Atanmamış elbistan valisi

HABER MASASI
Abone Ol

Biz dört kişiydik hesapsızca yola çıktık. Çünkü bize "kim var"? denildiğinde sağına vesoluna bakmadan "ben varım" demek öğretilmişti. Kardeşimle 4. günün gecesinde bir enkazın tepesinde buluşmuştuk mesela. O Ordu Ünye'den sırtlanmış bir şeyler, ben de istabul'dan... Nöbet devrettik, nöbetaldık. Şimdi 15 gün sonra evimize dönerken şehrin asıl sahiplerine bıraktık kampımızı. vedaha aylar sürecek bu çalışmanın gönüllü gençlerine...

6 Şubat gecesi Polonya yapımı bir felaket filmi izliyordum. Varşova’yı vuracak bir su taşkınını anlatan bu filmin yaşattığı huzursuzluktan mıdır bilmiyorum, o gece bir türlü uyuyamamıştım. En son, artık uyumalıyım diye kendimi zorladığım anda, telefonumda deprem uyarıları için yüklü olan aplikasyondan bildirim geldi. Hayrolsun, diyerek açtığım telefonda 7.8’lik bildirimi gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm. Depremin merkez üssüne, haritalardan yakınlardaki yerleşim yerlerine bakarken diğer yandan yakın arkadaşlarımın olduğu WhatsApp grubuna “Çok büyük bir afet oldu!” diye mesaj attım. O saatte kimse uyanık değildir diye düşünürken arkadaşlarımdan cevaplar gelmeye başladı. Neredeyse hepimiz aynı huzursuz geceyi yaşamıştık… Onlara “Hadi yola çıkalım” dedim. Ama arkadaşlarım; “Hazırlık yapmadan gidip orada öylece ne yapabiliriz?” deyince önce hazırlık yapmaya karar verdik. Bölgeye birlikte gideceğim arkadaşlarımdan farklı olarak benim afetler konusundaki tecrübem çok daha fazlaydı. İBB AKOM’da geçen 10 yıl, Türkiye ve Dünya’nın farklı yerlerinde katıldığım afet sonrası çalışmalar, arama kurtarma ve afet eğitimi, deprem ve diğer afetlerle ilgili katıldığım sunumlar, çeşitli derneklerin yurt dışı yardım faaliyetleri gibi tecrübelerim mevcuttu. Bu tecrübelerimin bana kattıklarını, asrın felaketi diyebileceğimiz depremlerin üzerinden 15 gün geçmiş ve yaşadığım yere geri dönmüşken görebiliyorum.

Her şeyin bulandığı zamanlar, fitnenin ve çıkarcıların, yani kötülerin sesinin en çok çıktığı zamanlardır. O günlerde sosyal medyada şunu yazmıştım; “Sesimiz ve iyiliğimiz kötüleri bastırsın!” Hâlâ aynı duyguyla sesleniyorum.

