Balzac’ın iffetli kadını: Julie
Julie, henüz genç bir kızken, diğer ifadeyle hareketli, heyecanlı, etkiye açık, aklıyla değil duygularıyla hareket ettiği bir dönemde evlenir. Babasının sözünü dinlememiştir. Otuz yaşına geldiğinde babasının haklı olduğunu, aslında sevdiğini sandığı kocasını, hiç sevmediğini anlar. Fakat geç kalmıştır. Çok mutsuzdur. Evlendikten kısa süre sonra, bir de kızı olmuştur. Ne evliliğinden, ne de kızından vazgeçebilir. Fakat onlarla da yapamaz. Onları da mutsuzluğa sürükler. Julie, bu mutsuz, diğer ifadeyle zayıf anında Arthur’la karşılaşır, ona aşık olur. Ondan sonraysa, Charles çıkar karşısına. Onunla da aşk yaşar. Fakat bu kişileri de mutlu edemez. Gayrimeşru ilişkilerden kendisi de, umduğunu bulamaz. Julie cemiyetin örf adet ve din anlayışından dolayı mutsuz olduğunu düşünür. Gerçekten öyle midir?
Honoré de Balzac’ın her romanı, biraz bitmiş, biraz da bitmemiştir. Mesela Goriot Baba ölür, fakat diğer taraftan aslında romanın üçte ikisinde anlatılan Eugene Rastignac’ın son durumuna dair okuyucunun kafasında yüzlerce soru kalır. Goriot Baba’nın ölümüne neden olan iki kızının, onun ölümünden sonra neler yaptıkları, düşündükleri, hayatlarına nasıl devam ettikleri de sorulardan bazılarıdır. Balzac’ın okuduğumuz her romanından sonra, kapanan bir defterle birlikte, açık kalan onlarca defterin var olduğunu fark eder, rahatsız oluruz. Balzac da bu durumun farkında olsa gerek; bütün romanlarına genel bir başlık atar: İnsanlığın Komedyası. Komedya 137 romandan oluşacaktır. Balzac bunlardan 89’unu yazar. Geriye 50 roman kalır. Bazıları da onun ölümünden sonra, yani tamamlanmadan yayımlanır. Fakat şu bir gerçek, Balzac planladığı 137 romanın tamamını da yazsaydı, aynı bitmemişlik hissini gideremeyecekti. 137 değil, 1137 tane roman yazsaydı yine. Çünkü Balzac, hayattan yola çıkıyor, insana yoğunlaşıyor. Hayat ve insansa, kuşatılamayacak büyüklüktedir.
O büyüklükte görüyor kendini Balzac; hayatı ve insanı kuşatacağını sanıyor. Olmuyor ama. Altın Gözlü Kız’ı okuyan kim, onun öldürülmesini anlamlı bulmuştur? On Üçlerin Romanı üç romandan oluşur. Üç romanın üçü de okunsun, yine de On Üçler anlaşılmaz. Fakat bunun yanında yüzlerce, beki binlerce bilgi, yorum, fikir aktarır Balzac. Balzac çıtayı öyle yüksek bir yere dikmiştir ki oraya ulaşmak için binlerce şey anlatması gerekir, ama ne kalem, ne dil, ne de roman sanatı buna yeterli gelmemiştir. O yüzden onun her karakteri eksik, yarım, belirsiz noktalarla doludur. Anlattığı olaylar da öyledir. Olayların arka planını vereyim derken, kendini sosyoloji yaparken, deneme yazarken ya da kadın, erkek, genç, ihtiyar, Paris, toplum, Fransa… üzerine fikir yürütürken bulmuştur Balzac. O yüzden Balzac’ın her romanı, gereksiz ayrıntılarla ya da gereğinden fazla uzatılmış bölümlerle doludur. Balzac adeta bir romanda oluşan açığı diğer bir romanında gidermeye çalışmış. Fakat açık diye işaret ettiğimiz noktalar, her romanda biraz daha büyümüş ve artmıştır. Balzac külliyatının devasalığı, her yüzyılda yeniden keşfedilmesi, birçok büyük romancıyı etkilemesi de buradan ileri gelir.
- Otuzundaki Kadın’da (Çeviren: Cemil Meriç, İletişim Yayınları, 2016) da aynı sıkıntı vardır. Kahramanımız Julie’yle ilgili ne düşüneceğimizi tam olarak kestiremeyiz. Julie adeta okuyucunun karnını çatlatır. Ne yapacağı, nasıl hareket edeceği, neye üzülüp, neye kızacağı, ahlak ölçüleri, hareket prensipleri, büyük bir belirsizlik içindedir. Onun kızına karşı tavrı affedilir gibi değildir.
