Kahire Notları 1: Keşmekeş, renklilik ve tenakuz
“Mısır’da darbe oldu ve seçimle iş başına gelen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî görevden alındı.” Bu haber ajanslara düştüğünde henüz 13 yaşındaydım. O yaşıma kadar tabii ki Mısır’ı duymuştum fakat olayın tarihî sürecine dair duyduğum merak, bu haberle başladı. Ailem ve arkadaşlarım ile darbe sürecini yakından izliyor, Saraçhane meydanında düzenlenen Mısır halkına destek programlarına katılıyorduk. O dönemlerde Mısır’a seyahat etmeyi kafaya koymuştum.
Nasip oldu 2024’ün ilk ayında Mısır’a gittim. İçimde hem çocukluğumdan kalan hüzün hem de İslâm başkentlerinden birisini ziyaret etmenin sevinci vardı. Uçağımız Kahire havalimanına indikten sonra kapıda vize alarak havalimanından ayrıldım. Taksiye binerek hemen arkadaşlarımın kaldığı eve geçtim. Kahire’de öğrenci olan arkadaşlarımla kalmak hem şehri tanımam noktasında hem de ekonomik olarak oldukça işime yaradı.
Kahire’ye dair ilk izlenimim şehrin sarı ve kahverengi renk tonuna dairdi. Tarihî yapılardan yeni yapılan binalara kadar her yer sarı veya kahverengiydi.
Buna şehrin üzerine hâkim olan toz bulutu eklenince kendimi çoğu zaman ikindi vaktinde gibi hissediyordum. En önemli avantajım, gittiğim tarihte havanın çok sıcak olmaması, hatta birazcık soğuk olmasıydı. Bunaltıcı olmayan hava sayesinde oldukça rahat gezdim.
İkindi vaktine doğru indiğim için eşyalarımı eve bırakır bırakmaz daha fazla vakit kaybetmemek adına yemek yedikten sonra hemen Ezher Camii’ne, ardından Mehmed Âkif’in Kahire’de yaşadığı süreçte sıkça gittiği El-Fişavi kahvesine gittim. Fakat bu iki mekâna, El-Muiz Caddesi’ni anlatacağım diğer yazıda değineceğim.
Kahire’yi gezerken kendime dört tane rota hazırladım. İlki Kahire Kalesi’nin, İmam Şafiî’nin kabrinin bulunduğu Mukattam semti, ikincisi İslâm medeniyetinin çoğu unsurunu bir araya getiren El-Muiz caddesi ve çevresi, üçüncüsü Antik dönem eserleri ve piramitler ve dördüncüsü ise şehrin modern yüzünü yansıtan Tahrir Meydanı ve yeni Kahire. Bu yazıda Kahire Kalesi’nden başlayacağım.
Kahire Kalesi, “Kal’atü’l-Cebel”ve “Salahaddîn Eyyûbî” isimleriyle de biliniyor. Şehre hâkim olan Mukattam tepelerinde bulunan kalenin yapımına Salahaddîn Eyyûbî’nin talimatıyla 1171 yılında başlanıp 1207 yılında tamamlandı. Kale, Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın dönemine kadar ülkenin yönetildiği merkez olma görevini sürdürdü. Kahire’yi kuş bakışı izleyebileceğimiz yapı, günümüzde müze olarak kullanılıyor. Müzeye girebilmek için uluslararası dolaşıma açık banka kartınızın olması gerekiyor. Mısır’daki çoğu müzede durum bu şekilde. Bunu bildiğim için yanıma kartımı almıştım.
Kaleye girdikten sonra karşımıza Mehmed Ali Paşa Camii çıktı. İlk bakışta gözüme oldukça ihtişamlı geldi. Ayrıca Mısır’da pek örneğini görmediğimiz Osmanlı mimarisiyle yapılmış bir mabetti. Minarelerine ve kubbe yapısına baktığımızda kendimizi İstanbul’daki bir caminin önünde gibi hissettik; fakat kahverengi renginde olması, hemencecik Kahire’de olduğumuzu hatırlattı. Camiye girdiğimizde üzüleceğimiz bir manzarayla karşılaştık: İçeride halı yoktu ve ibadethaneden ziyade müze olarak kullanılıyordu. Bu can sıkıcı duruma seyahatimiz boyunca farklı camilerde de rastlayacaktık.
