Asıl kahraman insan değil, eşya!
Nesnelerin tarihi, insanların tarihinden daha önemlidir. İnsanlık tarihine İskender, Cengiz, Kanuni veya Napolyon değil; ipek, porselen, baharat, buğday , çay, kahve, kakao, pamuk ve nihayet petrol hükmedegeldi.
Lise yıllarımızın en heyecanlı münazara konusunu hatırlayan var mıdır: Ruh mu önemlidir, Madde mi? Ne ruhun mahiyetinden pek de haberdar olmadığımızın (ve olamayacağımızın) farkındaydık ne de göze taş gibi kaskatı görünen bir maddenin bile “içinde” kendilerine ancak ruh demenin yakışabileceği ölçüde bir uçuşan “varlıklar” düzeni bulunduğunun.
Edebiyat öğretmenimiz devrimci/sosyalist ise en güvendiği öğrencileri Madde ekibine; muhafazakâr/ülkücü ise Ruh ekibine sokardı.
Bazı yıllar da Madde/Ruh ikiliği yerine, Maddiyat/Maneviyat ikiliği tartışılırdı. Ben hep Ruh ekibinde yer alırdım ve her defasında kazanan biz olduğumuz hâlde, “aklım” ötekilerin görüşlerinde kalırdı. Yenerdik, ama tezlerini çürütemezdik.
Hem ruhçu hem de maddeci olduğumu hissederdim. Sonraları anladım ki bu ikilikler ahmakçaydı ve tezlerden hiçbiri çürütülebilir değildi! Eğitim yuvasında ilim değil, ideoloji tahsil ediyorduk...
Dergâh dergisinde geçen ay Ali Ayçil ile yaptığımız söyleşide maddeci yanım biraz öne çıkmış, yaklaşımım (bazı) okuyucular tarafından tuhaf karşılanmış olabilir. Durumu biraz yumuşatmak için, “şaşırtıcı” bulunmuş olabilir, diyelim.
- Tuhaf yahut şaşırtıcı, fikrimde musırım: İnsanlık tarihi, insanlardan önce ve onlar sayesinde, “eşyanın tarihi”dir. Dergide serdettiğim görüşün özeti şu: Nesnelerin tarihi, insanların tarihinden daha önemlidir. İnsanlık tarihine İskender, Cengiz, Kanuni veya Napolyon değil; ipek, porselen, baharat, buğday, çay, kahve, kakao, pamuk ve nihayet petrol hükmedegeldi. Tuzun tarihi, Roma İmparatorluğu’nun; pirincin tarihi, Çin ve Japon imparatorluklarının tarihinden daha önemsiz değildi. Altın her zaman gözdeydi; gümüş, kıtalar arası ticaretin can suyuydu. İnsanlar, bu nesneler uğruna dünyayı birbirlerine dar ediyorlardı. Tarih, bu uğurda seferber olmuş milyonlarca insanın, an an verdikleri kararların sonucunda biçimleniyordu. “Büyük Adamlar” zaten verilmiş olan bu kararları zamanında öngörüp onları en iyi “ahenkleştiren”, borsa diliyle söylersek, “iyi pozisyon alan” şahsiyetlerdi. Tarihe yön vermiyor, zaten girilmiş yolda kolbaşlığı yapıyordular. Tıpkı romancılar gibi, birer “orkestra şefi” idiler; fakat güfteyi de besteyi de yapan onlar değildi.
Tolstoy, Savaş ve Barış’ta bu büyük gerçeği veciz bir ifadeyle ölümsüzleştirdi: “Çar, tarihin kölesidir.”
Kraldan önce deniz
Beni bu hususta ilk etkileyen, büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel oldu. Doktora tezinden geliştirdiği Akdeniz 1949 yılında, ikinci büyük eseri Maddi Medeniyet ve Kapitalizmise 1979 yılında yayımlandı. Bu tarihten üç yıl önce eşiyle beraber ABD’nin Johns Hopkins Üniversitesi’ne davet edilen Braudel, eserinin anahatlarını ve temel fikirlerini sundu.
