Ürdün notları
Siq kayaları ile oyulmuş Petra Antik Kenti’nde yürümek, sırtını kayalara yaslamak ve insan eliyle oyulmuş Hazine’ye hayran kalmak, inanılmaz lezzetli künefesinin tadına bakmak, Ürdün’de bir ayrıcalıktır. Bu küçük ülke tecrübeli turistleri bile etkileyebilir. Buraya gitmeye karar verdiyseniz, artık çok kıskanılacak biri olursunuz. Böylesine farklı ve son derece maceralarla dolu, gezdikçe insana heyecan ve mutluluk veren bir ülke ile tanışmak siz değerli misafirlerini bekliyor.
Ürdün Nehri’nden ismini alan Ürdün (diğer ismiyle Şeria), “nehrin iki yakası, nehrin batısında ve doğusunda kalan yerler” anlamına gelmektedir. İlber Ortaylı, “İlber Ortaylı Seyahatnamesi” isimli eserinde Ürdün’ün ezelden beri Arapların beldesi olduğunu aktarmaktadır: “Avrupalılar Jordan, İbraniler Yardan diyor; Şeria Vadisi ise Arapça ama Ürdün ülkesi aslında “Bilad-ı Şam” denen büyük Suriye’nin, kısmen çölün ve eski Arabistan’ın bir parçası. Bugünkü Ürdün’ün güneyinde bir zamanlar Nebatiler ve onlardan hemen sonra, Arapça konuşan Gassaniler ve Lahmiler hüküm sürmüş. Dolayısıyla bu bölge Suriye ve Filistin’in aksine sonradan değil, ezelden beri bir Arap ülkesidir. 19. yüzyıl Kafkasya’sından kovulan halkların önemli bir kısmını Osmanlı İdaresi bugünkü Suriye ve Ürdün’e yerleştirmiştir. Bugünkü Ürdün, ezelden beri burada yaşayan Bedevi Araplar, yurdunu kaybeden sürgün Filistinliler, Çerkez ve Dağıstanlı gibi Kafkas asıllılar, milattan önceden beri burada bulunan Aramiler ve onların torunları Hristiyan Arapların ülkesi.”
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere, Almanya’nın doğudaki müttefiki Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir cephe açmak amacıyla Arap Milliyetçilerini cesaretlendirdi. Eugene Rogan, “Araplar: Bir Halkın Tarihi” isimli eserinde İngilizlerin Mekke Şerifi Hüseyin ile onun Haşimi Hanedanını Osmanlıya karşı ayaklanması karşılığında Arap krallığı vadetmektedir: “1915 yılına gelindiğinde Çanakkale’deki Osmanlı ve Alman müdafaası karşısında çakılıp kalan İngiliz ve İngiliz Milletler Topluluğu birliklerinin üzerindeki tazyiki azaltılmasının şart olduğu anlaşıldı. Temmuz 1915’te Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali, Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri, Sir Henry McMahon’la yazışmaya başladı. Mart 1916 ya kadar süren 8 aylık bir yazışma sürecinden sonra McMahon İngilizlerin Şerif Hüseyin ile onun Haşimi Hanedanı tarafından yönetilecek bağımsız bir Arap krallığını tanıyacağı ve bunun karşılığında da Haşimilerin Osmanlılara karşı isyan etmesini beklediklerini söylediler.”
Hatta bu Arap Milliyetçilerini destekleme misyonuyla Arabistanlı Lawrence lakabı alacak olan T.E. Lawrence görevlendirilmişti. Bu Arap Milliyetçilerden en güçlü isim “Şerif Hüseyin” olarak bilinen Hüseyin bin Ali’dir. Şerif Hüseyin, Abdülhamid’in iktidarı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğüne tehdit olacağı fark edilince İstanbul’dan ayrılması yasaklanmış. Ancak Abdülhamid’i tahttan indiren İttihadçılar, Hüseyin’i Mekke’ye ‘‘Emir’’ tayin etmiştir.
9 Eylül 1916’da V. Mehmed Reşâd dönemindeki Osmanlı’ya karşı Hüseyin bin Ali, “isyan ve cihad” bildirisini yayınlamıştır. Bu bildiride Türklerin Şeriat’e uygun hareket etmediği için dinden çıktığı sebep gösterilerek Türk idaresine karşı cihad ilan edilmiştir. Lawrence, Osmanlı’dan gelen teçhizat yardımının Medine’ye ulaşmasını engellemek için Hicaz Demiryolu raylarını kullanılamaz hale getirmiş, Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal ise Akabe’deki Osmanlı kalesini ele geçirmiş; ancak Mavera-i Ürdün’deki sadık bazı kabileler Osmanlı’nın yanında Emir Faysal’a karşı mücadeleler vermiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz ve Türk birlikleri arasında cereyan eden Şeria Muharebelerinde Osmanlı askerleri yanında çarpışan Araplar, İngiliz ve Fransız istihbaratını endişelendirmiştir (Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşan ve şehit düşen 4. Ordunun 48. Tümeni’ne bağlı 143, 145 ve 191’inci Piyade Alaylarına mensup Türk subay, astsubay, erbaş ve erlerden yaklaşık 300 Türk askeri toplu halde yatmaktadır. Allah rahmet eylesin.)