Camiden bahsedince kısaca banisi Mehmed Ali Paşa’ya da değinmem gerekiyor. Kavalalı lakabıyla bilinen paşa, Osmanlı döneminde Mısır valiliği yapıyordu. Mısır modernleşmesinin en önemli isimlerinden olan Kavalalı, Kahire’de insanlar tarafından saygı duyulan bir isim. Taksicilerle konuştuğumuzda kendisinin yaptırdığı eserlerden övgüyle bahsediyorlardı.
Mehmed Ali Paşa Camii’nin tam yanında Sultan en-Nâsır Muhammed Camii yer alıyor. Memlûk sultanı Kalavûn’un oğlu en-Nâsır Muhammed tarafından 1318 yılında yaptırıldı. Revaklı yapısı, zarif minaresi ve geniş avlusuyla dönemin mimarî anlayışını oldukça güzel yansıtan bu eser, cuma cami olarak inşa edildi. Zamanla zarar gören ve yıkılan kubbesi, Osmanlı döneminde yenilendi. Ziyaret ettiğimizde minaresinin ve bazı yerlerinin tadilatta olduğunu gördük. Memlûk dönemine ait bir eseri ilk defa dünya gözüyle görüyordum. Kimliğini ve yapısını anlamak için uzunca seyrettikten sonra kaleden Kahire’ye bakış attım ve İmam Şafiî’nin kabrine doğru yola koyuldum.
Arabayla yaklaşık on dakikalık mesafede olan türbeye giderken Kahire’nin bazı bölgelerinde sıkça göreceğimiz tuktuka binmeyi tercih ettik. Tuktuk hem ucuz hem de küçüktü. Düzensiz bir trafiğe sahip olan Kahire’de adeta can damarı oldu bizim için. Tuktuk sayesinde seyahatimiz boyunca arabaların giremediği sokaklardan geçerek istediğimiz yere hızlıca gidebildik. On dakika sonra İmam Şafiî’nin türbesindeydik.
820 yılında Kahire’de vefat eden İmam Şafiî, Karafe denilen bölgede defnedildi. 1211 yılına kadar üzerinde türbe bulunmayan kabir, Eyyûbîlerin fethinden sonra Salahaddîn Eyyûbî’nin emriyle bir kubbe yapılarak şehrin en önemli ziyaret noktalarından birisi haline geldi. Salahaddîn Eyyûbî’nin, İmam Şafiî için bir türbe yapılmasını emretmesinin iki sebebi bulunuyordu: İlki dört temel fıkıh mezhebinden birisinin kurucusu olmasından ötürü duyulan saygı, ikincisi ise Şiî Fâtımî devletinin hâkim ideolojisi yerine Sünnî anlayışın yaygınlaştırılmasıydı.
Türbenin içerisinde girdiğimde şaşırdığımı söylemeliyim. Zira ziyaret ettiğimiz yerlere ve Kahire’nin geneline nazaran temizdi. Oldukça bakımlı bir yapıyla karşılaştık. İmam Şafiî’nin mezarı camla çevrili olarak korunuyor. Büyük âlime Fatiha okurken bir yandan da Allah’a nasip ettiği bu ziyaret için teşekkür ediyordum. Hemen dış tarafta döneminin önemli âlimlerinden Zekeriya Ensarî’nin kabrini ziyaret ettik. Kendisi dört mezhep başta olmak üzere İslâm ilimlerinde yetkinliğiyle biliniyordu. Aynı zamanda fennî ilimlere vukûfiyeti üst düzeydi. İki mezarın dibine atılmış paraları gördük. İnsanların türbelere para atarak dilek dilediklerine burada da şahit olduk.
İmam Şafiî’nin kabrinin bulunduğu yer Karafe, yani “Ölüler Şehri” olarak biliniyordu.
