İsrail devletini eleştirmek antisemitizm midir?
“Müslümanlar Filistinliler ile dayanışma içindeyse, Müslüman oldukları içindir. Bu dinler arası bir savaştır.” sözünü sık sık duyarız. İsrail-Filistin çatışması dinî mi yoksa siyasî bir mesele mi? Neden ‘antisemitizm’ argümanı bu kadar çok kullanılıyor ve Avrupa’daki kamuoyu tartışmalarında Müslümanların üstlenecekleri rol ne olmalıdır?
Çeviri: Firdevs Yiğit
İsrail’i eleştirdiğimizde, süratle antisemit olmakla mı suçlanırız?
Herkes bu şekilde tepki vermez, genelleme yapmaktan kaçınmalıyız. Yahudi inancına sahip kişiler, aydınlar yahut paydaşlar arasında, bu ayrımların sınırlarının çizilmesi konusunda oldukça net duruş sahibi olanlar var.
Öte yandan, geri kalanlar aslında İsrail devletinin kaderini Yahudiliğinkiyle eşitlemek istiyor. İsrail devletinin politikasını eleştiren biri antisemitizm ve hatta gizli antisemitizm ile suçlanıyor, sanki ırkçı ve antisemitik bir konumlanmayı gizlemek adına siyasî eleştiriyi kullanıyormuşuz gibi. Bu alaşımı üretenler ne yaptıklarının gayet farkındalar, bu politik ve ideolojik bir kurgu. Amaçları dinî veya kültürel idiyet adına siyasî eleştiriyi yasaklamak.
İsrail-Filistin çatışması siyasî mi yoksa dinî (din temelli) mi?
Siyasîdir, ancak dinî bağlamları elbette vardır. Bunun karşısında iki tutum tamamen ters etki yaratır. İlki çatışmayı yalnızca dindarlara indirgemek. Bu büyük bir hata, zira dinî grupların çatışmanın merkezine çekilmesi anlamına geliyor. İkinci yanılgıysa dinî boyutları dikkate almaksızın yalnızca siyasî bir çatışma olarak değerlendirmek.
Ayrıca yıllardır yaptığım konuşmalarda Filistin meselesine dinî, insanî ve siyasî olmak üzere üç farklı açıdan yaklaşılması gerektiğini hep söyledim.
İlk olarak, üç büyük tek tanrılı din konunun doğrudan muhatabıdır: Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm. Bu dinlerin temsilcileri veya aydınları aracılığıyla, Kudüs’ün kutsal alanlarının ve bir arada yaşama kıstaslarının açıkça belirlenmesi gerektiğine inanıyorum. Müslüman bir bakış açısına göre, Yahudilerin kutsal olarak kabul ettiği alanlarda bulunma hakkını tanımama tavrının kesinlikle kabul edilemez olduğunu söylüyorum, zira bu gerçekten de antisemitizm demek olurdu. Yahudilerin kutsal alanlarına girebilmelerinin meşruiyetini kabul etmeliyiz, keza Hristiyanlar ve Müslümanlar için de aynı şekilde. Bu nedenle, kutsal alanlara erişim ve dinî uygulamaların yasallığı ve eşitliği hususunda dinî bir tutum geliştirmek gereklidir.
Dahası hahamlar iki sene önce Roma’ya davet edildiklerinde, Papa’nın eski meclis üyesi olan kilise temsilcisi George Cottier’e bizzat şunu söyledim:
Filistin meselesinde Hristiyan kanadın kesinlikle daha fazla aşikâr olması gerekiyor, çünkü Hristiyanların sesi ne kadar çok duyulursa paradoksal biçimde Yahudilik ve İslâm arasındaki karşıtlık o derece azalıyor.
Bu elbette bir tuzaktı! Gerçekten de Hristiyanların kendilerini ifade etmelerini istedim, sonuçta çok sayıda Filistinli Hristiyan var.
