Alçak birey, yüksek toplum!
Romanın, bir edebî tür olarak seleflerinden farkı, işte bu! Destan veya hikâyenin aksine, sadece kahramanını “düşürmekle” kalmıyor, okuyucuyu da “aşağıya” çekiyor. Her roman, âdeta şu Latin sözünün şerhi gibidir: De te fabula narratur, anlatılan senin hikâyen!
Ölü Canlar bir alçağın hikâyesi, demiş ve Çiçikov’un büyük projesinin belli başlı safhalarını yazmıştık. Birinci kitabın sonlarına doğru, okuyucularını çetin bir soruyla sarsıyor Gogol: “Bende de biraz Çiçikovluk yok mu? şeklindeki o kolay katlanılmaz soruyu kendine sormayan tek kişi çıkar mı acaba aranızdan?” Evet, çıkar mı? Romanın, bir edebî tür olarak seleflerinden farkı, işte bu! Destan veya hikâyenin aksine, sadece kahramanını “düşürmekle” kalmıyor, okuyucuyu da “aşağıya” çekiyor. Her roman, âdeta şu Latin sözünün şerhi gibidir: De te fabula narratur, anlatılan senin hikâyen!
Gogol çok erken bir dönemde, modern birey ve devletin “özünü” kavramış gibidir: Basit, sıradan ve hatta alçak bireylerden yüksek (güçlü!) bir toplum kurmak! Romanın sadece ilk ve son sayfalarını dikkatle okuyan biri bunu sarahatle görebilir. İlk sayfada, henüz adı belli olmayan (ve uzun süre de belli olmayacak) kahramanımız, sadece baş harfini (N) bildiğimiz bir ildeki hanın avlusuna küçük yaylı arabasıyla girdiğinde, kendisini fark eden hiç kimse yoktur. Silik ve şahsiyetsiz. Ne yakışıklıdır ne çirkin, ne fazla şişman ne de zayıf, yaşlı olduğunu söylemek de zordur genç olduğunu söylemek de. Karşıdaki meyhanenin önünde oturan iki köylü, kahramanımızla değil, arabasıyla ilgilenirler; onun da sadece tekerleğiyle: “Vay be, şu tekere bak! Moskova’ya kadar götürür mü bu teker sence? Götürür! Ama bence Kazan’a kadar götürmez. Kazan’a bence de götürmez.”
- Bu, tekerleği bile güvenilmez arabanın alçak sahibinin 300 küsur sayfalık fırıldaklarının sonunda, okuyucu acaba Çiçikov bu sefer yakayı nasıl kurtaracak diye meraklanırken, yazar ikinci çetin (ve hiç beklenmedik) sorusunu sorar: “Ey Rusya, yanıt ver bana, nereye uçup gidiyorsun böyle?” Allah Allah, bir üçkâğıtçının serüveninden, Rusya gibi devasa bir ülkenin kaderine nasıl bir geçiştir bu? Yazar bizimle kafa mı buluyor?
Savulun, Rusya geliyor!
Çiçikov'un “ölü canlar projesi” anlaşılıp, hakkında bir sürü de asılsız iddia yayılınca, şehirden dörtnala kaçar. Arabacı Selifan atları şaha kaldırırken, şairleşir: “Hangi Rus sevmez ki arabada uçarcasına gitmeyi? Baş döndürücü bir hıza ulaşmış arabasından inmeyi hiç istemeyen ve Böyle uçup gitmekten başka herşey yalan! diye mırıldanan Rus mu sevmeyecek hızlı gitmeyi? Hız sevilmez olur mu? Hızda büyüleyici bir şey vardır; âdeta bilinmeyen bir güç seni kanatlarına alır, uçurur. Evet, uçarsın... Her şey seninle beraber uçar, yollar bile.”
