100 Türk Büyüğü- Malik Aksel
Çifte vavlarla örülü bir halk ressamı
Çifte Vavlarla Örülü Bir Halk Ressamı
Bir ateş çemberinden geçerken herkes herkesi övebilir, yere göğe sığdıramayabilir.
Kahramanlar çağı gelmişse şanslıyızdır ama kahraman olamayacak isimlere “Bir yanardağı toprağa veriyoruz” gibi cümlelerle abartılı taltiflerde bulunulan bir zamandaysak, gözden kaybedilenlere biraz daha dikkat kesilmemiz gerekiyor.
Politik bir yok saymadan bahsetmiyorum, çeşitli sebeplerle kültür gündeminin dışında kalmaktan bahsediyorum.
Romanları tefrikalardan takip edilmiş Mahmut Yesari mesela, hatta “Salâh Bey Tarihi” evvela Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanmasına rağmen Salâh Birsel. En çok Malik Aksel.
Bir ressam düşünün ki bir halkın bütün bir günlük yaşamını, bütün mevsimlerini, bütün mekân detaylarını hafızasına alan resimler yapsın. Bu resimleri yaparken o zamana kadarki hâkim anlayışın pul değeri bile vermediği kültür detaylarını merkezine alsın.
Bunu Malik Aksel yaptı. Malik Aksel “Köye Dönüş”, “Köyde Oyun”, “Zıp Zıp Oyunu”, “Halay”, “Amin Alayı”, “Kunduracı”, “Eşekli Kadın”, “Mahalle Baskını” gibi, isminden panoramasını açık eden resimleriyle Anadolu’da yaşanan büyük bir hikâyeyi resmederken, bu resimlerin yanına koyduklarıyla da meselesini derinleştiriyordu.
Yanına koydukları gene isimleriyle bile derinliklerini açık eden eserleri: Türklerde Dinî Resimler ve Anadolu Halk Resimleri. Çifte vavlar, Ashab-ı Kehf gemisi, Hz. Ali’nin devesi, kendi cesedinin yüklü olduğu devesini yularından tutup çeken Hz. Ali.
İmzasız kalmış, Anadolu’da bir tekkede, bir cami duvarında, bir evin tavanında görülebilecek binlerce kadim figür, desen, binlerce bizim büyük hikâyemiz. Eliflerden, vavlardan, mimlerden örülü suretler, tasvirin sınırlarını yoklayan kalp çarpıntıları. Özellikle mimlerden.
Tek başına konuşulsa, bir “kültür adamı” hüviyetinden dışarı çıkaramayacağımız Malik Aksel’in, bu derinlikleri gün yüzüne çıkarıp tarihini yazması ve bir halkın hayatını resimleriyle hafızalara kazıması onun kültür tarihindeki yerini yıkılmaz bir hâle getiriyor.
Bütün bu emeğinin arka planını, zorluğunu, kolaylığını, garipliklerini ve hayatının kıvrımlarını İstanbul’un Ortası şeklinde adlandırarak yazması, tam orta yerde bulunan kültür tarihindeki yerini de sabitlemeli oysa. Ama nerde? Çok şey istemezken dahi çok olduğumuzu biliyoruz.