2 Ekim 1918’de General Allenby’in Şam’ı işgal etmesiyle Arap İsyanı büyük bir kazanım elde etmiş oldu. Lawrence’ın kışkırtmaları sonucunda Osmanlı Devleti’nin Hicaz Demir yollarını yapımı sırasında çatıştığı Huveytat kabilesine bağlı milisler, Osmanlı birliklerini Maan’da yenip Akabe’yi; Faysal’a bağlı kuvvetler de Salt ve Amman’ı ele geçirdiler. Şerif Hüseyin, Mekke ve Medine’yi işgal etti.
Osmanlı hakimiyetinde uzun süre kalan ve savaştan sonra 1920 yılındaki San Remo Konferansı ile kurulan Transjordan (Mavera-i Ürdün), İngiltere mandasına bırakıldı. Faysal’ın 1920’de Fransızlar tarafından Suriye’den ayrılmasının ardından kardeşi Emir Abdullah Ürdün’e gelerek 1921’de kendini Mavera-i Ürdün Emiri ilan etti.
Mavera-i Ürdün 1946 yılında bağımsızlığını kazandı ve daha sonra Ürdün Haşimi Krallığı oldu. İsrail 1948 yılında Arap-İsrail savaşında Arapları geri püskürtmüş ve bağımsız bir devlet olmuştu. Abdullah bin Hüseyin, komşusu İsrail ile yakın ilişkiler kurmuş; ama bu yakınlaşmanın bedelini hayatıyla ödemiştir. 1951’de Kudüs’te cuma namazı çıkışında bir Filistinli tarafından gerçekleştirilen suikast sonucunda öldürülmüştür.
Suikastın ardından yeni kral Talal bin Abdullah oldu. 1951-1952 yılları arasında kral olan Talal, tutulduğu şizofreni hastalığı nedeniyle tahtını oğlu Hüseyin’e bırakarak tahttan feragat etmiştir. Ülkenin uzun süre hükümdarı olan Kral Hüseyin (1953-1999), ayrıca Ortadoğu’nun da en uzun soluklu liderlerinden birisi oldu. Ürdün, 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nda Batı Şeria’yı işgal eden İsrail’e bıraktı. 1988 yılında Kral Hüseyin, Ürdün’ün Batı Şeria’daki haklarından kalıcı olarak caydı; 25 Temmuz 1994’de Beyaz Saray’da bir araya gelen Kral Hüseyin ve İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin, İsrail ile bir ön barış anlaşması olan Washington Bildirgesi’ni imzaladılar.
- İki ülke arasındaki toprak sorunlarının BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarına göre çözülmesine veKudüs’teki Müslümanların mukaddes mekanları üzerinde Haşimi Krallığı’nın özel bir statüsü olduğuna karar verildi.
16 Eylül 1997’de, Hamas’ın Siyasi Büro Şefi Halid Meşal’in, Ürdün’ün başkenti Amman’da saldırıya uğramasıyla Kral Hüseyin hem Araplar hem de komşusu İsrail ile zorlu bir süreç yaşadı. Bu zorlu süreçte Halid Meşal’in zehirlenmesine neden olan esir iki Mossad ajanı karşılığında, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’dan panzehir alması ve Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin’in aralarında bulunduğu 40 Filistinlinin serbest bırakılmasında önemli rol oynadı. Kral Hüseyin’in en büyük oğlu olan II. Abdullah, babasının 7 Şubat 1999’da hayatını kaybetmesinin ardından tahta geçti ve hâlen Ürdün kralıdır.
Ürdün, deniz seviyesinden 408 metre aşağıda olan dünyanın en alçak noktası olarak kabul edilen Ölüdeniz’e (diğer ismiyle Lut Gölü) ev sahipliği yapmaktadır. Ürdün’ün Medeba şehri mozaikleri ile bilinir. İlber Ortaylı Seyahatnamesi’nde Medeba için şunları söyler:
Ürdün bu, Medeba’da Bizans’tan kalma Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi’nin taban mozaikleri o dönemdeki Ortadoğu haritasını ihtiva ediyor. Ta Konstantiniyye’ye kadar bu dünya mozaikler üzerine işlenmiş.