Afetten sonraki ilk birkaç saati, TV ve sosyal medyadan olayı takip edip diğer yandan bölgedeki arkadaşlarımdan haber almaya çalışarak geçirdim. Genellikle “Şükür iyiyiz ama kıyamet kopuyor sandık” gibi mesajlar geldi. Çok korkmuşlardı. Hava çok soğuktu fakat TV’den izlediğimiz kadarıyla devlet kurumları hızlı bir müdahaleyle sahaya geçiyordu. Tedirgin bir şekilde takip ediyorduk durumu. Arkadaşlarla gruptan; bir yardım organizasyonu kuralım ve yola çıkalım düşüncesiyle planlar yaparken ikinci depremin haberi geldi… Hayatımın en ürkütücü anlarından biri olabilir. Uykusuz geçen gecenin ardından gittiğim iş toplantısında; bir plazanın en üst katında, az görülür bir fırtına camları döverken geldi, ikinci depremin mesajı. Deprem konusunda bildiklerim üzerinden bir yorumda bulundum. Bu bir artçı şok değil, yeni bir deprem. En az ilki kadar yıkıcı etkisi olabilecek bir deprem hem de. Sosyal mecralara mesajlar yağıyordu. Arkadaş grubumuzda mesajlaşmalar hızlandı. “Hadi artık,” dedik. Beklemeye hacet yok. Çünkü Anadolu’daki kar fırtınaları vs. yolları oldukça zor hâle getirmiş ve yardımların ulaşmasını engelliyordu. Her ne kadar devlet bu tarafa gelmeyin, araç trafiği olmasın dese de en azından uzak köylere gidebilir, oralarda çalışma yapabilirdik. Arabamızda iki kişiyi ısıtırdık belki. Elimizde kamp çadırlarımız, uyku tulumlarımız da vardı. Yanımıza onlarca tüp, ısıtıcı ve ocak aldık. Üç kişi (Halis, Mehdi ve ben) kesin olarak gidiyorduk. Fakat Ümit’in bir sonraki gün duruşması vardı ve Adalet Bakanlığı’ndan gelecek haberi bekliyordu. Aslında Ümit’ten bir ümidimiz yoktu. O ana kadar ne afet tecrübesi ne de bir sosyal yardım çalışması yapmıştı. Gayretli, zeki ve fedakâr olmak dışında sahada ne işe yarardı ki diye düşünüyorduk. Biz aracı yükleyip hareket edecekken Ümit de son anda katılabileceğini haber verdi. Ve onu da alıp Ankara’ya doğru yola çıktık. Ankara’da yaşayan Halis; battaniye, eldiven, bere, içlik ve hazır gıda alışverişini yapmıştı. Minibüsü kımıldayacak yer kalmayana kadar doldurmuştuk. Ve yol üzerinde, yaptığımız istişarelerin sonucunda rotamızı Elbistan’a doğru çevirdik. Fakat yollar oldukça zorluydu. Hem fırtına hem tipi şeklinde kar yağışı ve buzlu yol... Allah’ım evinden çıkmış insan ya da enkazın altındakiler ne yapardı bu durumda?

Yardım gelebilecek yolların hepsi kar ya da kaza sebebiyle kapanmıştı

Sabah saatlerinde Kara Elbistan adlı bölgeden giriş yaptık. Elbistan civarın en büyük ilçesi. 150 bine yakın nüfusuyla pek çok ilimizden çok daha büyük. Şehre giriş yaptığımız yer ise Elbistan’ın dağ eteklerine yerleşmiş eski mahallelerinden oluşuyor. Binalar sapasağlam duruyordu. Bir an birbirimize baktık, abi burada kötü bir şey yok dercesine. Daha sonra şehrin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladık. İç kısımlara varıp dere kenarlarına geldiğimizde, afetin boyutunu gördük. Artık sokaklardan geçemez hâldeydik. Şehirde tam bir kaos hâkimdi. Şehirden çıkmak isteyen birkaç aileye, yanımızda getirdiğimiz zincirleri verdik. Onları bıraktıktan sonra; kim nereden koordinasyon yapıyor, yardımları onlara bırakalım ve hızlıca enkazlara yardıma gidelim dedik. Bize belediyenin geçici olarak taşındığı ahşap binayı tarif ettiler. İlk depremde Elbistan’da 3 bina yıkılmış. Bir bina da yan yatmış. Bu yüzden ekiplerin bir kısmı bu üç binada çalışırken, ekiplerin ve makinelerin büyük kısmı Maraş’a doğru yardıma gitmiş. İnsanların birçoğu da deprem bitti diyerek evlerine geri dönmüş. İşte Elbistan’ı çaresiz bırakan ikinci depremin yıkımına ve can kayıplarına sebep olan durum. Bunun yanında yardım gelebilecek yolların hepsi kar ya da kaza sebebiyle kapanmış. Tam bir mahşer yerine dönmüş Elbistan...

Bölgede sahra çadırları kurup depolar yaparak elimizdeki yardımları biz dağıtalım şeklinde karara vardık.