Aslında her birimiz, Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar olarak kesin bir şekilde kutsal alanlara girebilmek adına üç dinin de meşruiyetini tanıyan ortak bir söz ortaya koymak zorundayız. Birlikte yaşamanın kaçınılmaz olduğunu ve geleceğin birlikte yaşamakla mümkün olacağı gerçeğini kabul etmeliyiz. Bu bazı aşırılık yanlıları için, Hristiyanlar, Yahudiler veya Müslümanlar konuya ilişkin net açıklamalar yapmadıklarından, göz ardı edilemeyecek dinî bir yöndür. Bu nedenle, eşitliği açıkça vurgulayan uhrevî bir söz kesinlikle gereklidir.
- İkinci konu ise insanî yardım ve dayanışma meselesidir. Filistin halkının insanî dayanışma açısından ihtiyaçları var ama Filistin meselesi insanî bir mesele değildir. Filistinlilerin, dünyanın dört bir yanındaki insanların hayırseverliğine bağlı mağdurlar haline gelmesini reddetmemiz gerekiyor.
İnsanî ve dinî boyutlar, üzerinde radikal pozisyonlar almamızı gerektiren son derece önemli iki boyuttur. Bunları gözden kaçırmadan üçüncü ve asıl boyuta geçiş yapmalıyız. Yani merkezî meselemiz olan siyasî boyuta.
Din yokmuş gibi davranırsak, din ihmal edildiği yerden içeri sızacaktır. Öte yandan bu sorun üzerinde net bir tavır alırsak, ancak o zaman sömürgeleştirme, otorite, iktidar, siyasî ve sosyal eşitlik gibi merkezî siyasî meselelere odaklanabiliriz.
Kimileri antisiyonizmin, antisemitizmin bir replikası olduğunu iddia ediyor. İki tabiri birbirinden nasıl ayırırsınız?
- Antisemitizm, Yahudileri sadece Yahudi olmaları hasebiyle bir reddedişe sevk eden ve yaftalamaktan ibaret olan bir ırkçılık biçimidir. İnsanın özüne dokunan türden bir ırkçılık bu.
- Antisiyonizm ise aksine, bir proje ve politik ideoloji karşısında alınan eleştirel bir tutumdur. Siyonist siyasî projeye göre, kendisine ait olmayan bir toprakta devlet kurulabilir. Fakat dinî-tarihsel gerçekliğin bir okumasına göre ise, ona ait olmanın ötesinde bu ilahî bir haktır da.
Dolayısıyla bu, dinî metinlerin bütünüyle ideolojik-siyasî bir okunuşudur ve bu okuma, Yahudilerin bir devlet hakkına sahip olduğu kanaatini pekiştirir ve böylelikle İsrail Devleti’nin Yahudi kimliğini de vurgular. Buradan yola çıkarak Siyonist ideoloji, sömürgeleştirmenin söz konusu olmadığını, çünkü zaten bu topraklarda en başından itibaren özel mülkiyet hakkına sahip olduğunu iddia ediyor. Bu nedenle Siyonizmi eleştirmek, bu açık siyasî projenin eleştirisi anlamına gelir; kimi zaman laik kimi zamansa dindar.
Sırası gelmişken, İsrail’in bir Yahudi devleti olarak meşruiyeti hakkındaki düşünceleriniz neler? Modern bir devlet olarak adlandırılan bir devletin dini olabilir mi? Bu, İsrailli Arapları ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürmez mi?
Sorunuzda birden çok unsur var. Tarihsel olarak İsrail devletini tanımalı mıyız, evet, bu devletin bir tanınırlığı var. Tarihsel meşruiyeti ise düşünülüp tartışılmaya açık, neticede bir sömürgeleştirme projesiydi. Tıpkı herhangi bir kolonizasyon projesi gibi tarihsel eleştiriye tabi tutulmalıdır. Korkarım ki bunu yapmaktan vazgeçmeyeceğim.
O halde, tarihsel meşruiyet eleştirisini yaptıktan ve bu devletin günümüz tarihindeki mevcudiyetini kabul ettikten sonra, bugünkü durumunu iyi analiz etmemiz gerekiyor. Demokratik ve laik bir devlet olarak takdim ediliyor ama (esasen) söylediği üç şey var:
Hepsinden önce laiklik iddiası olan bir devlet, lakin oldukça güçlü dinî eğilimler tarafından yönetiliyor. Dindar partiler, son derece muhafazakar partiler ve aşırılık yanlısı partiler ülkenin siyasal yöneliminde kesinlikle başat bir rol oynamakta.