Ürdün sınırlı doğal kaynaklara sahip küçük bir ülkedir. Ülke şu anda bölgesel iş birliği de dahil olmak üzere sınırlı su arzını genişletmenin ve mevcut su kaynaklarını daha verimli kullanmanın yollarını araştırıyor. Özellikle Şeria Vadisi’ndeki su kaynakları, Ürdün ile İsrail arasındaki çözülemeyen uluslararası su sorunu olarak literatüre geçmiştir. Ürdün, enerji gereksinimlerinin çoğunu Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden temin etmektedir.
Ürdün, Dünya Bankası tarafından “düşük orta gelirli ülke” olarak sınıflandırılmıştır.
İngiltere, perde arkasından Ürdün’ü yöneten bir ülkedir. Eskiden ülkeler diğer bir ülkeyi kendi politikalarına uygun hareket etmesini sağlayabilmek için sert güç uygulamaları olan askeri ve ekonomik kanalları kullanırdı.
- Günümüzde sert güç uygulamaları yerine üzerinde etki kurma yöntemiyle bir kişi ya da topluluk üzerinde söz sahibi olma, dediğini yaptırma yeteneği olan yumuşak güç uygulanmaktadır.
İngiltere, yumuşak güç kaynağı olarak kendi ülkesinde eğitim gören geleceğin liderlerini yetiştirmektedir. ABD dışişleri eski bakanı Colin Powell 2001 yılında “Ülkemiz için burada eğitim gören geleceğin dünya liderlerinin dostluğundan daha değerli bir kazanım düşünmemekteyim”, sözü özel yumuşak güç kaynağı olarak uluslararası öğrencileri işaret etmektedir.
Joseph Nye, “Yumuşak Güç” isimli eserinde “Amerika’nın, her yıl Amerikan üniversitelerinde okuyan ve ülkelerine dönen yarım milyondan fazla yabancı öğrencinin ya da Silikon Vadisi’nde başarılı olduktan sonra ülkelerine dönen Asyalı girişimcilerin zihinlerinde ihraç ettiği fikirler ve değerler güç yoluyla seçkin sınıfa ulaşır” sözleri üniversitelerin ve diğer eğitim kurumlarının, bir ülkenin yumuşak gücü için önemli kaynaklar olduğunun kanıtıdır.
İngiltere’de Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi (RMAS), genelde Ortadoğu ülkelerinin ve özelde Ürdün’ün yumuşak güç kaynaklarıdır. Taha Kılınç, “Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” isimli eserinde Sandhurst sıralarından geçen en ünlü isimleri şöyle sıralamıştır:
- Bahreyn Kralı Hamed bin İsa, Bahreyn Kraliyet Muhafız Alayı Başkomutanı Prens Nasır bin Hamed,
- Ürdün Kralı Talal bin Abdullah (1951-52), Ürdün Kralı Hüseyin (1953-1999), Ürdün Kralı Abdullah, Ürdün Kralı Hüseyin’in kızları Prenses Aişe ve İman, Ürdün Kralı Hüseyin’in oğulları Prens Ali, Prens Hamza, Prens Haşim, Ürdün eski Veliaht Prensi Hasan’ın oğlu Prens Raşid,
- Kuveyt Emiri Saad Salim el Sabah (15-24 Ocak 2006),
- Umman Sultanı Kabus bin Sid,
- Katar Emiri Temim bin Hamed, Katar Emiri Hamed bin Halife (1996-2007),
- Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın oğlu Prens Mut’ib, Suudi Arabistan Savunma Bakan Yardımcısı Prens Halid bin Bender,
- Birleşik Arap Emirlikleri Şeyh Halife bin Zayed, Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed,
- Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid ve Dubai Veliaht Prensi Şeyh Hamdan bin Muhammed.
Ürdün Seyahatim
Ürdün’e 211 Türk lirası karşılığında gidiş-dönüş kampanya biletini bulur bulmaz yola koyuldum. Kampanya dönemine rast geldiğinizde mutlaka sizin gibi seyahat eden kişiler de olabilir. Benim bu yolculuk sırasında Atatürk Havaalanı’nda karşılaştığım kişi ise, serbest meslek erbabı Ürdünlü birisiydi.