Birçok mezarın bulunduğu alan adeta bir şehir haline gelmişti. Her mezarın duvarlarla çevrili olması kendimizi bir mahallede gibi hissettiriyordu. Hasan el-Benna, Zahid el-Kevserî ve Ümmü Gülsüm’ün mezarları bu bölgedeydi. Mezarlarını ziyaret etmek için Karafe’nin içlerine doğru girdikçe hem tedirginliğimiz hem de şaşkınlığımız artıyordu. Kabirlerin çevresi oldukça bakımsızdı ve çok sayıda sokak köpeği olduğu için istemsizce tedirgin olduk. Bizi şaşırtan ise mezarlıklarda insanların yaşıyor oluşuydu. Hatta her bölgenin bir muhtarı vardı ve kilitli olan mezarların anahtarları onlardaydı.
İlk olarak Zahid el-Kevserî’nin kabrini ziyaret ettik. Hemen yan tarafında yaşayan aileden rica ettik ve bize kabrin kapısını açtılar. Bu ziyaret, benim açımdan önemli bir Osmanlı âliminin kabrini görmekten daha fazla şey ifade ediyordu. Üniversiteyi Düzce’de okuduğum için Zahid Efendi’ye ayrıca muhabbet besliyordum. Zira Düzce’de çok güzel günlerim geçmişti. Abdulfettah Ebu Gudde Hoca’nın Türkiye’ye geldiğinde ilk ziyaret ettiği yerlerden birinin Düzce’deki Çalıcuma köyü olduğunu duymuştum. Bunun sebebi hocası Zahid Efendi’nin Çalıcuma köyünden olmasıydı. Bu vefa karşısında çok etkilendim ve öğrendikten sonra hemen Çalıcuma köyüne gittim. Zahid Efendi’nin ilk eğitimlerini aldığı camide Kahire’deki mezarını ziyaret edebilmek için dua ettim. Duam kabul olduğunda adeta uzun süredir görmediğim bir yakınımı ziyaret ediyor gibiydim.
Ardından hemen iki arka sokağında bulunan Şehit İmam Hasan el-Benna’nın kabrine gittim. Hasan el-Benna’nın kabrine gitmek, çocukluğuma dönmek demekti aynı zamanda. Küçük bir çocukken babamın kütüphanesini karıştırmak en çok hoşuma giden aktiviteydi. İlk o zamanlar şehidin adını duydum. Babamın kendisine hayranlık duyuyor olması, zamanla benim de hayatımı etkileyen kişiler arasında olmasını sağladı. Kabri bakımlı görünse de ismini anmak yasaktı. Zira darbe sonrası kurulan despotik rejim, İhvân’a dair ne varsa yasaklamak istiyordu. Öyle ki duvara yazılan “Şehit Hasan el-Benna’nın kabrine gider” yazısından “Hasan el-Benna” kısmı silinmişti. Yapılan bunca şeye rağmen fikirlerin ölmeyeceğini bilmiyorlardı. Zira Türkiye’den Mısır’a giden ne kadar tanıdığım varsa yolunu Şehit Hasan el-Benna’nın kabrine düşürmüştü. Allah açmış olduğu yolu bereketlendirsin diye dua ederek mezardan ayrıldık.
Karafe’nin yola yakın kısmına çıktığımızda enkazlarla karşılaştık. Birçok mezar ya yıkılmış ya da yıkılmak üzereydi. Bu bölge şehrin İslâmî kimliği açısından önemli, zira önemli âlimlerin mezarları burada bulunuyor. İlk önce bakımsızlıktan olduğunu düşünsek de bunun bilinçli yapıldığı belliydi. Bölgeden geçen yolun genişletilmesi için böyle bir karar alınmıştı. Hiçbir trafik düzeni olmayan Kahire’nin başka sorunları yokmuş gibi…
Tekrar tuktuka binerek Seyyide Nefîse türbesine gittik. Kahire’de ehli beyte ait olduğuna inanılan birçok kabir ve makam bulunuyor. Seyyide Nefîse, Seyyide Ayşe ve Seyyide Sekine’nin türbeleri şehirdeki en önemli ziyaretgâhlar arasında. Hz. Hasan’ın torunu Hasan b. Zeyd’in kızı olan Seyyide Nefîse, bilhassa tefsir ve hadis alanında yetkin bir zattı. Rivayete göre 816-817 yıllarında Kahire’ye gelerek burada yaşamaya başladı. 824 yılında vefat ettiğinde kocası tarafından Medine’ye götürülmek istense de Kahire halkının ısrarlarıyla yaşadığı eve defnedildi. Kendisi için Mısır valisi Ubeydullah b. Serî b. Hakem tarafından bir türbe yaptırıldı. Sonraki dönemlerde türbeye cami eklenerek büyük bir külliyeye dönüştürüldü.