İkinci olarak, Nelson Mandela’nın haklı nedenlerle ifade ettiği gibi, bir devletin ne derece demokratik olduğu, o devletin kendilerini azınlık olarak nitelendirenlere nasıl davrandığı ile ölçülür. Fakat bugün İsrail Devleti’nin Yahudi kimliği, Rusya ya da Afrika’dan gelen kadın ve/veya erkeklerin sırf Yahudi olma niteliği sayesinde İsrail vatandaşlığı kazanma hakkına sahip oldukları anlamına geliyor ve dahası, Afrika’dan gelen insanlar söz konusu olduğunda –ten renkleri de çok siyahsa- yeniden bir devşirmeye tabi tutulmaları gerekiyor.
Ancak öte yandan, bu ülkenin topraklarında doğmuş olmalarına rağmen, İsrail vatandaşlığı elde etmekte zorlanan Hristiyan Arap yahut Müslüman kadın ve erkekler var. Üstelik bunları alsalar dahi, çocukları otomatik olarak bu vatandaşlık hakkına sahip olamıyor. Çağdaş ve modern demokratik bir devlet için bu gerçek bir sorun, zira vatandaşlık ve idiyete dair tam bir ayrımcılık anlamına gelir. Ayrıca eşitlik, demokrasi ve demokratik şeffaflık ilkeleri adına da, Arap kökenli Hristiyan veya Müslüman İsrail vatandaşlarının, ya da onların deyişiyle ‘İsrailli Arapların’ ikinci sınıf vatandaş konumunda olmaları gerçeğini eleştirmek gerekmektedir.
Değinilmesi gereken üçüncü bir husus, ulus-devlet boyutunda demokratik bir devlet için tanımlanmış sınırlarının olmayışıdır. İsrail’in yayılmacılığı adına belirlenmiş yasal bir çerçeve, meşru zemin veya coğrafi bir sınır bulunmamakta. Bu nedenle, kesin bir anayasası olmayan, belirli coğrafi sınırlara sahip olmayan bir bölgenin genişletilmesi ancak yerleşimlerde uygulanan oldubitti politikalarıyla ya da işgal altındaki topraklarda isimleri telaffuz dahi edilmeyen “koloniler” tarafından mümkün hale gelir.
Yahudi karşıtı ırkçılık yükselişte mi?
Her hâlükârda bugün Avrupa ve Batı’daki ırkçı davranış ve tutumların, kimlik politikaları ve mağduriyetlerin artışı aşikârdır. Irkçılığın birtakım ifadelerinde ciddi bir yükseliş var. Bilmenizi isterim ki, özellikle Avrupa Birliği’ne entegre olan yeni ülkelerin varlığından bu yana, Avrupa’da ırkçılıktan en çok etkilenen halklar ne Müslüman ne de Yahudiler. Bu ırkçılığa en çok Romanlar, evsizler ve ‘gezginler’ maruz kalıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde de Latinler ve Hintlilere yönelik benzer fenomenler söz konusu.
Küreselleşme çağında aslında daha da ırkçı ifadeler üreten kimlik reflekslerinin yükselişine tanık oluyoruz ve -bunun istisnasız olduğunu düşünürsek- zorunlu olarak potansiyel halindeki antisemitizmde gerçekten bir artış var. Ama artsa da artmasa da, gerçek şu ki, antisemitizm hala var ve her türlü ırkçılık, hiyerarşi ve tarihsel araçsallaştırma olmaksızın kınanmalıdır. Avrupa’da fiilen yok edilen Yahudilerin çektiği zulmü görmezden gelmemeli, acılarını olduğu gibi kabul etmeliyiz.
Medya antisemitizm konusunu abartıyor mu?
Son yıllarda Fransa Cumhurbaşkanı’nın (Nicolas Sarkozy) müdahalesi ile ulusal drama dönüştürülen durumlara tanık olduk ve sonradan anladık ki bir dümen döndüğü çok açık. Bıçaklandığı iddia edilen hahamın ya da trende saldırıya uğradığını söyleyen genç kızın hikâyesini düşünüyorum, bunlar kesinlikle kabul edilemez sahnelerdi.