Modern tarihte özne olmanın galiba iki yolu bulunabildi. Batı/Kuzey (yahut Protestan!) Avrupalılar dar bir mekânda “zamanı sıkıştırma” yöntemiyle servetlerini arttırdılar ve diğer kıtaları kendilerine “eklemlediler”. Ruslar ise “mekânda yayılma” yolunu tercih ettiler ve Asya ile Avrupa kıtalarının toplamının yarısına yakın bir alanı ele geçirdiler. Sanayileşmeleri bile sanki bu devasa coğrafyada ulaşımı kolaylaştırmayı amaçladı! Selifan’ın üç atlı arabasına şairane övgüsü, bu durumun özeti gibidir:
“Ah be troyka! Kuş musun mübarek? Kim icat etti seni? Ancak canlı, atak, gözü kara bir ulusta doğabilirdin sen; şaka yapmayı sevmeyen, fersahlarca uzanarak dünyanın yarısını kaplayan dümdüz bir ülkede! Öyle değil mi ey Rusya, rüzgâr kanatlı, gözü kara troykana atlamış, uçup gitmiyor musun sen de? Ey Rusya, yanıt ver bana, nereye uçup gidiyorsun böyle? Susuyor Rusya, yanıt vermiyor. Troyka, yeryüzünde var olan her şeyi geride bırakarak uçuyor... Başka ülkeler, halklar korkuyla iki yana açılıp yol veriyorlar ona.”
- Kafkasya’dan Orta Asya’ya, Doğu Avrupa’dan Orta Doğu’ya kadar birçok yerde ülkeler/halklar hâlâ korkuyla iki yana açılıp, yol veriyorlar Rusya’ya. Birinci kitapta ancak alçak bireyin serüvenlerini hikâye edebilen Gogol, ikinci kitapta akıl ve basiretin, marifet ve gayretle nasıl el ele vererek Büyük Rusya’yı meydana getirebileceğinin kurgusal sosyolojisini yapıyor. Uygulansa, kurgu gerçek olacak. Ziya Gökalp boşuna “Roman en müşahhas sosyolojidir” demiyor!
Sosyolog Gogol, önce okuyucuyu konuya ısındırıyor. Karşımıza hemen, alçak Çiçikov’u tamamen dengeleyecek birini değil, Oblomov ve Fahim Bey karışımı Tentetnikov’u çıkarıyor. Oblomov gibi yatağından çok zor kalkar, uzun süre yatağında oturup gözlerini ovuşturur; Fahim Bey gibi ayrıntılı planlar yapar, varsın hiç uygulanmasın! Ana meşgalesi, ülkesinin bütün sorunlarını çözecek bir kitap yazmaktır! “Siyasal, sosyal, dinsel, düşünsel alanlarda, zamanın getirip ülkesinin karşısına diktiği tüm çetin sorunları ele almayı, bu sorunlara çözümler önermeyi ve ülkesinin göz kamaştırıcı geleceğini tasarımlamayı düşündüğü çok ciddi bir çalışmaydı bu.” Fakat bu dev eser bir türlü tasarım aşamasından ileri gidemiyor, kahramanımız kâğıtlar üzerinde biteviye resimler çiziyordu. Amcasının torpiliyle bir devlet kurumuna kalpağı attıysa da, orada pek mutlu olamadı. Neşesi kaçtı ve istifa etti.
Üç yüz canı olan çiftliği, kâhyası “salağın teki” olduğu için perişan durumdaydı. Köye dönüp çiftliğini canlandırsa, ülkesine daha fazla katkıda bulunmuş olacağını düşündü. Nitekim köye döndüğünde ne kadar isabetli bir karar verdiğini anlamakta gecikmedi: “Tanrı bana yeryüzünden bir cennet bağışlamış, ben gidip kendimi bir kalem odasına yazıcı olarak zincirlemişim! Okumuş, aydınlanmış, onca eğitim almış ve özellikle de insan yönetimi için, koca bir bölgenin geliştirilmesi için, bir toprak sahibinin hakemlik, yöneticilik, düzen koruyuculuğu gibi çok yönlü görevlerini yerine getirebilmesi için gerekli olan onca bilgiyi edinmişim, ondan sonra bütün bu eğitimleri almamış birinin belki benden daha güzel yerine getirebileceği evrak kopyalamak gibi sıradan bir işe kapılanıp şu güzelim yerleri salak bir kâhyaya teslim etmişim. Ne aptallık!”
Canlarına yaptığı selamlama konuşması, modern şirket CEO’larını aratmaz: “İçinizdeki doğal cevherin gösterdiği yönde yücelmeniz için varımı yoğumu harcayacağım, bana olan sevginizin boşa olmadığını, gerçekten babanız olduğumu göstereceğim size.” Salak kâhyanın işine hemen son verdi ve yerine ateş gibi birini getirdi. Önemsiz ayrıntıları bir yana bıraktı, bütün dikkatini önemli konulara yöneltti: Ürünlerden aldığı bey hakkını düşürdü, köylülerin bey için çalıştıkları zamanı kısaltıp bu süreyi onların kendileri için çalıştıkları zamana ekledi…
Rusya’nın geleceği, girişimcilerine bağlıdır!