1977 yılında aynı üniversite tarafından Afterthoughts on Material Civilization and Capitalism başlığıyla yayımlanan bu notları, ana eserin üç cildinden yapılan bazı seçmelerle beraber 1990’larda okuyucuya sunmuştum (Ağaç, 1991; İz, 1996). Kitapta en çok ilgimi çeken husus, tarihte kahramanın rolü, daha doğrusu kahramanın kim veya ne olduğuydu.
Braudel’in ilk önemli eserinde kahraman bir kral, hatta bir imparator (veya imparatorluk) değil, sudur: Akdeniz. Birey ve toplumların kaderi, Akdeniz’in kader çerçevesi içinde ele alınmaktadır. İkinci eserdeyse “gerçek kişiler” neredeyse yoktur. Dramın kahramanları buğday, pirinç, veba, para, kambiyo senedi, teknoloji, taşımacılık, barınma, giyim eşyası vesairedir.
Tarihçi, bu kahramanlarına âdeta ruh üfleyen bir dil kullanmaktadır: “Buğdayın affedilmez kusuru, düşük verimiydi.” “Pirinç, gaddar ve insanı köleleştiren bir üründür.”
- Braudel, Lucien Febvre ile Marc Bloch’un 1929 yılında kurdukları Annales dergisinin savunduğu yeni tarih anlayışını en ileri düzeyde örneklendirebilen tarihçidir. Annales akımının arkasındaki öncü fikirleri, çağdaş tarihçilerden Peter Burke şöyle özetliyor (bk. Peter Burke, The French Historical Revolution: The Annales School 1929-89, Cambridge: Polity Prens, 1990.):
Her şeyden önce, geleneksel olay naklinin yerine, meseleci analitik bir tarihi ikame etmek; ikinci olarak, temelde siyasi olan bir tarihin yerine bütün beşerî faaliyetleri kucaklayan bir tarihi koymak. Üçüncüsü, ilk iki hedefe ulaşabilmek için diğer disiplinlerle iş birliği etmek: coğrafya, sosyoloji, psikoloji, iktisat, dil bilimi, sosyal antropoloji vesaire. Lucien Febvre, kendine has emir sigası ile “Tarihçiler, diyordu, coğrafyacı olun. Hukukçu, sosyolog ve psikolog da olun!”
Kompartımanları ortadan kaldırma ve dar uzmanlaşma ile boğazlaşma hususlarında her an alestaydı. Aynı şekilde Braudel de Akdeniz’i, tarihin duvarlarla çevrili bahçeleri incelemekten daha fazla şeyler yapabileceğini ispat etmek için, o şekilde yazdı.
Annales 1929 yılında kurulduğunda Braudel 27 yaşındaydı. Sorbonne’da tarih okumuştu, Cezayir’de bir okulda ders veriyor ve tezi üzerinde çalışıyordu. Tezi diplomatik tarihle alakalıydı. İkinci Felipe ve Akdeniz’in bir etüdü olarak planlanmıştı; daha doğrusu, kralın dış politikasının tahlili… Sonradan tanıştığı Lucien Febvre onu kendine “fikrî evlat” edindi ve tezinin başlığını değiştirme hususunda onu ikna etti, tabii Braudel’in hâlâ ikna olmaya ihtiyacı var idiyse: “İkinci Felipe ve Akdeniz” yerine, Akdeniz ve İkinci Felipe. Önce deniz, sonra kral…
Braudel, hadiseleri geleneksel “gürültülü” tarihten uzak bir tarzda ele alıyor. Sayısız defalar konuyu anlatmayı kesip hadiselerin önemsizliğini ve bireylerin hareket özgürlüğü üzerindeki sınırlamaları vurguluyor. Mesela 1565 yılında Akdeniz’deki İspanyol amiral Don Garcia de Toledo, Malta’yı Türklerin elinden kurtarmada yavaş davrandı. “Tarihçiler geç kalmasından ötürü Garcia’yı suçladılar” diye yazıyor Braudel, “Fakat hangi şartlar altında hareket etmek zorunda olduğunu hiç tam olarak göz önüne aldılar mı?”