Kocasından neden soğuduğunu ise anlayamayız. Oysa severek, isteyerek evlenmiştir. Evlilik onun için büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Balzac, sanki Otuzundaki Kadın’la, diğer romanlarında anlattığı ahlaksız kadın tipinin, arka planını vermek ister gibidir. Diğer ifadeyle Balzac, “Bu kadınlar kocalarını durduk yere aldatmıyor” demek istemektedir. Fakat bunu Julie gibi namuslu bir kadın üzerinden anlatır. “Namus”tan kastımız; Julie’nin sevdiği erkekle birlikte olmamasıdır. Sevdiği erkeğin ölümüne sebep olduğu için, büyük bir bunalımın içine girmesi, adeta uçurumdan düşmüş gibi yaşamaya devam etmesidir. Kendi ölümü de yine bu “namus”lu tutumundan olmuştur. Kızı, ona “namussuz” imasında bulunduğunda, kalbi dayanmamıştır. Çünkü Julie’nin bütün hayatı, bu “namus”la anlamlı olmuştur, bütün hayatı boyunca bunun mücadelesini vermiştir.
Romanın merkez olayı, Julie’ye sırılsıklam aşık olan İngiliz Arthur’un ölümüdür. Feci bir ölümdür bu. Julie’nin ismi kötüye çıkmasın diye kendini feda etmiştir Arthur. Julien’in kocası, karısıyla Arthur’u baş başayken yakalamak üzeredir. Arthur, pencereden aşağı sarkar. Hava çok soğuktur. Sesini çıkarmaz. Ve sabaha doğru donarak ölür. Balzac bu tür, can alıcı, trajik sahneler üzerinde neden gerektiğince durmamıştır bilmiyorum. Bir iki cümleden çıkarıyoruz, Arthur’un neden, nasıl öldüğünü. Goriot Baba’yı ise günlerce sayıklatmıştır. Ölüm ve cinayeti, sanırım en ince ayrıntısına kadar, sıkılmadan, bütün dehşetiyle anlatan sadece Dostoyevski’dir. Raskolnikov’un baltayı eline alışını bile hatırlarız, Suç ve Ceza’nın son sayfasına geldiğimizde. Balzac, genelden özele çok inememiş, inmeye vakit bulamamış gibidir. Özellikle olayları genel hatlarıyla, adeta özetler gibi anlatıp geçmiştir. Olayların geçtiği mekanlar üzerine ise, sayfalar dolusu yazar. Karakterleri anlatırken de, kendini unutur, onunla ilgili okuyucunun olaylardan yola çıkarak yapacağı yorumları, en başta kendisi verir. Okuyucuya pek bir şey bırakmaz. Balzac, okuyucusuna da nasıl düşünmesi gerektiğini dikte eder. Julie, mutsuz evliliğinden duyduğu acıyı biraz olsun hafifleten aşığının ölümüne neden olunca, artık belini doğrultamaz.
Balzac, Otuzundaki Kadın üzerinden toplumun kadın algısını eleştirir. Julie, kendini teselli etmeye çalışan papaza şu şekilde cevap verir: “İzdivacın bütün ağırlığı yalnız bizim omuzlarımıza çöküyor, erkeğe hürriyet, kadına gelince, vazife vazife.” Julie, papazla sohbeti esnasında hep cemiyetin kanun ve adetlerinden dem vurur. Onları kötüler. Onların kadını esir ettiğini savunur. Tabii papaz şaşırır. Okuyucu da düşünmeye başlar bu arada. Julie, kocası tarafından aldatılmıştır. “Erkeğe hürriyet”ten kasıt budur. Papaz, toplumsal ve dini vazifelerden söz eder Julie’ye. Julie ise, papaza bir süre sabrettikten sonra, taramalı tüfek gibi cevaplarını yağdırır. Olay 19. yüzyılın Fransa’sında geçmektedir. O dönemde çocuklu bir kadının kocasını boşaması büyük problemdir. Cemiyet bunu hoş görmez. Erkek başka kadınlarla düşüp kalkabilir. Bu cemiyet tarafından görmezlikten gelinen, yaygın bir durumdur. Balzac, bu anlayışın, kadınları nasıl “günah” dolu bir hayata sürüklediğini, Goriot Baba’da, Altın Gözlü Kız’da anlatır. Otuzundaki Kadın da, cemiyetin bir kurbanıdır.
Flaubert’in Madam Bovary’si de, aynı atmosferin kadınıdır. Tolstoy’un Anna Karenina’sı da. Onlar da kocalarını aldatırlar ve umdukları mutluluğu bulamamakla birlikte, suçluluk duygusu ve vicdan azabı nedeniyle intihar ederler. Fakat onlarda, cemiyetin kadın ve erkek üzerine yüklediği vazifelere yönelik tartışma, “kadının isyanı” şeklinde işlenmemiştir. Balzac, Tolstoy ve Flaubert’e göre bu konuda daha rahat ve müsamahalıdır. Yine de Balzac’ın günahkâr kadınları, cezasız kalmaz. Altın Gözlü Kız, günahından dolayı öldürülür. Fazlasıyla özgür ve rahat hareket eden Goriot Baba’nın iki kızı, bütün mal varlıklarından olurlar. Otuzundaki Kadın ise, sevgilisinin trajik ölümüyle cezalandırılır. Yine de Julie kafamızda tam olarak canlanmaz. Başta da söylediğimiz gibi, dine göre mi yoksa sadece cemiyetin örf ve adetlerine göre mi hareket etmektedir o, bilemeyiz. İki arada bir derede, biraz çekinken, biraz isyankâr bir karakterdir Julie. Kızı Helene’ye örnek bir anne olmak ister ama kızının eğitimi noktasında gereken önemi göstermez.