Seyyide Nefîse’nin türbesinden ayrıldıktan sonra Seyyide Ayşe’nin türbesine doğru gittim. Tadilatta olduğu için buraya giremedim. Seyyide Ayşe’nin türbesinin sokağından girerek Seyyide Sekine’nin makamına doğru gitmeye başladım. Seyyide Sekine, Hz. Hüseyin’in kızlarından birisiydi. Şam, Kahire ve İstanbul’da makam kabirleri bulunuyor. İstanbul’da Sümbül Efendi Camii’nin avlusunda bulunan makamı daha önce ziyaret etmiştim. Şimdi Kahire’dekini ziyaret edecektim. Bir yandan kabre yürürken bir yandan da etrafı inceleme fırsatı buluyordum. Mukattam semti Kahire’nin fakir kesiminin yaşadığı yerdi. Şehrin bu yüzünü görmeden seyahatinizin yarım kalacağını söyleyebilirim. Seyyide Sekine’nin türbesine vardıktan sonra buranın da zamanla diğerleri gibi külliyeye dönüştürüldüğünü gördüm. Bu üç külliyenin oldukça bakımlı ve temiz olması dikkate değer bir detaydı. Kahire’de bu kadar temiz olan çok az sayıda yapı gördüm.
Seyyide Sekine’nin makamına çok yakın bir yerde tarihin görebileceği en ilginç kadınlardan birisi olan Sultan Şecerüddür’ün türbesi bulunuyor. Bazı tarihçilere göre Memlûklerin kurucusu olan Şecerüddür, Eyyûbî Sultanı el-Melikü’s-Sâlih’in eşiydi. Haçlıların saldırısı esnasında ağır hastalıklarla mücadele etmesine rağmen savaş meydanına gelen Sâlih, bu süreçte vefat edince ordunun dağılmaması için ölümü Şecerüddür tarafından gizlendi. Sâlih’in oğlu Turan Şah gelene kadar gizlenen haber zamanla ayyuka çıktı.
Haçlılar bu haber üzerine saldırmaya başladı ve Turan Şah’ın kesin zaferiyle yenilgiye uğradı. Haçlıların püskürtülmesinin ardından kendisiyle yeterince ilgilenilmediğini düşünen Şecerüddür, kendisiyle aynı soydan gelen Bahrî Memlûk emirlerinin Turan Şah’a karşı başlattığı ayaklanmaya destek verdi. Baybars el-Bundukdarî’nin, Turan Şah’ı öldürmesiyle Memlûk devletinin temeli atıldı ve Şecerüddür sultan olarak seçildi.
Farklı bir mimarî yapıya sahip olan Şecerüddür’ün türbesine iki kere gitmeme rağmen bir türlü açık olduğunu göremedim. Çevredeki esnafa sorduğumda genelde açılmadığını fakat az ileride bir merkezde anahtarının olduğunu söylediler. Memlûklere dair yaptığım ilk okumalarda kendisinin bir kadın olarak yaptıkları beni oldukça şaşırttığı için türbesine giremesem de dışarıdan görmek dahi yetti.
Şecerüddür’ün türbesinden yürüyerek Tolunoğulları Camii’ne giderken üzerinde Kâbe resmi olan bir eve denk geldim. Bu beni oldukça heyecanlandırdı. Zira bunun bir örneğini yardım faaliyetleri için Suriye’ye gittiğimde İdlib’te de görmüştüm.