Ve gerçekten de bunun etrafındaki öfke halkası gittikçe genişliyor. Tüm siyasî partilerin bu konudaki hassasiyet düzeyi son derece endişe verici.
Öyle ki, bir şüphe tohumu atıldığında, o şüphenin gerçekliği üzerine inancımızı süratle pekiştiririz. Bu durum diğer ırkçılık biçimlerinden ziyade antisemitizmden bahsederken medyada yer almanın ve siyasî tepkiselliğin çok daha önde olduğu izlenimini vermektedir.
Ancak geçmişten günümüze ulaşan hassasiyeti anlayabildiğimiz kadar, ırkçılık biçimlerinin hiyerarşikleştirilmesini de reddetmemiz gerekiyor. Bazılarının İsrail politikalarının eleştirilmesini önlemek adına antisemitizm eylemlerini kullanıyor oluşunu ve hatta kimi entelektüellerin İsrail meselesindeki sahtekârlığını da tabi ki.
Kimileri, yirminci yüzyılın başlarında Yahudi halkının damgalanması ile günümüz Avrupa’sındaki Arap-Müslüman halkın yarattığı algı arasında bir benzerlik buluyor. Örneğin Esther Benbassa “Azınlıklar Karşısında Cumhuriyet” isimli kitabında tam olarak bundan bahsediyor.
Yirminci yüzyılın başlarında Yahudiler hakkında yapılan konuşmalar ile bugün Müslümanlar hakkında duyduklarımız arasında oldukça rahatsız edici paralellikler var. Dört noktada ele alınabilir bu.
İlk olarak ‘çifte sadakatleri var’ dediğimizde benzerlik başlıyor. Ne demek bu? ‘Bizimle birlikteler, ama pek de öyle değil, zira ümmetle, Müslüman toplum ile de beraberler’. Müslümanlar için beşinci kol (çn. Bir ülkede gizli olarak düşman için faaliyet yürüten örgüt) faaliyeti icra eden hainler iması yapılıyor.
İkinci olarak ‘çifte söylem’ var. Çifte söylemleri olduğu iddiasıyla Müslümanlara güvenmenin imkansızlığına dair sayısız metin kaleme alındı; Müslümanlar düşünmediklerini söylerler ve düşüncelerini gizlerler. Bugün itham edildiğimiz şey bu ve bunu bilecek bir konumdayım, ama elbette yalnız değilim. Aslında, tartışılan bir düşünce karşısında öne sürecek bir iddianız yoksa bunun muhatabınızın gerçek düşüncesi olmadığını söylemeniz yeterlidir. O dakikadan itibaren diyaloğu sürdürmenin bir imkânı yoktur.
Üçüncü nokta uluslararası alanda yer buluyor. Dün Nazilerin Yahudilere tatbik ettiği retoriği bugün Müslümanlara karşı kullanılıyor. Yani çifte sadakatleri olduğu ve tüm dünya ile bağlantılı uluslararası bir yapılanmanın içinde oldukları söyleniyor.
Son olarak bir ‘karikatür’ var. Bu Müslüman, Arap ve hatta Asyalı cemaatlerin karikatürünü incelediğinizde, 1930’larda ya da 40’larda karikatürize edilen Yahudiler ile oldukça çarpıcı benzerlikler görürsünüz. Esther Benbassa’ya katılıyorum; tarih tekerrürden ibaret.
- Fakat tüm benzerliklere rağmen tek bir fark var; 20. yüzyılda Yahudi nüfusu sayıca az ve fakat nüfuz olarak çok güçlü görülüyorken, Müslümanlar politik ve ekonomik açıdan zayıf, ancak sayıca son derece kalabalık olarak kabul ediliyor.
İsrail’in kurban kimliğini alması önemli mi?
‘Duygusal Politika ya da İsrail Sendromunun Küreselleşmesi’ isimli bir metin kaleme almıştım. Zorba, kendini kurban olarak sunar. İsrail, Gazze’yi sömürgeleştirebilmek ve vurabilmek için “biz roket mağduruyuz” demişti. Bu sayede Filistinliler muktedir taraf olacaktı! İsrail bölgesel bir süper güç iken, etrafındakilerin kurbanına dönüşüyor! Bir üstün güce karşı düşmanca bir ortam, o gücün bir kurbana dönüşmesine izin verir; mağduriyet duygusu işte böyledir.