- Hayatı, sukutu hayale uğradığı evliliğine üzülmekle, bu mutsuz evliliğin yol açtığı aşkın talihsizliğine ve trajedisine yas tutmakla geçer. Gönlü aslında “hür kadın olmak”tadır. Kadını, kocasının mahkumu haline getiren evlilikten nefret eder. Bu tür bir sosyal düzenden iğrenir. Ama kabuğunu kıramaz. Niyetini belli edemez. Freud’un kavramlarıyla söylersek, toplumsal kuralları dayatan “süper ego”su, kural tanımadan hedefine ulaşmaya çalışan “id”ine galip gelir. Düşüncede ise, “süper ego”ya isyan halindedir Julie.
İlginçtir Julie, toplumun erkeğe ve kadına adaletsiz bir şekilde yüklediği örf ve adetleri, ahlak kuralları olarak görmez. Bunlar cemiyet kanunlarıdır, ahlak değil. Balzac, bu ince ayrımla, Otuzundaki Kadın’da farklı bir alan açar. Konuyu farklı bir platforma sürükler. Balzac, Tolstoy ve Flaubert’in günahkâr kadınları sonunda cezalandırılmak noktasında birbirine benzese de, nüansta ayrılırlar. Bovary, sevgilisinin nankörlüğü karşısında yıkılır. Anna, evliliğinin kendine ne kadar mesut bir hayat sağladığını fark ettiğinde… Julie ise, içine hapsedildiği çemberi bir türlü kıramadığı için. Balzac, Julie’nin masumiyetini ve iffetini bu şekilde gösterir. Bir de Julie, Balzac’in diğer iffetsiz kadın karakterleri gibi eğlenemez. Kafasında hep cemiyet kuralları ve ailesi vardır. İhanet ediyorum duygusundan kurtulamaz. Balzac için, iffet de diğer duygular gibi saf değildir. O yüzden romanının konusu iffet değildir aslında. O, Julie üzerinden cemiyetin kadına yüklediği ağır vazifelerin ahlakla açıklanamayacağını, kadının bu tür cemiyetlerde sürekli haksızlığa uğradığını, ahlakın bir baskı aracı, kendini haklı gösterme yöntemi olarak kullanıldığını işler.
Aynı konuyla Altın Gözlü Kız’da da karşılaşırız. Kız, büyük bir baskı içinde yaşamıştır. Erkek nedir bilmemiştir o yaşına kadar. Onun tek başına bir kez bile dışarı çıkmasına izin verilmemiştir. Balzac, bu yüzden Altın Gözlü Kız’ın ilk karşılaştığı erkeğe kendini bıraktığını ima eder. Yine de, okuyucuda bir soru işaretinin oluşmasına engel olamaz. Şöyle ki Altın Gözlü Kız, de Marsay’ın kollarındayken başka bir erkeğin adını fısıldar. Benzer bir durum Otuzundaki Kadın’da da görülür: Kimse anlamadı, bilmiyor sansa da, Julie’nin Arthur’dan sonra Charles’le ilişkisi olmuştur. Maalesef hem Altın Gözlü Kız’a hem de Otuzundaki Kadın’a okuyucu olarak bu yüzden bazen hak verirken, bazen de hak vermeyiz. Julie’ye kendini bütünüyle ortaya koyup, kocasından hesap sormadığı için kızarken, örf ve adetler tarafından sıkıştırıldığı üzülürüz. Istırabını içine atıp, olayların üzerine yürümediği, net olmadığı, fikirlerini açık seçik ifade etmeyip, cemiyet üzerinden, acılarını dillendirdiği, yani dolaylı yoldan kendince nefret ve kin biriktirdiği, içine düştüğü melankoliden çıkma hamlesinde bulunmadığı için, başına gelenlerin müstahak olduğunu düşünürüz. Onu ne bütünüyle benimsemek mümkündür, ne de ayrı görmek, dışarıda tutmak.
Vadideki Zambak mütercimlerinden biri de Nahid Sırrı Örik’tir. Nahit Sırrı Örik için, Türk edebiyatında kadın üzerine en çok düşünmüş ve yazmış romancı demiştik. Balzac için de aynı şeyi Fransız edebiyatı söz konusu olduğunda sanırım söyleyebiliriz.