Salı sabahı Elbistan sokaklarında neredeyse kimse yoktu. Belediye kendi başına bir şey yapmak için uğraşıyordu ama bu denli büyük bir afette mücadele etmek neredeyse imkânsız. İnsanlar, terk edilmiş ya da gözden çıkarılmış hissiyle geçiriyordu saatlerini. İlk gün bir teyzeye battaniye verirken bunu daha iyi anladık. “Neredesiniz? Neden daha fazla malzeme getirmediniz?” diye kızdı bize. Teyzeye gönüllü olduğumuzu, İstanbul’dan aracımıza ancak bunları yükleyebildiğimizi söyledik. O an o teyze mahcubiyetini yaşarken biz de çaresizliğimizi hissediyorduk.

Enkaz başında imkânlarımızı birleştirerek çalıştık

Biz elimizde kalan malzemeleri köy köy, sokak sokak dağıttık.

Bir taraftan yakınlarımızdan pek çok yardım toplanıp yola çıkıyordu. Biz Elbistan’a vardığımızda 3 tır hareket etmişti bile. Gıda, su ve battaniye ilk ihtiyaçlardı. Diğer taraftan da dağıtımı planlanan yardımlar vardı. Fakat şehirde yağma almış başını gidiyor ve asayiş adına hiçbir şey yoktu. Belediyenin yardımları topladığı depoda da işler farklı değildi. Depoya yardımları indirirken yarıda bıraktık. Çünkü yardıma ihtiyacı olan on binler varken birileri çoktan yağmaya başlamıştı. Çok çaresiz hissetmiştik o an. Son çare, sokakları bir bir gezip elimizdekileri dağıtmaya karar verdik. O esnada bir partinin ilçe başkanı beni aradı: “Yolda tırlarınız varmış, yardımlar için depolar var, oralara indirelim,” dedi. Yanında Samsun valisi varmış. Bana, “koordinatör vali şimdi geldi,” deyince “Beni bekleyin, 5 dakikaya ordayım,” dedim. Bir ışık belirmişti benim için. Samsun Valisi Zülkif Dağlı beyle tanışırdık. Becerikli bir adamdı. 5 Dakika sonra yanına varmıştık. Öğleden sonra üç sularında beş dakikasını rica edip kendisine, gördüklerimizi ve bizce yapılması gerekenleri anlattık. Bir kısmı için çoktan harekete geçilmişti bile. Bunların arasında en önemlisi asayişti. Eğer asayiş sağlanırsa tırlarımızı getirebileceğimizi söyledik. Vali bey bu konuda da aksiyon almıştı. Bize yeter ki çalışın, ne gerekirse bizzat beni arayın diye güvence verdi. Bizim deprem bölgesindeki yardım hikâyemiz böyle başladı. Artık devlet oradaydı ve muktedir bir adam her şeyi toparlayabilirdi. Biz elimizde kalan malzemeleri köy köy, sokak sokak dağıttık. O günün soğuk gecesinde birkaç saat dinlenmek için yol kenarında durup ekmek ve ton balıklarımızı yerken, Samsun’daki arkadaşlarımın da yardım için yola çıktıklarını öğrendim. Biz birkaç saat dinlenmek için bir yol kenarına çekmiştik arabamızı. Ve sonraki sabah uyandığımda arkadaşlarımı yanımda gördüm. Bir gün ancak bu kadar güzel doğabilirdi.

Şehre her yerden iş makineleri, yardım tırları, jandarma ve polis geliyordu.

İkinci gün başlarken enkazlarda çalışan bir sürü ekip vardı. Bir gün önce insanların gözlerinde gördüğümüz o terk edilmişlik, o çaresizlik hissi kaybolmuş ve herkes bir işin ucundan tutmaya başlamıştı.

Hiç kimse bir afet bölgesinden aynı insan olarak geri dönmez. Bir sürü dost ve arkadaş biriktirdik.