Rusya iki yüzyıldır Gogol’ü anlayamamanın sıkıntısını yaşıyor. Puşkin Ölü Canlar’ı keder içinde dinledikten sonra, haykırmış: “Allah’ım, ne kadar dertliymiş bizim Rusya’mız!” Gogol, derdin kaynağını bir anlamdaÇiçikovlukta görüyor ve Tentetnikov’u değilse de, Kostanjoglo’yu çözüm olarak öneriyor. Ne çarlar tam anlayıp benimseyebildi bu öneriyi, ne Lenin, ne de Putin.
Konstantin Fyodoroviç Kostanjoglo on yıl önce perişan durumdaki bir çiftliği satın almış, yılda bin bir güçlükle 20 bin ruble getiren çiftliğin gelirini 200 bin rubleye çıkarmıştır! Gogol’e göre, Rusya’nın geleceği işte bu şekilde verimliliği artırmaya bağlıdır. Bunu nasıl becerebildi roman kahramanımız?
İlk şart, bilgi. Tarım konusunda bilmesi gereken her şeyi öğrenmiştir. “Hangi bitkinin hangi toprağı istediğini bildiği gibi, hangi bitkilerin birbirlerine komşu olması gerektiğini de çok iyi bilir. Ektiklerine ne kadar nem gerektiğini hesaplar ve ormanlarını ona göre yetiştirir. Her şeyin birkaç işlevi vardır onda: Örneğin orman yalnızca orman değildir, aynı zamanda gübre, gölge ve nem kaynağıdır.”
İkinci şart, tutumluluk. Evi bile çok sade, âdeta çırılçıplaktır. Beyimiz evine âdeta yaşamak için değil, yalnızca dinlenmek için dönmektedir. Üçüncü şart, pratiklik. Kostanjoglo’nun o ilginç buluşları, şöminenin karşısındaki yaylı koltuğuna kurulmuş hayal kurarken değil, tarlalarda, işliklerde çalışırken aklına geliyordu. Çalışırken, uygulama içinde birdenbire doğuyordu düşünceler ve kâğıda geçirmeye gerek kalmadan hemen uygulamaya başlıyordu.
Dördüncü şart, çalışma tutkusu. “Benim için önemli olan köylünün çalışmasıdır: İster benim için çalışsın, ister kendisi için çalışsın, fark etmez. Kimsenin yan gelip yatmasına izin vermem. Çünkü kendim de eşek gibi çalışırım. Köylülerim de benim gibi çalışırlar. Kötülük denen şey, çalışmayıp boş durmaktan doğar; pis işler, çalışmayan adamın kafasına gelir.”
Beşinci şart, yerlilik. Dışarıdan gelen her parlak fikre hemen kapılmamak, kendi ilacını kendin geliştirmek. Çiçikov bir ara Albay Koşkarev'in çiftliğine uğramıştır. Tipik bir Kemalist’tir albay! “Cahillik diz boyu. Tam bir Orta Çağ karanlığı içinde yaşıyoruz!” diye dert yanar. Bir çıkış yolu biliyor ama: Rusya’da herkesin Almanlar gibi giyinmesini sağlamak! “Yapılması gereken tek şey bu. İnanın bana, gerisi tereyağından kıl çeker gibi kendiliğinden hallolacaktır. Bilim gelişecek, ticaret canlanacak ve Rusya altın çağını yaşayacaktır!”
- Kostanjoglo en çok bu tiplere kıl olmaktadır. Kendi ülkelerinden zerre kadar haberleri yoktur, dışarıda gördükleri her budalalığı alıp uygulamaya heves ediyorlar. “Birbirinden tuhaf çiftlik sahipleri türedi ülkemizde. Tarıma elverişli toprakları olan, hatta elinde bu toprakları işlemeye yetecek sayıda adamı olmayan bir çiftlik sahibi tutuyor mum fabrikası kuruyor, Londra’dan mum ustaları getirtiyor, çiftçiyken imalatçı, tüccar oluyor. Bir başkası daha büyük bir ahmaklık yapıyor ve şapka fabrikası kuruyor! Bir Rus soylusunun imalathane kurup kentli yosmalara tüller, kurdeleler dokuması ne acı!”
