oy verdiğini söylüyor. Oğuz Atay’ın Ne Evet Ne Hayır öyküsünden bu sözler, Hirsi Ali’nin niyetinin en gerçek ifadesi niteliğinde. “Ne evet ne hayır! Ret ret reddediyorum!”
....
İki hikâye tek kadın: Asmaa Albukaie
Hangisi gerçek hikâye?
Asmaa Albukaie ve iki ergen oğlu Kasım 2014’te geldikleri Amerika’nın Idaho eyaletinin başkenti Boise şehrine yerleşen ilk Suriyeli mültecilerdi.
Asmaa ilk önce bir akıl sağlığı kliniğinde tercüman olarak çalıştı. Şam’da kütüphane yöneticiliği üzerine aldığı master eğitimi ona başka kapılar açtı ve Global Talent Idaho’da vaka yöneticisi olarak çalışmaya başladı. Hem çalıştı hem de psikoloji veya sosyal hizmetler alanında ikinci masterını yapmak üzere okula geri döndü. Böylelikle mültecilere destek ve umut olabileceğini düşünüyordu.
Fakat Nisan 2016’da yayınlanan bir TED konuşmasında tamamen başka bir hikâye anlatıyor: 14 yaşındayken evlendirilmiş, birdenbire iki çocuk sahibi olmuş (ki bunu anlatırken Doğulu kadının cinsel bilgisizliğini karikatürize ediyordu) ve gününü sıradan bir Suriyeli hanım gibi ev işleri yaparak geçirmeye başlamıştı. Asmaa, -diğer Suriyeli kadınlardan farkı çok fazla Amerikan filmi izlemekmiş- bu filmlerde gördüğü kültüre, insanlara, dile, özgürlüğe, adalete hayran olmuştu. Ayrıca filmlerde Amerikan kadınlarının ne isterse yaptıklarını fark etmiş, kendisinin neden Amerikalı bir kadın gibi hayatı için kararlar alamadığı üzerinde düşünmüş, “nihayet” kendisi için bir karar almış ve İngilizce öğrenmeye başlamıştı. Anlattığına göre Suriye’de İngilizce öğrenmek ve bir kadın olarak dışarıda diğer insanlarla birlikte olmak “yasak” olduğu için İngilizceyi banyoda çalışmıştı. Ayna karşısında pratik yaptığı ve eşinden bunu sakladığı için eşi onun kendi kendisine konuştuğunu ve delirdiğini düşünmüştü. Fakat o bu sırrından memnun idi.
Şam mı daha karanlık Kahire mi?
2011 yılında Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte hayatları tamamen değişmiş, kocası öldürülmüştü, çocuklarıyla yaşam mücadelesi vermeye başlamışlardı. Birilerinin gelip oğullarını öldüreceğini düşünerek zamanının büyük bir kısmını bodrum katında diğer ailelerle birlikte geçirmeye başlamışlar, orada geçen korku dolu günler sonrasında ülkeyi terk etmeye karar vermişlerdi. O da tıpkı bir Amerikalı kadın gibi kendi hayatı için kararlar almaya başlamıştı. Pasaportunu alamadığı için otobüsle Ürdün’e, üç gün sonra da bir şekilde botla Kahire’ye geçmişlerdi. Kahire’nin kalabalık ve kadınlar için tehlikeli olduğunu fark etmişti. (Şam’daki hayatını anlatırken çizdiği tablo, kadınlara baskı bakımından Kahire’dekinden farklı mıydı?)
Amerikan film sektörünün yeni yıldızı
Asmaa, yalnız bir anne olarak çalışmak zorundaydı. Fakat yabancılar Kahire’de hoş karşılanmadığı için Mısırlı kadınlar gibi giyinip, onların aksanıyla konuşmaya başlamıştı. Ancak bir gün cüzdanını çalan bir kadını şikâyet etmek için polise gittiğinde “Eğer bizim ülkemizi beğenmiyorsan kendi ülkene git” cevabını almış; Avrupa’ya gidip gitmemek hususunda bir ikilem içerisindeyken bir gün Amerika’ya mülteci olarak kabul edildiğine dair bir telefon almıştı. O gün bir kelebek olup Kahire semalarında uçmuştu. Zira yıllardır gördüğü Amerikan rüyasına sonunda kavuşacaktı.
Asmaa konuşmasının sonlarında, artık Amerika’da olduğunu ve eskisi kadar Amerikan filmi izlemediğini çünkü kendisinin Amerikan filmi gibi olduğunu söylüyor: Artık araba kullanıyor, bisiklet sürüyor, ata biniyor ve Şükran Günü yemeklerinde Yahudi ve Amerikalı ailelere katılıyormuş. Fakat hâlâ bazı Amerikalılar onlardan korkuyormuş. 2016 yılında 16 yaşındaki küçük oğlu, bir Müslüman olduğu için bir Amerikalının saldırısına uğramış.
Asmaa yüksek lisansını da banyoda mı yaptı?
Asmaa Albukaie, Şam’da yalnız lisans eğitimi almakla kalmayıp, aynı zamanda yüksek lisans yaptığını anlatmak yerine, Batılıların Doğulu kadın hülyasını kanırtmak için ezilmiş, baskılanmış, kapatılmış ama hayalleriyle yaşayan bir kadını anlatıyor.
Yalnız anlatmakla kalmıyor, sahne ışıkları altında tekrar be tekrar oynuyor hikâyesini. Bu oyunu için izleyiciler şöyle davet ediliyor: “Aileni de al gel ve Asmaa’nın Suriye’deki inanılmaz hayatını dinle.” Amerikalı seyirciler de Amerikan rüyasını iştahla anlatan, onlardan biri gibi ve onlarla birlikte yaşamak isteyen, ama daima Doğulu kalacak olan kadının oyununu izleyip egolarını huzurla dinlendiriyorlar.