O gün çok sevdiğimiz bir abimiz diğer bölgeleri dolaşıp Elbistan’da bir çalışma yapmak üzere yanımıza gelmişti. Gece geç saatte gelip enkazda çalışmaya başlamışlar. Sabah vakti, birlikte neler yapabiliriz diye konuştuk ve bölgede sahra çadırları kurup depolar yaparak elimizdeki yardımları biz dağıtalım şeklinde karara vardık. Vali beyi arayıp yer istedik. Bize hızlıca çadırkentin kurulacağı alanda bir yer gösterildi. Neler yapacaksınız diye sordular. Aşevi yaparız, ayrıca giyim ve gıda yardımı da yapabiliriz inşallah dedik. Bu milletin yüce gönlüne ve her daim olduğu gibi Allah’a güvenerek bu yola çıktık. Biz bunları yaşarken Ümit de Elbistanlı depremzedelerin kurduğu WhatsApp grubuna, yurt dışında yaşayan Elbistanlılar grubuna, avukatlar ve doktorlar grubuna girmiş ve birçok yardımı koordine etmeye başlamıştı bile. 4 kişi çıktığımız bu yolda kısa sürede 20 kişi olmuştuk. Yardım tırlarımız ve sahra çadırımız gelene kadar enkazlara yardıma koştuk. Bir enkazdan ses geldiği söylendiğinde hızlıca oraya yöneldik. Ankara’daki ekip, jeneratör ve birkaç parça ekipman getirmişti. Aynı zamanda yine Ankara’dan gelen başka bir arama kurtarma ekibinin ise bu konularda tecrübeleri olmasına rağmen ekipmanları yoktu. Enkaz başında imkânlarımızı birleştirerek hep birlikte çalışmaya başladık. Oldukça zorlu bir yerdi. Önce enkazın aşağısında yardım etmeye başladım. Fakat yarım saat sonra enkazın tepesindeydim… Afet bölgelerinde durum sizi sürüklüyor açıkçası. Üzerimde koruma malzemesi olmadan oraya çıkmam kurallara uygun değil. Fakat bir noktada bir cana ulaşmak umudu hiçbir korunmayı da umursamamana sebep oluyor. O bölgede gün boyu birçok vatandaşımızın cansız bedenini çıkardık. Sesin geldiği söylenen yerde ise hummalı bir çalışma yapıyorduk. Ankara’dan gelen ekipten bir arkadaşımızı enkazın içine soktuk. O esnada başlayan artçı deprem, bütün enkazı çatırdatmaya başladı. Enkaz üzerinden birbirimize tutunarak zor durabildik. Herkes “sakin olun,” diye seslenirken aynı korkuyu paylaştığımızı biliyordum. Biraz önce çıkarttığımız vatandaşlarımızın durumlarına çok yakındık. Deprem durunca içerdeki arkadaşımızı çıkardık. Metanetli olmaya çalışıyordu ama korkusu yüzünden okunuyordu. Deprem sonrası AFAD ekipleri tarafından, enkazın tam anlamıyla oturması gerçekleşmeden çalışmaya devam etmememiz söylendi. Mecburen o enkazdan indik.

Hiç kimse bir afet bölgesinde çalışıp geriye aynı kişi olarak dönemez. Bazen travmalar sarsar sizi. Ama genellikle kalbinizde henüz açılmamış dehlizler açılır.

Aslında nefs bu çalışmalarda sizi çok daha zorlar. Çünkü çoğu kez yardıma ihtiyacı olmayan biri ısrarla yardım ister sizden. Onun bu hâlini bilirsiniz ve şevkiniz kaçar. Bu noktada vazifenizin ne olduğunu bilmek çok önemlidir işte. Yoksa kalbiniz körelir ve bu sevap denizine küreğinizi ters daldırırsınız. Üçüncü günümüzde sahra çadırımızı kurmuştuk. Yardım tırlarımızı boşaltmaya başladığımızda ise çevredeki insanlar, gelen bu yardımları kontrolsüzce almak için etrafımıza toplanmaya başlamıştı. Bu işi daha organize ve tek elden yapmak gerekiyordu. Çünkü gelen yardımları tır şoförleri bir kanara yıkıp gidiyordu. Bir gün öncesinde su bulamadığımız şehirde şimdi suları koyacak yer bulamıyorduk. Ekmek dolu tırlar gelmiş ve gelen ekmekler sağa sola dökülmeye başlanmıştı. Hele giysiler. Ha bire geliyor ama asla muhatabını bulamıyordu. İşte “Henüz Atanamamış Elbistan Valisi” sözü burada doğdu. Ümit, inisiyatifi eline alarak tüm ekibi ve yardımları koordine etmeye başladı. Öyle özverili çalışıyordu ki en uzakta, en ulaşılmaz insana ulaşıp her şeyi teyit ederek yardımları yolluyordu.