King Hüseyin Havaalanı’na yani Akabe’ye uçağımız inince rahat bir nefes aldık. Çünkü hafif bir türbülansa maruz kalmıştık. Pasaport gişelerinden tam geçmek üzere iken kalabalık içerisinden polis, beni hafif loş bir odaya çekti. Polis memuru bana yarım yamalak İngilizcesi ile niye geldiğimi ve kimin yanına geldiğimi sordu. Ben de gezmeye geldiğimi ifade ettim; ancak 30 dakika boyunca haksız yere çekilen mahpusluğu tecrübe ettim. Kısa süren mahpusluğum sırasında Akabe merkeze nasıl gideceğimi düşünüyordum. Çünkü sözleştiğim ve beni Akabe merkeze kadar götürecek olan Ürdünlü daha fazla bekleyemeyeceğini ve yetişmesi gereken bir yer olduğunu söyleyip gitti.
Gece saat 01.30 ve ben artık özgürdüm. Terminalden dışarı çıktım, bavul taşıyan iki-üç kişiyi görünce hem yardım edip hem de Türkiye’den geldiğimi söyledim ve Akabe merkeze nasıl gideceğimi sordum. Aslında bu sinsi bir taktikti. Hazırda bekleyen taksiler sizi Kral Hüseyin Havaalanı’ndan Akabe merkeze en iyi ihtimalle 20 dinar yani 80 liraya götürüyor. Taktik işe yaramıştı. Bavul taşıyanlardan biri beni merkeze ücretsiz götürebileceğini peşinen söyledi. Ben de bir dertten kurtulduğum için Allah’a şükrettim.
Saat gece 02.00 civarıydı. Araçlarına bindiğim Ürdünlü Ömer Ferruh, Ankara’da gayri menkul işleriyle uğraşan birisiydi. Araçla yolculuk yaparken Ömer Ferruh bir yandan İsrail kıyı şeridini göstererek bir yandan da nereye gittiğimi sordu. Ben de durağımın Amman olduğunu söyledim. Akabe’den Amman’a gidecektim; ancak beni Amman’a ulaştıracak jet otobüsler, sabah saat 8’de seferlerine başlayacaktı. Ben başka bir seçeneğin olup olmadığını Ömer Ferruh’a sorduğumda “jet otobüslerin yerine 20 lira daha fazla vererek taksiye binmeye ne dersin?” cevabını verdi. Ben de “olur, hem de çok iyi olur” dedim. Sonrasında beni taksi durağına götürdü, sıkı bir pazarlıkla 15 Ürdün dinarına taksiciyle anlaştı ve vedalaştık.
Yaklaşık 4 saat süren taksi yolculuğumda 3 yolcu daha bana eşlik edecekti. Yolculardan biri de sonraki zaman diliminde birbirimize yoldaşlık yapacağımız Hataylı Necdet Abi idi. Taksici ile pazarlık yapan Necdet Abi’nin taksicinin “benim taksimde bir Türk var”, demesiyle taksiye bindiğini sonradan öğrendim.
Elhamdülillah Amman’a vardım. Ispartalı Cavit Güleç hocamız ile buluştuk, 3 gün birlikte gezdik. Amman Arap Üniversitesi’ne ders için giden imam hatipli öğrencilere eşlik ettim. 2 aylık Arapça kursu için Isparta’dan gelen bu öğrenciler, Amman Arap Üniversitesi’nde ders görmekteydiler. Üniversitede gördükleri eğitim haricinde Suveylih’de kaldıkları yurtta da yoğun bir eğitime tabi tutuluyorlardı. Belli zaman aralıklarıyla dillerini pekiştirmek isteyen öğrenciler çarşı, pazar ve sokakları geziyor, halkla konuşmaya çalışıyordu.
Amman’da ufak bir gezintiye çıktık, bu gezinti sırasında ayrıca tarihî bir yolculuk da yaptık. Osmanlı, Hicaz demiryolunu inşa ederken patlak veren Arap İsyanı sonucunda günümüzdeki Ürdün topraklarını terk etmek zorunda kaldı.
Çeşitli rivayetlere göre, Osmanlı Devleti bu topraklardan çekilirken yanlarında taşıyamadıkları için demiryollarına ve farklı noktalara küpler dolusu altın gömmüş ve Ürdün’ü terk etmiştir. Hatta bizi gezdiren Ürdünlü Khalid Selman, Ürdün’de yapılan kazı sonucunda 9 küp altının bulunduğunu söyledi.
Ürdün seyahatimde neredeyse her yerde Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın fotoğrafı gözüme ilişti. Bir an bizim ülkedeki gibi banal milliyetçiliğin bu ülkede de kutsal atfedildiğine şahit oldum.
Ayrıca “Melik var, Allah var, başka kimse yok” sözünü de çokça işittim.