Batılı ülkelerde, Yahudilere karşı iki savaş arası dönemin nefret dolu ortamını, Müslümanların varlığı ile ilişkilendirebiliyoruz.
İsrail’in varlığını ve politikalarını haklı çıkarmak adına sıklıkla Yahudi soykırımı zikredilir. Bu geçerli bir argüman mı?
Siyaseten bir toprağı çalmayı amaçlayan bir işgal projesini yasal olarak, hiç tartışmasız, tarihî bir acının üzerine inşa edemeyiz; bu meşru olamaz. Soykırımın, acı çekmenin, yağmalamanın ve sömürgeleştirmenin meşruluğu düşüncesi Avrupa’nın meselesidir. Yalnızca gayrimeşru değil, aynı zamanda etik dışıdır, ahlaksızlıktır.
Üstelik İsrail ordusu "dünyanın en ahlaklı ordusu" olarak lanse ediliyordu ama Goldstone Raporu ve Uluslararası Af Örgütü “düşük yoğunluklu işkence” uygulamasını kınayarak bunu yıktılar. Etik olarak kabul edilemez uygulamalar ile karşı karşıyayız. Kurbanın hiçbir tarihsel acısı, cellat olan soyundan gelen sapkınlıkları haklı çıkarmaya izin veremez, bu mümkün değil.
Jean Bricmont’nun, bir takım Batılı aydınların henüz doğmadan evvel işlenmiş suçlar karşısında vicdan azabı çektikleri, fakat bugün işlenen suçlara karşı herhangi bir şekilde suçluluk hissetmedikleri düşüncesine katılıyor musunuz?
Tamamen katılıyorum. İsrail’i destekleyenlerin sahip olduğu entelektüel güç ve İsrail’i kurbana dönüştüren siyasî güç konularını gerçekten kafa kafaya verip çözüme kavuşturmamız gerekiyor. Sanki bu mağduriyet ona tüm ahlakî yetkiyi vermiş gibi görünüyor. Bu hususta ciddi bir eleştirel tutuma ihtiyacımız var.
Avrupa’daki Müslüman topluluk ile temas halindesiniz. İsrail-Filistin çatışmasına bütünüyle vakıf olduklarını düşünüyor musunuz? Kamuoyu tartışmalarında bir yer bulabiliyorlar mı yoksa mazlum olarak kalmayı mı yeğliyorlar?
Bu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Her şeyden önce, Batı yahut Avrupa’daki Müslüman toplumun Filistin meselesine ilişkin idraki her zaman çok net değildir. Esasen birkaç durum var. İlki duygusaldır ve aynı zamanda tam olarak kurbanın söylemi ile örtüşür: ‘Arapları ya da İslâm’ı sevmiyoruz’. Öyleyse kesinlikle başlıca dini ve geri kalanı politik olan konumlara sahipsiniz demektir.
Bir diğer sorun ise, İsrail politikasına karşı gerçek bir direniş olmasına karşın çözüm noktasında söyleyecek bir sözün olmayışı. Tam olarak ne istiyoruz, bu çok önemli çünkü mevcut siyasete karşı bir direniş sergileyecekseniz alternatif unsurlar sunabilmeniz gerekir. Genel etik düşünceye katkıda bulunmadan, yalnızca siyasî bir projeye karşı tavır alınamaz.
Kamusal tartışmalarda Müslümanların rolü söz konusu olduğunda, beni temel olarak ilgilendiren şey bu nüfusun, ister yeni Avrupa vatandaşı isterse Amerikan vatandaşı olsun, vatandaşlık ilişkilerine göre pozisyon almaları. “Müslüman olarak bir konum sahibi olacağım” tuzağına düşmemelidirler. Eğer ve ancak tüm çatışmayı -benim de başa çıkmaya çalıştığım- yukarıda özetlediğim üç eksene göre çözmeyi başardıkları takdirde bu tartışmalarda bir yer bulabilirler. “İnsanî ve dinî konumum budur, şimdi bir vatandaş olarak siyasî sorunu ele alalım” diyerek mesela.