Gelen ihbarların çoğu sahteydi

Düzenli şekilde yardımları ulaştırmaya başladığımız günlerde bizi en çok yoran şey asılsız sosyal medya ihbarlarıydı. Bitmez tükenmez şekilde her mecradan geliyordu.

Şu an bile telefonumda yüzlerce var. O kadar çok zamanımızı yediler ki... Sahadan bihaber biçimde ha bire yazıyor insanlar. İlet, devam et. Enkazlar için de yardımlar için de. Elimde olsa tüm sosyal medyayı engellerdim. Bir şeyler yapmak isteyen insanları anlıyorum fakat bu durumun ne denli kötü olaylara sebep olduğunu bilemezsiniz. Gecenin üçünde, iki gün önce yardımların ulaştığı bir dağ köyüne gidip orada bir aileyle tanışmıştık. Onlar da bizim gibi şaşkındı. Yine, yeminler ederek, deprem bölgesinde olup yardım isteyen bir adamın aslında İstanbul’dan mesaj attığını öğrendiğimiz bir olayımız var. Maalesef sosyal medya meselesi o kadar çığırından çıkmıştı ki sadece ben, bunun gibi daha onlarca örnek verebilecek şeyler yaşadım. Ki zaten bir noktadan sonra gelen ihbarların hepsi sahteydi.

Ekibimiz Allah rızası için, sadece iyi oldukları için oradaydı.

Bir diğer mesele de halkı galeyana getirmek ve çalışmaları aksatmak için yapılan bilinçli dezenformasyondu. Buna bildiğiniz saf kötülük diyebilirim. Çıkarları ve hırsları uğruna koskoca siyasilerin yaptığı ya da kendi ideolojileri çerçevesinde bazı insanların yaptığı eylemler. Çok kez bunları gördüğümde; Allah’ım, beni bunların eline bırakma, diye dua ettim. Nasıl bu denli pervasız ve bu kadar kötü olunabilir? Böylesi bir kötülüğü yapmak için neler amaçlanıyor olabilir? Örnek olarak bizzat şahidi olduğum şöyle bir olayı anlatayım: Adamın biri ısrarla enkazdan ses geldiğini söylüyor ve arama kurtarma ekiplerini oraya yönlendiriyor. Ekipler her seferinde enkazı dinliyor, biraz kırıyor ve ilerleyip tekrar dinliyor. Ama hiç ses yok. Bazen depremzede insanların da ses duyduklarını iddia edip ısrarcı olduklarını görürdük. Ama onlara asla gücenmezdik. Bazen sırf o kişinin dediğini yapalım diye kurtarma ekipleri çalışırdı. Ama bu kişinin amacı, içeride olan ziynet eşyalarını çıkarttırmak ya da oraya bir yol açmak oluyordu. Ekipler, biz girdik, orada bir şey yoktu dese de kişi, ısrarla kolonun tıkadığı bir odayı işaret ediyor ve en sonunda da meselenin aslını ağzından kaçırıyordu “Siz kolonu kırın, ben girerim” diye. Ve o an herkes büyük bir kızgınlıkla ayrılıyordu enkazın başından… İşte anlatmak istediğim durum tam da budur. Sosyal medyada yazan pek çok kişiden tutun da koca siyasilere kadar...

Yoksa eleştirmeyecek miyiz? Şapkamızı önümüze koyup kendi hatalarımızı eksiklerimizi konuşmayacak mıyız? Devletin afet çalışmasında eksikler var, STK’lar sınıfta kaldı, Kızılay’ı günlerce sahada görmedik… Bu denli büyük bir alanda böylesi büyük bir afette eksiklerin olmasını, ben şahsen, normal karşılarım. Elbette ideal olan, istenen bambaşka bir şey. Ama şunun altını çizmek gerekiyor; devlet, milletten teşkil olur. Biz, millet olarak harekete geçmezsek devletten neyi bekleyebiliriz?