Amman geceleri, gündüzleri çöl sıcağını iliklerine kadar hisseden Ürdün halkının bir kaçış limanıdır. Bundan dolayı Ürdün geceleri gündüze nazaran halkın aktif katılımıyla son derece faal bir hayata dönüşüyor. Biz de hybrid özelliğine sahip aracımızla Ürdün gece hayatının kalbi diyebileceğimiz Nefise Lokantası’na uğradık. Nefise Lokantası, künefe ve diğer tatlılarıyla Amman’da turist ve yerli halkın uğrak noktalarından biridir. Sipariş verdikten anca 20 dakika sonra künefeyi yemek nasip oldu.
- Hatay’da yediğim künefe mi Amman’da yediğim künefe mi daha iyiydi sorusuna vereceğim cevap bende kalsın. Ama size şunu söyleyebilirim, önce Amman Nefise’de sonra Hatay’da künefe yedim.
Peygamber Efendimiz ﷺ "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira kabir ziyareti, ölümü hatırlatır, düşünme fırsatı verir..." düsturuyla soluğu İslâm’ı ilk kabul edenler arasında bulunan ve vefatıyla birlikte Cennetül Baki’ye defnedilen, ancak başka rivayetlere göre Amman’a defnedildiği söylenen Abdurrahman bin Avf’ın kabri başında aldım. Dualar ettikten sonra Rabbimden tekrar aramızdan Abdurrahman bin Avf gibi cömert insanları çıkarmasını diledim. Vefatında Hz. Peygamber’i, ﷺ kabre indiren dört sahabiden biri olduğu için zaten Abdurrahman bin Avf, benim nazarımda daha kıymetli bir sahabi idi. Bu sözleri yazarken kalbin hüznünü az da olsa dindirebildiği ölçüde Erdem Beyazıt üstadın Fahri Kainat Efendimiz ﷺ için yazdığı güzel şiirine kulak verelim.
- "Dünyanın ağırlığına eklesek yıldızları ayı güneşi,
- Gene de ağır basarsın ey kalbim
- Ey kalbimin güneşi…"
Necdet Abi ile Amman’da bir arkadaşının evini ziyarete gittik. Biraz oturduktan hemen sonra ikindi namazını eda etmek için camiye geçtik. Cami İmam’ı sanki benim yüzümü hatırlamışçasına bana baktı, Türkiye’den geldiğimi duyunca namazdan sonra bana şeker ikram etti. Buna ilk başta bir anlam veremedim; fakat sonradan Türkiye sevdalısı biri olduğu hatta beni evine yemeğe davet ettiğini duydum. Necdet abinin arkadaşı İmam efendiye kendilerinin de evde Kabsa yaptığını ve ev sakinlerinin bizi beklediğini söyledikten sonra vedalaşıp ayrıldık. Eve girdiğimiz vakit gözüme altın bir kılıç ilişti. Bu altın kılıç dede yadigarı imiş. Fotoğrafını çekemedim; çünkü yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermek istemedim.
Sonrasında 'kabsa' yemek için sofraya geçtik. Geleneksel bir yemek olan kabsa (diğer isimleriyle Kepse pilavı, 'Chicken and Rice'), tavuk, sebze ve baharat vd. malzemelerin karılmasıyla bir araya gelen ve kolayca pişirilebilen bir yemek türüdür.
İlk adım, tencereye biraz yağ, doğranmış soğan ve biber koyup kızartmalısınız. İkinci adım, soğan veya yeşil biberlere istediğiniz gibi tavuk veya et koymanız gerekir. Bundan sonra, bir miktar köri baharatını tavuk veya etin üzerine serpin. Sonra, tencereye biraz domates sosu, doğranmış domates ve biraz da su koyup pişirin. Üçüncü adım, tavuğu fırında kızartıp, pilavı tencerede pişirmektir. Sonra, tavuk kızarıncaya kadar bekleyin. Dördüncü adım, pişen ve demini alan pilavınızın üzerine tavuğu koyup kuru üzüm, bezelye ve bademleri koyabilirsiniz. Son olarak, bu yemek yeşil salata veya yoğurt salatası ile servis edilebilir.
Necdet Abi ile vedalaştıktan sonra Mehmet Osmanlı ile görüştüm. Mehmet Osmanlı isminden de anlaşılacağı üzere ailesi Osmanlı payitahtında ikamet etmiş, sonradan Ürdün’e göçmüş bir aileden gelmektedir. Mehmet Osmanlı beni Türkiye’den eğitim almak için Ürdün’e gelmiş Türk öğrenci evi sakinleriyle tanıştırdı. Bu öğrenci arkadaşlarla Amman sokaklarını gezdik.