Maalesef çoğu zaman böyle olmaz. Müslüman inancın yeni vatandaşlarının bölgenin akıbeti için ne istediğine dair bir vizyon geliştirmeleri gerekiyor. Zannımca bir olgunluk çağı yaşanmalıdır.
Müslümanlar, Filistinlilerden yana tavır aldıklarında sol-İslâmcılık (ç.n İslamogoşist; solcular ve İslâmcılar arasında, siyasette kurulan ittifaka aşırı sağcılar tarafından verilen ad) ile yaftalanıyorlar. Bu onları, evrenselci denebilecek bir siyasî söyleme sahip olamayacak kadar aciz görmek anlamına gelmiyor mu?
Kesinlikle öyle. Bu zihniyete göre, ABD yahut İsrail karşısında kritik bir konuma sahip olduğumuz andan itibaren Amerikan-Siyonist eksene karşı solun safındayızdır. Artık kişi ya “anakronik solcu” ya da “tescilli İslâmcı”dır. Dahası rakibinizi bu şekilde nitelendirdiğinizde, onu politik radikalizmin içine, evrenselci söylemin meşruiyetsizliğine hapsedersiniz.
Bu, başkalarının silahlarla yaptıklarını kelimeler ile yapan, entelektüel direnişinizi meşrulaştırmayı amaçlayan gerçek bir politik oyundur. Bu nedenle yapısöküme uğratmak gerekir.
Şayet bugün neden entelektüel camia içinde yer aldığımı betimlemem gerekirse, çok acıtan bu soruna temas ettiğim içindir. Kendimi kesinlikle hapsetmekten söz etmeyen bir konuşmada konumlandırıyorum.
Sözünü ettiğimiz Müslüman topluluklara uluslararası dayanışmada daha önemli bir rol oynamaları için ne tavsiye edersiniz?
Öncelikli husus, bu Müslümanların evlerinde olduklarını anlamaktır. Bu nedenle yalnızca vatandaşlık haklarına sahip olmakla kalmayıp düşünsel, sosyal ve politik anlamda katkıda bulunmakla da vazifelidirler.
- Sadece sokaklardaki mitingler ile yeryüzünün mazlumlarını destekleyemeyiz. Entelektüel bir bilincin doğru gelişimi uluslararası meselelerin anlaşılması, gerçek bir tarihsel hafıza ve hakikî bir idrak ile mümkündür.
İkinci bir husus ise, kendini asla bir mağdur olarak değil, hikayesinden sorumlu bir özne olarak konumlandırabilmektir. Tabi olduğumuz bir hikayede değil bizzat bizim tarafımızdan kurgulanan bir hikayede yer alıyoruz. Bizler muhacirler değil, varisleriz ki bu bir zenginlik ve güç anlamına gelir. Baskıcı bir toplumsal ayrımcılık sisteminin kurbanı değil, onun düzeltilmesinin ve reformunun aracılarıyız. Hemen her alanda yer almanız ve etkin bir şekilde var olmanız gerekiyor.
Son olarak üçüncü husus, Güney Amerikalı direnişçilerin yanında olduğumuz kadar Afrika direnişçilerinin de yanında olmak; Asya kıyılarından gelip Batı’da suçlu olarak damgalananların tarafında, Avrupa’da hiçbir kaydı bulunmayan göçmenlerin de tüm mücadelelerinin bir parçası olmaktır. Ezilenlerin yanında, ahlaki sorumluluğa ve bana kalırsa Müslümanca bir vicdana sahip olmamız gerekiyor. Fakat (elbette) Hristiyan, Yahudi, Budist, hümanist, ateist yahut başka bir bilinç için de aynısı geçerlidir.
Zulmün kökeni yoktur. Mazlumun dini ve menşei yoktur. Zulme uğrayanın tek bir statüsü vardır, o da mazlumluktur. Buna karşı tek bir tavrımız olmalı; direnişi desteklemek.
***
Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:
-Tarık Ramazan ve Alain Gresh, Tartışılan İslâm, Paris, 2000.
-Esther Benbassa, Dün Yahudiler, Bugün Müslümanlar; Cumhuriyet Azınlıklarıyla Yüzleşiyor, Bin Bir Gece-Fayard, Paris, 2004.
-Norman Finkelstein, Holokost Endüstrisi, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2011.