Her şeyin bulandığı zamanlar, fitnenin ve çıkarcıların, yani kötülerin sesinin en çok çıktığı zamanlardır. O günlerde sosyal medyada şunu yazmıştım; “Sesimiz ve iyiliğimiz kötüleri bastırsın!” Hâlâ aynı duyguyla sesleniyorum. Sesimiz ve iyiliğimiz kötüleri bastırsın, onları korkutsun ve sindirsin! Bunun yolu da özveriyle çalışmak, halis bir niyetle koşturmak ve temiz kalplerimizi kirletmemekle olur.

Bu denli büyük bir alanda böylesi büyük bir afette eksiklerin olmasını, ben şahsen, normal karşılarım.

Elbistan’daki dördüncü günümüzün akşamında biraz dinlenmek ve kan değişikliği için İstanbul’a dönelim dedik. Ama Ümit kalmak istedi. Artık bu geminin kaptanı gibi savaşıyordu. Onlarca tır ve kamyon gelmişti. Artık Elbistan’da kimin ne işi olsa, kim dara düşse Ümit’i arıyor ve kim bir yardım getirse veya bizzat yardıma gelse ne yapalım diye Ümit’e soruyordu. Arabanın içinde gecelediğimiz zamanları aşmış, Recep Abi’nin serasında bir çadır kurmuştuk. Daha sonra işler o kadar iyileşti ki Recep Abi bir konteyner bile vermişti. Ayaklarımızı uzatmanın nimetini sonuna kadar hissederek dinlenebiliyorduk. Şunun altını çizmekte fayda var; deprem bölgesinde afetzede ile yardıma giden arasında bir fark yoktur. Aynı şartlarda yenilip aynı şartlarda uyunuyor. Hatta şu günlerde çalışanların durumu afetzedelerden daha kötü (Elbistan için).

Kısa sürede bir tır hijyen malzemesi topladık

Kadın gücünün ne olduğunu onlar sahaya inene kadar kimse tahmin edemiyordu.

Elbistan’da afetin 4. gününde artık tüm acil ihtiyaçlar karşılanabiliyordu. Jandarma bir gecede binden fazla çadırı kurdu. Koordinasyon sağlanmaya başladı. Köylere bile tırlar ulaşıyordu. Kabaca gereken yardım ulaştı da şimdi incelikli çalışmanın zamanı gelmişti. Önce insanları hayatta tutup onları doyurmak, sonra yaşam konforu adına eksikleri tespit edip gidermek gerekiyordu. Ve karşımıza çıkacak ilk ihtiyaç belliydi. Özellikle sahada çalışanların neredeyse tamamına yakını erkekti ve bu yüzden kadınlara özel ihtiyaçları okumakta zorlanıyorduk. Elbistan Devlet Hastanesi’ne yardım ulaştırdığımızda bir hemşire, laf arasında söyledikleriyle uyandırdı bizi, hijyen malzemesi lazımdı. Ve her geçen gün daha çok lazım olacaktı. Mehdi’yle Elbistan’dan İstanbul’a yola çıktığımızda hava -21 dereceyi gösteriyordu. İstanbul yolunda bir hijyen setini nasıl kurgularız, nasıl bağış toplarız diye düşündük. İstanbul’daki arkadaşlarımızı gecenin bir yarısı ayağa kaldırdık. Önce içeriği oluşturduk. Sonra Sevde Sevan ablamızla görüştük. Ve birlikten kuvvet doğar düsturuyla bir araya geldik. Sinefesto’dan kampanyayla ilgili duyurularımızı yaptık. 3000 adet hijyen kiti hedefini koyduk. Cumartesi sabah başladığımız çalışmayı pazar akşamına tamamladık. Pazartesi günü ise gelen yardımların gücüyle hedefimizi 4000 yaptık. Salı akşamına geldiğimizde ise 5000’den fazla hijyen kiti için bağış toplamış ve 4000 kiti deprem bölgesine yardım için yola çıkarmıştık bile. Sahada sıfırdan başlayan bir ekip olarak geldiğimiz bu noktaya inanamamıştık. Elden ele herkes işin bir ucundan tuttu. Yardım bölgesine gidecek tır sokağımıza yanaştığında, küçük ofisimizde 30-40 kişi çalışıyordu. Tırda biraz boş yer kalınca birkaç arkadaşımızı aradık ve kalan kısmını sahadan gelen istekler üzerine doldurduk. Ne müthiş manzaraydı anlatamam. Bizi millet olarak diğer tüm milletlerden ayıran da bu, diye düşünüyorum; çok hızlı bir şekilde tepki verebilmek. Salı akşamı 16 kişi yola çıktık. 13 kadın vardı ekibimizde. Kadın gücünün ne olduğunu onlar sahaya inene kadar kimse tahmin edemiyordu. Çarşamba sabahı, yani depremin üstünden 10 gün geçtiğinde ekip yeniden Elbistan’daydı. Biz tır boşaltmakta, eşya taşımakta iyiydik ama kadınlar sahaya inince yarattıkları fark ve enerji ortaya çıktı. Önce gelen kıyafetleri düzenlediler. Bir haftadır depoda ellenmemiş her şeyi açtılar ve depremzedelerin hizmetine sundular. Askılarla bir mağaza düzeni getirdiler. Biz İstanbul’dayken depolarımıza bir yenisi eklenmiş, ekibin yatması için konteyner ayarlanmıştı. Ekibimiz her iki depoyu da düzene soktu. Bir sonraki sabah hijyen kitlerimizin olduğu tır geldi. Tırı boşalttılar ve hızlıca dağıtmaya başladılar. Bunca yıldır pek çok afet bölgesi gördüm. Ama hijyen kitini alıp içini açtıktan sonra o kadınlardaki mutluluğunu hiçbir şeyde görmedim. Hijyen kitlerimize ilgi alâka oldukça büyüdü. Zira televizyonlar burada temizlik ihtiyaçları, diye bağırmaya başlamıştı. Ekip olarak bizim durumu erken öngörmemiz, çalıştığımız bölgede fark yarattı. Ve kadın gücümüz…