Amman’ın en eski pazarlarından birisi olan Al Buhari’yi ziyaret ettik. Bu pazar adeta açık bir tuhafiye pazarıdır. Turistler, rengarenk tuhafiyeleri ve kumaşları pazarlıkla uygun fiyatlara satın alabilmektedir. Al Buhari Pazarı bazı zamanlar çok kalabalık oluyor, bu yüzden biraz zamanınız varsa, hemen yakında bulunan Büyük Hüseyin Camii’yi ziyaret edebilirsiniz.
Bu Osmanlı tarzı cami, 1924 yılında, Kral I. Abdullah tarafından yaptırılmıştır. İslâm’ın ikinci halifesi Ömer bin Hattab tarafından MS 640 yılında inşa edilen eski bir caminin yerine Büyük Hüseyin Camii inşa edilmiştir.
Ancak mağaza sahiplerine turist izlenimini verirseniz, Cem Yılmaz’ın “bizim oğlanın sünnet düğünü masraflarını çıkardık” esprisinin doğrudan muhatabı olursunuz.
Bu yüzden yanınızda buraları bilen birisi, sizi maddi zararlardan koruyabilir. Ürdün’de gecenin son demlerinde, aşina bir ortamın ılık kucağına sığınarak uyku moduna geçtim.
Gül kırmızısı bir şehir: Petra
“Zamanın yarısı kadar eski, gül kırmızısı bir şehir” bu söz, Petra’yı hiç göremeyen İngiliz Şair John William Burgon’a aittir. Neredeyse 2200 yıl önce kurulmuş olan Petra Antik Kenti’nin gün yüzüne çıkması, 1812’de maceraperest gezgin İsviçreli Johann Burckhardt sayesinde mümkün olmuştur.
Ben “Amman’dan Petra’ya nasıl gidebilirim?” diye düşünürken öğrenci evindeki bir arkadaş “Ben de 5 yıldır burada olmama rağmen, Petra’ya hiç gitmedim” dedi. Bu durum bana, 3 yıl Isparta’da ikamet edip kayak merkezi Davraz’a hiç gidemediğim gerçeğini hatırlattı.
Petra’ya gitmeye kararlı olduğum için telefon trafiği başladı. Yoğun uğraşlar sonucu 125 Jordan Dinarı’na (JD) en son bir taksi bulabildik. Bende kalan para 120 dinar kadardı. Böylece taksi planı suya düştü. 5 dinar mesele değildi. Petra’ya giriş için 50 dinar daha gerekliydi.
Ertesi gün 2 JD’ye tuttuğum taksi ile jet otobüslerin bulunduğu otogara gittim. Otogara vardığımda saat 08.00 civarıydı. Maalesef sabah 07.00 gibi hareket eden otobüsün diğer seferinin 19.00’da olduğunu öğrendiğimde bir an Petra bana ırak oldu. Sarsıldım ve öğrenci evinden bir arkadaşımı aradım. Otogardan Petra’ya gidecek dolmuşların olduğunu ve 8 JD’ye götürebileceğini ifade ettiğinde yüreğime su serpmiş oldu. Ben de ufak bir şok ardından teklifi kabul ettim. Petra’ya doğru yolculuğum başlamış oldu. Bu arada Petra hakkında ufak bir bilgi seli vermekte fayda görüyorum.
İsviçreli seyyah Johann Ludwig Burckhardt olarak da adlandırılan Şeyh İbrahim bin Abdullah, 24 Kasım 1784 tarihinde Lozan’da gözlerini dünyaya açmıştır. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde keşfettiği Petra Antik Kenti ile daha çok tanınan Burckhardt, 1806’da İngiltere’ye gitti, Londra’da Cambridge Üniversitesi’nde okudu. Bu arada en çok hayal ettiği Arabistan seferi için Arapça öğrenmişti. 1788 yılında Londra’da kurulan Afrika Cemiyeti (African Association) ile tanıştıktan sonra İngiltere’den ayrılmaya karar verir. Afrika Cemiyeti’nin Afrika’nın keşfi görevlendirmesiyle Libya’nın güneybatısında bulunan Fizan’a bazı kaynaklarda Fezzan olarak adlandırılan bölgeye gönderildi.
Takvimler 1809’u gösterdiğinde Suriye’ye seyahat etti. Suriye’de Kur’an dersi aldı ve burada Müslüman oldu. İsmi ise, Şeyh İbrahim bin Abdullah oldu. Halep’te kaldığı süre boyunca Şam ve Suriye’nin antik kenti Palmira’nın yanı sıra Lübnan gibi bölgeleri ziyaret etmek için birkaç kez şehirden uzaklaşacak ve ayrılmaya karar verdiğinde Ölü Deniz’i, Şubat 1812’de Wadi Musa’ya ulaşmak için geride bırakacaktı.