Gene, İkinci Felipe’nin hadiseler karşısındaki meşhur ve çoğunlukla kınanan yavaşlığının tamamen onun mizacıyla açıklanmaması, İspanya’nın mali bakımdan tükenişi ve böylesine geniş bir imparatorluktaki haberleşme problemleri göz önünde bulundurularak anlaşılması gerektiği hususunda ısrar ediyor.
Braudel’i ilgilendiren şey, bireyleri ve hadiseleri bağlamlarına, ait oldukları ortama yerleştirmektir. Fakat bunları, temel önemsizliklerini açığa vurma pahasına anlaşılır kılıyor. Hadiselerin tarihi, insanların ilgisi bakımından en zengini olmakla beraber, aynı zamanda en yapayıdır. “Fosforlu ateş böceklerinin ortasında kaldığım Bahia civarındaki bir geceyi hatırlıyorum; solgun ışıklar bir anda parlıyor, sönüyor, tekrar parlıyor ve bütün bunlar geceyi hakiki manada aydınlatmaktan uzak kalıyordu. Hadiseler de böyledir; parlamalarının ötesinde, karanlık hüküm sürmektedir.”
Başka bir şairane tasvirde, Braudel hadiseleri “yüzeydeki kargaşalıklar, tarihin med ve cezirlerinin güçlü sırtında taşınan köpükten dağlar” diye niteliyor. “Onlara güvenmemeyi öğrenmeliyiz. Geçmişi anlamak için, dalgaların altına dalmak zorundayız.”
Esir tüccarı medeniyet
Braudel’in yaklaşımını aşırı maddiyatçı bulup, bunu “dinin ve diğer manevi etkenlerin” tarih üzerinde hiçbir etkisi yokmuş gibi algılamak doğru değildir. Bazen hadis olarak da zikredilen, muhtemelen Hz. Ömer’e ait olan şöyle bir kelam-ı kibar hatırlıyorum: “İnandığınız gibi yaşayın; yoksa yaşadığınıza inanmaya başlarsınız!” Braudel’in tezi bu sözün tarihsel zaman içindeki gerçekleşimi olarak da yorumlanabilir. Medeni hayat, insanın eşyaya değil, eşyanın insana hükmetmesidir. İnsanlar inandıkları gibi yaşamadıkça, yaşadıklarına inanmaya başlar ve eşyanın peşi sıra koşarlar. Ruh ile gereğince meşgul olmayanlar, eşyanın işgaline uğrar.
- Bu şarda hayallerin haddi vü şumârı yok
- Bu hayâle aldanan otlar davara benzer.
Medeniyet, eşya ile ölçüsüz meşguliyet ve sonunda eşyaya teslimiyettir. Dinî/felsefi bir ifadeyle, insanoğlunun “Vücud”u terk ile “Mevcud”la vakit geçirmesidir. Mevcuda hasredilen alaka, sonunda insan bedeni üzerinde yoğunlaşma hususunda patlama noktasına gelir. Vaktinin yarısını bedenine yağ pompalamakla geçiren insanoğlu, diğer yarısını da o yağları eritme veya ağırlaşan bedenini dinlendirme ile geçirir. Medeniyet, nihayette boşa kürek çekmedir. Ruhun, bedene çivilenmesi, onun emrine ram edilmesidir. Büyük peygamberler bu yüzden şehirlere (medeniyet merkezlerine) gönderilmiştir: Vücuda değil mevcuda, Heidegger’ci bir söyleyişle, Varlık’a değil varlıklara yönelen; onlara âdeta gömülen insanlara “Vücud sırrını hatırlatmak” için!
- Bu şarın sultanı var, cümleye ihsânı var
- Sultan ile bilişen, yok iken vara benzer.