Rize’den gelen çılgın gençler, Ankara’dan gelen serdengeçtiler, kadın gücümüz, hepsi… Hepimiz ayrı bir renk, ayrı bir görüşün sahibiydik de orada yalnızca iyiliğin neferiydik.

Artık çalıştığımız bölgede neredeyse her mezraya ulaşmış çalışmalarımızda, diğer deprem bölgelerine göre oldukça iyi bir organizasyon oluşturmuştuk. Hepimizin büyüğü, bitmez tükenmez enerjisi ile Mahir Amcamız, tecrübesiyle bize yol gösteriyordu. Henüz atanmamış Elbistan Valimiz Ümit ise tek bir meseleyi es geçmeden her yere yetişiyordu. Rize’den gelen çılgın gençler, Ankara’dan gelen serdengeçtiler, kadın gücümüz, hepsi… Hepimiz ayrı bir renk, ayrı bir görüşün sahibiydik de orada yalnızca iyiliğin neferiydik.

Abi biz Suriyeliyiz, bizi hırsız diye dövüyorlar, gelemeye korktuk!

Bizi millet olarak diğer tüm milletlerden ayıran da bu, diye düşünüyorum; çok hızlı bir şekilde tepki verebilmek.

Akşamları ateş başımızın müdavimi amcalar ve günün yorgunluğuyla artık yüzlerde oluşmaya başlayan gülümsemeler eşliğinde muhabbet ediyorduk. Ümit’le birlikte sosyal medyadan canlı yayınlarla sahadan bilgi paylaşırken bir aile yanaştı ateşimizin başına. Bazılarının ayakları çıplak, 6 çocuk. Ve biri de engelli. Büyükler de dahil hepsi soğuktan titriyordu. Hemen yanlarına koştuk ve hepimiz o aileyle ilgilenmeye başladık. Çocukları giydirdik ve ısıttık. Sonra ailenin babası olan adam geldi. O da buz gibiydi ve titriyordu. Bu çocukların hâli ne? Neden gelmedin diye çıkışırken adam “Abi biz Suriyeliyiz, bizi hırsız diye dövüyorlar, gelmeye korktuk,” dedi. O an içim parçalandı. İnsanları Suriyeli diye fişleyen kötülüğe beddua ettim. O sabilerin hâli gözlerimin önüne geldikçe Ümit Özdağ adındaki, halkı kin ve düşmanlığa sevk eden alçağı düşünüp büyük bir öfkeyle doluyorum... O gece herkesi çadıra yerleştirdik. Durumu kendi sosyal medyamdan anlattım. Pek çok arkadaşım yardım etmek istedi. Bir sonraki gün, isimlerini bilmediğim bu insanları 1300 tane çadırın içinden araya araya buldum. Sonra daha önce çalıştıkları yerlerin sahiplerini ve komşularını aradım. Aradığım kişilerden biri, onlar hakkında “Hayatta tanıdığım en güvenilir insanlardır, ne olur ellerinden tutun!” dedi. Daha sonra atlayıp geldi yanımıza. Onlara bizzat kefil oldu. Bu hususlarda, yıllar önce Pakistan’dan tecrübelerim vardı. Kıymet verdiğim abim Kâmil Kolabaş’tan öğrendiğim bir yöntem. Ben bu ailenin erkeklerini kampımızda işe aldım. Birini gece bekçisi, birini depoya, birini de çay kazanının başına koydum. Yardım etmek isteyen arkadaşlardan izin alıp hepsini maaşa bağladım. Onlar da canla başla çalışıyor. Hem ayni yardımla hem de maaşla çalışıp kazanımları için desteklemiş olduk. Siz yatın biz yardım ederiz değil, siz çalışın biz de omuz atarız dedik.