Fransız seleflerinden yüz yıl sonra teşrif eden bir Rus fizyokrat! Fizyokratların karşı oldukları şey imalat değil, kısır bir sosyal sınıf için şapka, baston, tül ve kurdela gibi gereksiz eşya üretmek. Çiçikov kendisine “Senin de imalathanelerin var ama?” diye çıkışınca, ben kurmadım ki onları, diye cevap verir Kostanjoglo. “Kendiliklerinden oluştular. Yünler elde kaldı, birikti, birikti, sonunda çuha üretmeye, yünlü kumaş dokumaya başladık. Kumaşlar kötü, kalın, uyduruktu, ama ucuzdu ve bizim buradaki köylü pazarlarında talep gördü. Sanayiciler altı yıl boyunca balık derilerini, pullarını benim sahillerime attılar, ne yapacağımı şaşırdım, derken bu pisliği kaynatıp tutkal yapmaya başladım ve yılda 40 bin ruble de buradan kazandım. Benim her işim böyledir!”
Kostanjoglo, hesaplı girişimci. Öyle gösterişli yapılar, sütunlu, alınlıklı konaklar yaptırmıyor! Yurt dışından ustalar getirtmiyor. Köylüyü tarımdan asla kopartmıyor. Gelişigüzel hayır işlerine de girmiyor. En büyük hayrın, insanları iş sahibi kılmaktan geçtiğini kavramıştır. “Bir aklıevvelimiz tuttu, dünyanın parasını harcayıp taştan bir hayırevi yaptırdı köyünde. Ne o, ne kadar iyi bir Hıristiyan olduğunu gösterecek! Yahu sen adama yardım etmek istiyorsan, onun kendi işinde çalışmasını sağla... ki oğul, yaşlı ve hasta babasını ısıtabilsin; onu işine yabancılaştırma, ona kardeşlerini, yakınlarını barındırabileceği, besleyip doyurabileceği olanaklar ver. Benim on adama iş sağlayacağım parayla adam tutuyor, ne kadar iyi bir Hıristiyan olduğunu göstermek için sözde hayır kurumu yapıyor!”
İnsanları çalışma hayatından koparan, emeği küçümseten eğitime de ateş püskürüyor kahramanımız. “Adam tutup okul açıyor. İyi, güzel! Bir insanın okuma yazma bilmesinden daha güzel ne olabilir? Fakat sonuç ne oluyor? Okul yaptırılan köyün köylüleri bana gelip, Nedir bu başımıza gelen beyim! diyorlar. Çocuklarımız hepten elimizden kayıp gitti! Hiçbir işin ucundan tutmuyor, bize hiç yardım etmiyorlar. Hepsinin tek istediği kâtip olmak, oysa tek bir kâtibe ihtiyaç var! İşte aklıevvellerin okullarının verdiği sonuç: Köye de yaramayan, kente de yaramayan insanlar yetiştirmek! ... Herkes kendini Büyük Petro sanıyor! Sen köylüye iş ver, aş ver, eli para görsün, varlığı artsın ve biraz boş zamanı kalsın, bak o zaman senin eline sopayı alıp Oku! demene gerek kalmadan, kendiliğinden nasıl okuyor!”
- Son olarak, ahlak bozucu sanayilere kökten karşıdır Kostanjoglo. Kazancın kaynağı, meşru ve faydalı üretim olmalıdır. “Ben, sonuçta milyonlar kaybedeceğimi bilsem de, ne tütün ne de şeker işleyen fabrikalar kurarım! Eğer ahlak ille de bozulacaksa, bu benim elimle olmasın!”
Adam, zengin olur mu?
Gogol, ikinci kitapta, benim Birey, Burjuva ve Zengin’de çeyrek yüzyıl önce cevaplandırmaya çalıştığım soruların hakimâne cevaplarını vermiş; keşke o yazılar yerine, Ölü Canlar’ı özetleseydim!
Zenginliğe dair ilk derin tespit: Hemen zengin olmak isterseniz, asla zengin olamazsınız. Zengin olmayı önemsemediğiniz zaman, zengin olabilirsiniz. “Önce çalışma sevgisi olmalı insanda. Bu olmadı mı hiçbir şey olmaz. Çalışma, ruhumu şeneltir benim. Hele bir de bütün bu koşuşturmaların ne amaçla olduğunu, çevrende nelerin nasıl değiştiğini, çoğaldığını, arttığını, büyüdüğünü, sonuçta da sana yepyeni kazançlar olarak döndüğünü gördüğünde keyfine ölçü yoktur!” Gogol’e göre, para kazandığınız için değil, bütün bunların sizin elinizden çıktığını, bütün bunlara sizin sebep olduğunuzu, bütün bunları bir büyücü gibi sizin yaptığınızı, her yana iyilik, bolluk, bereket yağdırdığınızı bilmekten kaynaklanan bir mutluluktur bu.