Burckhardt 22 Ağustos 1812’de, yerel halkın Wadi Musa’da kayıp bir şehrin olduğu haberini işitmiş ve oraya bir bahane bularak yanındaki rehberini sürüklemiştir. Bahanesi ise, İncil’de yer alan Tesniye’ye göre, 10:6’da “İsrailoğullarının Mosera’ya göç ettiğini ve Harun’un orada öldüğü ve gömüldüğü” ve dolayısıyla Hz. Harun’un mezarı başında kurban kesmekti. Dar ve uzunluğu 1 km’yi geçen bir vadiden (Siq) geçerek, söylentilerdeki kalıntıları hayretler içerisinde seyretmiş ve kurbanı keserek geri dönmüştür.
Mısır hedefi ile yola çıktığında, binaları kayadan oyulmuş olan Nebati Krallığı’nın büyük başkenti Petra’nın kalıntılarını keşfedeceğini bilmiyordu. Hayatının önemli bir keşfi, 1812’de Suriye’den Kahire’ye seyahati sırasında günümüz Ürdün’deki önemli arkeolojik kalıntıların bulunduğu Petra Antik Kenti oldu.
Johann Ludwig Burckhardt, Petra’yı keşfeden ilk modern Avrupalı oldu…
Neredeyse yarım günlük Petra yolculuğumda yolda tanıştığım Iraklı Nazeeh Abd Alabass, İngilizce bilen Şii bir Arap idi. Petra’ya öğle ezanı okunduktan az sonra vardık. Nazeeh mührünü çıkarıp namaza durdu, ben de namazı kıldıktan sonra dışarıda bekledim. 1.2 km uzunluğunda olan Petra’ya giriş için 50 JD verdik. Petra’ya girdiğimiz zaman faytonlar, eşekler, atlar, develer bizi karşıladı.
- UNESCO 1985’te Petra’yı Dünya Kültür Mirası listesine almış, 2007 yılında ise Petra dünyanın “Yeni Yedi Harikası” arasında yerini almıştır. 1989 yılında çekilen Indiana Jones and the Last Crusade serisinde Petra’yı görebilirsiniz.
Siq
Nebati Krallığı’na başkentlik yapmış ama 19. Yüzyıl’da Burckhardt’ın keşfine kadar “kayıp şehir” olarak kalan Petra antik kentine ulaşabilmek için 1.2 km uzunluğundaki Siq adı verilen yolu aşmanız gerekir. Siq, kimi yerlerde 3-5 metre genişliğinde, 70 metre uzunluğundaki kayalarla size eşlik ediyor. Wadi Musa’dan gelen sel suyunu durdurmak için inşa edilmiştir. Teknik olarak Siq, 50-200 metre yüksekliğindeki duvarlarıyla bir kanyon yani su ile oyulmuş bir geçit değil, tektonik kuvvetler tarafından mevcut haline gelmiş tek bir bloktur. Yürüyüşümüz süresince eski vadilerde kayaları yontan Semud kavmini tefekkür ettim. Nasıl bir teknoloji ile bu eserleri bırakmışlar. Onlar gittiler, biz de gittikleri yere doğru gidiyoruz. Yolun sonunda Hazine kendisini gizlendiği yerden ziyaretçilerine gösteriyor.
Hazine
Yerel halkın Al Khazneh olarak adlandırdığı Hazine, çoğu ziyaretçinin Petra’ya vardığında hayretler içerisinde bakakaldığı bir şaheserdir. Dış cephesi Helenistik mimari özelliği ile tasarlanmış, sırtını kayalara yaslamış ve insan eliyle oyulmuş devasa bir kaya parçasından söz ediyorum. Yüksekliği 45 metreye yaklaşan bu anıtın genişliği ise 30 metredir. Alt kısmı 6 sütun ile desteklenmiştir. Halk tarafından burasının Nebati Kralı 3. Arethas için yapılmış bir mezar olduğuna inanılır.
Buraya Hazine denilmesinin sebebi ise, Mısır Firavununun hazinesini Petra’ya gömmüş olduğu inancıdır. Hazineye gidilen kapı bulunamadığı için hiç kimse hazineye ulaşamamış, hatta bedeviler bu hazineyi elde edebilmek umuduyla üst kısımları kurşun yağmuruna tutmuş, hala bu izler görülmektedir ancak bu tutum hazineye zarar verdiği için yasaklanmıştır.