Hiç kimse bir afet bölgesinden aynı insan olarak geri dönmez!

Deprem bölgesinde afetzede ile yardıma giden arasında bir fark yoktur. Aynı şartlarda yenilip aynı şartlarda uyunuyor. Hatta şu günlerde çalışanların durumu afetzedelerden daha kötü (Elbistan için).

Suriyeli depremzede kardeşlerimiz için elimizden geleni yaparken Elbistanlı gönüllü kardeşlerimizi de atlamamak lazım. Her işe koşturan Yakup’u, Abdullah’ı, İspir Kardeşleri. Biz oradayken evini ve gönlünü sorgusuz bizlere açan Recep Abimizi. Her sabah bize muhteşem kahvaltılar hazırlayıp “Abla etme, yardıma geldik zaten!” dememize rağmen ben de şu sevabın ucundan tutayım diye çırpınan Fadime ablamızı. Her gece biz gelmeden konteynerdeki sobamızı yakan, her işimize koşturan Recep Abimizi…Ne muhteşem insanlardı hepsi.

Hiç kimse bir afet bölgesinden aynı insan olarak geri dönmez. Bir sürü dost ve arkadaş biriktirdik. Küba’dan gelen doktor ekibinden tutun da Rize’den araba kiralayıp uyku yüzü görmeden çalışan delifişeklerimize kadar. Askerimize, polisimize, sağlıkçılarımıza, kamyon şoförlerimize kadar. Bir arada ne muhteşem milletiz!

Biz dört kişi hesapsızca yola çıktık. Çünkü bize “Kim var?” denildiğinde sağına ve soluna bakmadan “Ben varım” demek öğretilmişti. Kardeşimle 4. günün gecesinde bir enkazın tepesinde buluşmuştuk mesela. O ordu Ünye’den sırtlanmıştı bir şeyler, ben de İstanbul’dan… Nöbet devrettik, nöbet aldık. Şimdi 15 gün sonra evimize dönerken şehrin asıl sahiplerine bıraktık kampımızı. Ve daha aylar sürecek bu çalışmanın gönüllü gençlerine… Bir isim listesi yazsam şimdi, derginin sayfaları buna yetmez. Zaten kimse de adına şan gelsin diye, bir fotoğrafta da ben görüneyim diye orada değildi. Ekibimiz Allah rızası için, sadece iyi oldukları için oradaydı. Bir akşam herkese hitaben, daha önce bana anlatılan bir şeyi anlattım. Allah bizi belki sadece bir kişinin yardımına koşmamız için vazifeli kılmıştır. Onu hiçbirimiz bilemeyiz. Ama kişi kişinin hızırıdır.

Şimdi son cümlem şu olsun: Var mı koşulacak bir yer, sayın henüz atanmamış Elbistan valim!