Gogol değer üreten girişimciyi önce krala, sonra biraz daha ileri giderek tanrıya benzetir. “Gerçekten, dünyanın altını üstüne getirseniz, buna eş değer bir haz daha bulamazsınız! İnsanın Tanrı’ya öykündüğü biricik alandır bu: Yaratmayı en yüce haz olarak kendine ayıran Tanrı’nın insanoğlundan da talebi, onun esenlik yaratması, gönenç yaratmasıdır!..”
Peki, bu insan-tanrı hep dürüst mü çalışır; hiç haram bulaşmaz mı faaliyetine? Mesela mültezim Murazov, akıl almaz bir serveti var, 40 milyonu aşkın. Yakında Rusya’nın yarısı onun eline geçer! Nasıl kazanabildi bunca parayı? “Yüz bin rublesi olan yavaş yavaş zenginleşir; ama milyonları olan için ölçüler farklıdır. Her yatırdığı iki üç kat fazlasıyla geri döner. Yatırım alanı sınırsızdır. Rakibi de yoktur. Kimse boy ölçüşemez onunla. Neye ne fiyat biçerse, onun fiyatı odur: Bunu değiştirmek kimsenin elinde değildir.”
- Çiçikov şaşkındır: “İnsanın kafası duruyor, kavramakta zorlanıyor! Bilimin börtü böcek üzerine incelemelerini şaşırtıcı buluyor insanlar. Bence bir ölümlünün elinde nasıl olup da bu kadar büyük bir servetin birikebildiğidir asıl şaşırtıcı olan! Hem de namuslu biçimde, helal yollardan sapmadan!” Çiçikov, hileli yollara o kadar gömülmüştür ki, namuslu yoldan büyük kazançların elde edilebileceğini aklı bir türlü almaz. “Binlerle ifade edilen bir servetten söz ediyor olsaydık belki inanabilirdim, ama milyonlar... Kusura bakmayın!”
Kostanjoglonun cevabı, Ayn Rand’a parmak ısırtacak inceliktedir: “Asıl binleri temiz yoldan, günahsız kazanmak zordur. Milyoncuklar söz konusu oldu mu eğri büğrü yollara girmeye hiç gerek yoktur. Dürüst, açık bir yola gir ve orada dümdüz yürü, önüne çıkanı da topla. Kimse seninle yarışamaz. Kimse sana karşı koyamaz.”
İşe sıfırdan başlanmış olması, Çiçikov için en anlaşılmaz noktadır. Bari başlangıçta elde birazcık sermaye olsa! Kostanjoglo aksi kanaattedir: “Gözünü binlerin içinde açan, binlerin içinde yetişen biri bu serveti artıramaz: İstediği her şeye sahip olduğu için, yalnızca birtakım kaprislerin, saçma birtakım heveslerin ardından koşar. Bir işe ortasından başlanmaz; en başından başlanır. Böylece hayatı tanırsın, sonradan kendini sakınacağın insanları tanırsın. Her şeyi kendi üzerinde sınar, tek bir meteliğin bile ne ağır bedeller ödenerek kazanıldığını yaşayarak öğrenirsin.... Başlayacaksan, baştan başla, ortadan değil! Bir yüz binim olsa hemen zengin olurum! diyene asla inanmam. Kesinlikle başarısız olur. İşe her zaman en başından, kuruşlarla başlamak gerek!”
Kostanjoglo ile tanıştıktan sonra Çiçikov'un soyut zenginlik hayali ete kemiğe büründü. Mülkiyetindeki hayalî canları ipotek ederek sahip olacağı parayla, hiç de hayalî olmayan, gerçek bir çiftlik edinecekti. Kendini Kostanjoglo’nun anlattığı gibi çiftliğini yönetirken, çalışırken düşlüyordu. Dikkatli, özenli, gören, öğrenen, adamlarını çok iyi tanıyan, gereksiz her şeyden uzak duran, işinden başka bir şey düşünmeyen, çalışkan bir çiftlik sahibi!
Okumak başka, anlamak başkadır! Gogol’ü Ruslar anlamadı, Türkler mi anlayacak?...