Din temelde hatırlatma ve öğüttür. “Sultan ile bilişip, yok iken vara benzeme” bilincidir. Fakat şehirlilerin çoğu öğüt almazlar. Halide Edib, seksen yıl kadar önce yazdığı bir oyunda, maddeye mahpus Batı medeniyetini şöyle tasvir ediyordu: “Mesut eden değil, meşgul eden bir medeniyet. Kafasının içinde bir fikir, kalbinin içinde his bırakmayan, mütemadiyen uçuran, koşturan, yediren, içiren medeniyet… Bir an için durup düşünen adam burada bu medeniyetin, sırf insanları harekete esir eden bir esir tüccarı olduğunu hissediyor. Düşünmeye meydan vermemeli, durmamalı... Çünkü durursak içimizde yemekle doymayan, su ile harareti bitmeyen bir açlık ve susuzluk olduğunu hissedeceğiz.” (Maske ve Ruh, İstanbul: Remzi, 1945 (1937), 4. Perde, 2. Sahne.)
Bu esir tüccarı medeniyetin ruhuna nüfuz eden önemli düşünürlerden biri, Goethe’dir. Ünlü eseri Faust’ta, Şeytanın (Mefisto) Faust’tan yapmasını istediği şey durmaktır. Mefisto biliyor ki Faust durduğu an ruhunu kaybedecektir. Ama durmak Yaratıcı’nın inkârı değildir; Hayat’ın inkârıdır.
Mefisto doğrudan Tanrı’ya karşı çıkmaz, onun temel eserine, Hayat’a muhalefet eder. Hareket ve Hayat’ın yerine durgunluğu, hareketsizliği, ölümü yerleştirmeye çalışır. Goethe, Mefisto’yu geleneğin, geleneksel tefekkür ve eylem (amel) biçiminin müttefiki olarak sahneye çıkarır. Çünkü gözü eylemdedir, sürekli bir değişim ve dönüşüm hummasına tutulmuş bir çağı temsil etmektedir.
Goethe’nin ölümünden yüz yıl kadar sonra, Müslüman olmuş bir Fransız bilge (René Guénon), modern Batılılar eylem güçlerinin aşırı gelişmesi sonucu “entelektüalite”lerini, temel idrak kabiliyetlerini yitirme noktasına geldiler, diyordu. Bu yüzden, eylemi her şeyden üstün tutan kuramlar uydurarak kendilerini avutmaya çalışıyor ve hatta daha ileri giderek işi, eylemden başka her şeyin değersiz olduğunu iddia etmeye kadar vardırıyorlar. Goethe, meseleyi yanlış veya eksik vazediyor.
Geleneksel öğretiler eylemin değersiz olduğunu değil, tefekkür ile eylemin birbirlerini tamamladıklarını ve önceliğin tefekkürde (veya bilgide) olduğunu vazediyorlar.
- Guénon’un işaret ettiği gibi: “Varlığın geçici bir değişikliğe uğratılmasından başka bir şey olmayan eylem, kendi ilkesini ve yeterli nedenini kendi içinde taşıyamaz; eğer eylem kendisini kuşatan çevreden bir ilkeye dayanmıyorsa o zaman bütünüyle bir yanılsamadan ibarettir. Aynı şekilde, kelimenin en geniş anlamıyla değişmenin de bir ilkeden kaynaklanması gerekir, yoksa anlamsız, çelişkili (yani imkânsız) olur. Bu ilke kendi türettiği şeye (değişmeye) bağlı olamaz, çünkü onun ilkesidir. Bu yüzden, söz konusu ilkenin değişmez olması zorunludur.” (Modern Dünyanın Bunalımı, Yeryüzü, 1979, s. 56.)
Esir tüccarı medeniyet, bütün rehber ilkelere sırt çevirdiği için, insanları mesut değil, sadece meşgul ediyor. Beş vakit namaz olmasa, biz de bu büyük hakikati hâlâ hissedebilir miydik?