Babamdan bana kalan
Pazar gününün gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Önce yataklarımızda gıdıklanarak uyandırılma ve kıkırdama faslı, sonra babamın elleriyle hazırladığı güzel bir kahvaltı ve o gün ne yapacağımıza dair hararetli bir oylama… Kış ya da yaz hiç fark etmezdi. Yazın balık tutmaya su kenarına, tırmanmak için bir dağa, kamp için kırlara…
Sabah namazına uyandırırken yumuşacık sesini, secdede hala hissedebildiğim, seccadelerimizin başucuna koyduğun suya ıslatılmış ful çiçeklerinin baygın kokusunu, her şeye rağmen mutlu bir adam olabilmeni, beni her zaman güldürebildiğini, yüzünün her kıvrımını, davranışlarındaki zarafeti ve sadece yüzümüzdeki aydınlığı görebilmek için harcadığın çabayı Allah bana unutturmasın.
Babam 1946 yılında dünyaya gelir. Babası Bağdat göçmeni olan babaannem Allah’a adadığı kurbanlar sayesinde dünyaya geldiğine inandığı oğlunun ismini Seyit Ali koyar. Türkiye için zor yıllardır, insanlar yokluk içinde yaşamaktadır. Geceleri gaz lambasında ders çalışan çocuklar, güneş doğunca ısınmak için dağdan odun getirirler. İlk ve orta öğrenimini Seydişehir’de tamamlayan babam, bulunduğu ilçede lise bulunmadığı için, bir başka ilçede öğrenimine devam etmek zorunda kalır.
Sonra ise anneme vurgunluk yılları… Ona olan tutkusunu şiirlerle anlatır, Gül’üne duyduğu özlemi satırlara döker. Zamana şahitlik etsin ve geleceğe taşısın diye günlükler tutar. Üçü kız, biri oğlan dört çocuğu, onun her zaman gözünün nuru olmuştur. Hatırlıyorum da, ismimizin dışında bize seslenirken kullandığı künyelerimiz vardı. Her birimize söylediği özel bir de şarkısı. Örneğin “bir kızıl goncaya benzer dudağın” namelerini mırıldanınca kim üzerine alınacağını bilirdi. Babamın yeteneklerinden biri de galiba karşısındaki insana kendini özel hissettirebilmesiydi. Değer verirdi ve siz de bunu anlardınız.
Otuzlu yaşlarının ortalarında, “yeniden doğdum” dediği Allah’a vurgunluk yılları başladı. En sevgiliyi razı etme, öğrenme ve uygularkenki azmine, vahyin insanı nasıl inşa ediyor olduğuna bizzat şahit olduk. Secdede o kadar uzun kalıyordu ki, “Bunlar benim şahidim olacak” dediği izler beliriyordu diz kapaklarında. Yeni bulduğu cennetten hepimiz nasiplenelim istiyordu aslında. Akşam evde okuma saatleri yapıyor, bilgimizi pekiştirmek için, “Niçin? Nasıl? Sence ne olmalı?” gibi sorular sorup konuya dâhil olmamızı sağlıyordu. Sorguluyorduk.
Henüz ilköğretimdeydim, elindeki kitabı bana uzattı, yaşadığın dünyada neler oluyor öğrenmelisin dedi. Kitabın kapağında Kapitalizme Karşı İslam yazıyordu. Gülümsedim, anlamadığımı söyleyince omzuma dokunup, anlayacaksın dedi. Sadece teoriyi anlatmıyor, bizzat alışkanlıklar oluşturuyordu.
Evde olduğu günler cemaatle kılıyorduk namazlarımızı. Kur’an öğretmenimiz ise annemdi. Babam da bizle birlikte annemin önüne hiç gocunmadan diz çöküp öğreniyordu. 12 Eylül günleriydi, birkaç polis yasak yayın arama bahanesi ile evimizi altüst etmişti. Babam nedenini sorunca, ihbar var dediler. Kim diye sorunca, mahallenizin muhtarı cevabını alan babamın yere nasıl yığıldığını unutamıyorum. Hepimiz donup kalmıştık. Çünkü muhtar dedemin ta kendisi idi. Babası ile fikir ayrılıkları yaşıyordu, ama bu kadarını o da beklemiyordu elbet. Zorluklar vardı, var olmaya devam da edecekti. Her şeye rağmen sabretmeliydi. Ömrünün sonuna kadar bu sebepten babasını incittiğine de şahit olmadık. Ona göre cenneti kazanmak kolay değildi.
Pazar gününün gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Önce yataklarımızda gıdıklanarak uyandırılma ve kıkırdama faslı, sonra babamın elleriyle hazırladığı güzel bir kahvaltı ve o gün ne yapacağımıza dair hararetli bir oylama… Kış ya da yaz hiç fark etmezdi. Yazın balık tutmaya su kenarına, tırmanmak için bir dağa, kamp için kırlara… Kışın boyumuzca yaktığımız ateşin etrafında sohbet etmeye, kartopu oynayıp kardan mağaralar yapmaya giderdik. En sevdiğim mevsimse sonbahardı. Geleneksel gazel çiğneme günlerimiz vardı. Kavak ağaçlarından düşen yapraklarla dolu, gizli bir de yerimiz vardı. Diz boyu yaprakların bazen altında bazen üzerinde yuvarlanırken, dünyalık sıkıntılar küçülür, gazeller ayaklarımızın altında çıtırdayıp ufalandıkça da kaybolur giderdi. Ne çok paramız vardı ne de daha mutlu olabilmek için ona ihtiyacımız. Zaman mı? Doğru kullanılınca bereketleniyordu.
- “Uzun yıllar ot gibi yaşamaktansa, az yaşarım adam gibi yaşarım” lafı bir Seyit Ali Çatlıoğlu klasiğiydi. Öyle de oldu. Bir akşam cemaatle kıldığımız yatsı namazından sonra uyumamız için gönderdiğin ve her birimizin, kâbuslarla delik deşik olan gecenin sabahında, sen yoktun. Ne kadar basit, bir vardın bir yoktun. Bir masal mıydı yaşananlar, yoksa sen bir masal kahramanı mıydın? Öyle olmalı, çünkü kahramanlar hiç yaşlanmazlar, tıpkı senin gibi. O zaman on sekizindeydim şimdi ise senden yaşça daha büyüğüm. Kendime de tesellim henüz dört yaşındaki kardeşim Mehmet’in sorduğu sorunun cevabıydı. “Babam ne zaman gelecek?” “O bize artık gelmeyecek.” “Neden?” “Çünkü biz ona gideceğiz.”
Her sonbahar gazel çiğnemeye önce kardeşlerimle sonra evlatlarımla gitmeye devam ettim. Hâlâ yağmurda ıslanmayı, aile olabilip paylaşabilmeyi, güler yüzlü ve mutlu kalabilmeyi, mutlu edebilmeyi, anı yaşayıp tadını çıkarabilmeyi, her yaşta öğrenebilmeyi ve yazabilmeyi sayende seviyorum.