Fazlı Bulut, “Suriye ve Ürdün Seyahatnamesi” kitabında buranın mezar olabileceği tezini savunuyor:
“Bu muhteşem yapının içi ise son derece sıradan bir salon ve arka tarafta küçük bir odadan oluşuyor. Anıtın içinin hiçbir özelliği yok. Tüm emek anıtın dış yüzeyi için harcanmış. Ustaların, mimarların ve işçilerin tüm maharetleri anıtın dış yüzeyine yansıtılmış. Aslında bu durum buradaki tüm mezarlar için geçerli. Mezarların dış yüzeyleri son derece güzel ve gösterişli, içleri ise basit, gösterişsiz ve sade bir oda şeklinde. Nebatilerin yaptığı iş çok mantıklı geldi:
Sonuçta burası bir mezar. Mezarların dışı yaşayanlar, içi ise ölüler için yapılır. Ölenler öldükten sonra içinde bulundukları mekanı göremeyecekleri için, bu alanlarla ilgili herhangi bir özenin gösterilmesinin hiçbir anlamı yok. Önemli olan yaşayanların ne gördüğü. Onlar da mezarların dışını gördükleri için, Nebatiler ölen kişilerin şanı ve şöhreti daha sonra da devam etsin diye, muhteşem güzellikle ve devasa büyüklükte anıt mezarlar yapmışlar. Hazine de bunlardan biri ve kanaatimce birincisi.”
Hazine manzarasında bir kişiye bir limonata 7 dinar iken, Iraklı yoldaşımın uzun pazarlığı sayesinde iki kişi iki limonatayı toplamda 4 dinara satın almış olduk. Hemen yanımızda bulunan deveyi de tabii es geçmedik; onu da pazarlık listemize kattık. Hazine’ye vuran güneş ışığı eşliğinde, güneşe ve parıltısına yemin eden Rabbime hamd ettim. Devenin sırtında 5 dakika gezdikten sonra poz verdik. Ardından eşek ile 3-4 saat süren seyahati 7 dinara anlaştık. Bir hazineden diğer hazineye yol alırken sonunda zirveye ulaştık.
Kurban Tepesi
Tiyatro’dan Kurban Tepesi’ne ulaşmak için dağın yarıklarından yaklaşık 40 dakika süren bir yolculuk yapmak gerekiyor. Cebel Madbah yani Madbah Dağı üzerine inşa edilmiş olan Kurban Tepesi’ne genellikle insanlar eşek sırtında çıkmaktadır; ama yürümek isterseniz size kalmış. Burada kurban kesmek için düz bir yer ve 7 metre uzunluğunda dikilitaşlar mevcut. Bu dikilitaşlar Nebatilerin tanrılarını temsil etmektedir.
Manastır
Tepelerin eteğine inşa edilmiş El Deir Manastırı, Petra’nın efsanevi anıtlarından birisidir. Buraya manastır denilmesinin sebebi ise, Bizanslılar döneminde kilise olarak kullanılan anıtın içine çeşitli boyutlarda haç oyulması yapılmış olmasıdır. Hazine tasarımından farkı, çok daha büyük olması, 50 metre genişliğinde ve 45 metre yüksekliğinde olmasıdır. Basamaklar yardımıyla 800 adım attıktan sonra Manastıra ulaşıyorsunuz. Basamak dediysem öyle tertipli basamaklar beklemeyin.
Tabi ben Nazeeh ile birlikte çok uygun bir fiyata kiraladığımız geleneksel ulaşım araçları olan deve ve eşek sırtında gezdim. Eşek basamağı her çıktığında her an düşecekmiş hissi içimi kaplıyordu. Önümüzdeki tarihî mimari eserin tadını çıkarabilmek için hem dinlenebileceğimiz hem de keyfini çıkarabileceğimiz bir kafe bulduk. Minderlere uzanıp manzaranın keyfini çıkarmaya başladık.
Neredeyse 2-3 günde bitirebilecek Petra seyahatimizi, 4 saat yaya olarak, 4 saat eşek sırtında neticelendirmiş olduk. Seyahatimiz sona ererken son olarak bazı mülahazalarımı dile getirmek istiyorum: Eski vadilerde kayaları yontan Semud kavmini tefekkür ederken buldum kendimi. Acaba nasıl bir teknoloji kullanarak bu eserleri yapmışlardı? Şehirleri ve mekanları silik bir yüzeysellikten, canlı ve anlamlı bir hale getiren nedir?
Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) muazzam kayaların içerisinde acziyetimi bana tekrar hatırlattı ve başladım nefsimi daraltan ölümü düşünmeye.
Gerçek manada tanışıp etkilendiğim bir şehre veda etmek hiç de kolay olmadı. Petra’dan Vadirum’a geçmek istedim, fakat Petra yolculuğumun uzun sürmesi planlarıma uymadı. Ve yolculuğum Petra ile Akabe arası taksiye verdiğim 20 JD tamamlanmış olup King Hüseyin Havaalanı’nda son buldu.
(Bu yazı 2020 senesinde kaleme alınmıştır.)