- Hacc’a giden kişilerin evlerine Kâbe resmi çizilerek “Bu evde ihtiram edilmesi gereken bir Allah misafiri var.” mesajı veriliyordu.
Evin sahibinden fotoğraf çekmek için izin istedim. Kendisi güler yüzlü bir teyzeydi. “Tabii ki çekebilirsin.” dedi. Sanırım Mısırlı olmadığımı konuşmamdan anlamıştı. Arapça’yı fasih şekilde konuştuğum için ilk duyanlarda bir gong etkisi yapsa da sonradan alışıyorlardı. Zamanla ben de Mısır lehçesine alışmaya başladım. Artık c yerine g, yesâr yerine şimâl, cisr yerine kobrî diyordum. Ayrıca Mısır lehçesinde Türkçede olan birçok kelime mevcuttu. Köprüye kobrî, paşaya bâşâ diyorlardı. Teyzeye teşekkür edip yoluma devam ettim.
Tolunoğulları Camii’ni görür görmez çok etkilendim. Zira oldukça ihtişamlı olan bu yapıda kullanılan tek malzeme tuğlaydı. Tuğla ile harikulade bir mabet yapmışlardı. İçeriye girdiğimde burasının da müze mantığıyla yönetildiğini gördüm. Kapıda duran görevliler, Türkiye’den geldiğimi öğrenince kolayca kapıdan geçirdiler. Yine müthiş bir eserle karşı karşıyaydım.
Devasa büyüklüğe sahip olan caminin süslemeleri oldukça dikkat çekiciydi. Avlusunda bulunan şadırvanın kubbesinin sıvaları yer yer dökülmüş olsa da güzelliğinden bir şey eksiltmemişti. Camiyi üç noktadan incelemek mümkün. İlk nokta namazın kılındığı alan. Burada detaylarına kadar inceleme fırsatı buldum. İkinci alan caminin çatı kısmı. Küçük ve zarif kubbesini çatıya çıkarak görebildim. Ayrıca burası camiye hâkim bir yerdi. Üçüncü nokta ise minaresiydi. Merdivenlerinden minaresine çıktığımızda havanın ne kadar değiştiğini hissettik. Rüzgâr kuvvetli bir şekilde esiyordu. Minareden sadece camiyi değil, tüm Mukattam semtini inceleme fırsatım oldu. Salahaddîn Kalesi, Mehmed Ali Paşa Camii, semtin arka sokakları çok net bir biçimde görülüyordu. Kahire hakkında fikir sahibi olmam da kaledeki ve bu minaredeki bakış önemliydi.
Bu harikulade mabet, Abbâsîler döneminde Mısır’a vali olarak tayin edilen, sonrasında halifenin eyaletler üzerindeki etkinliği azalınca devlet kuran Ahmed b. Tolun tarafından ulu cami olarak yaptırıldı.
Tolunoğulları Camii, günümüzde Mısır’da esas biçimini özgün olarak yansıtan en eski cami olarak biliniyor.
Tolunoğulları Camii’ne iki kere gitme fırsatım oldu. İkisinde de farklı açılardan fotoğraflar çektim. Birçok detaya sahip olan yapıyı saatlerce detaylı olarak incelemek gerekiyor. Avlusundaki sükûnet ise paha biçilemez.
Tolunoğulları Camii ile ilk gün rotamı tamamlamıştım. Mukattam semti ve çevresinde genel olarak keşmekeşin, renkliliğin ve tenakuzun hâkim olduğunu söyleyebilirim. Seyyide Ayşe Camii çevresinde kurulan pazar ve hiç bitmeyen trafik keşmekeşi, sokaklardaki farklı insanlar, medeniyetler ve yapılar rengarenkliği, bazı bölgelerin (Karafe) ölüm sessizliğine sahipken bazı bölgelerin insan akınına uğruyor olması ise tenakuzu temsil ediyor.
Bereketli bir gün nihayete ererken takside eve giderken diğer gün gideceğim yerleri kafamda planlıyor bir yandan da Ümmü Gülsüm’ün “Ala Balad el-Mahboob” şarkısını mırıldanıyordum.
Fotoğraflar: Burak Çetik