Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu'na sorduk: Rusya'daki Müslümanlar ne kadar özgür?
Sovyetler Birliği’nin hızlı dağılma süreci Türkiye’de de beklenmedik bir durum oluşturmuş, birliğin ilgası ile beraber soy ve din bağımız olan yeni, bağımsız ulus devletler ortaya çıkmıştı. Eskiden beri Rusya’nın himayesi altında bulunan Müslüman coğrafyalardaki bazı özerk cumhuriyetlerden de bağımsızlık talepleri yükselmiş, bazıları kanla, bazıları ise diplomatik yolla bastırılmıştı. Bugün karşımızda artık 1990’ların Rusyası yok. Eski gücüne kavuşma çabasında olan ve son dönemlerde Türkiye olarak da sık sık dirsek temasında bulunduğumuz 145 milyonluk nüfusuyla artık büyük bir ülke var karşımızda. Nüfusunun %10’nun Müslümanlardan oluştuğu Rusya Federasyonu sınırları içerisinde farklı dinlere mensup olan Türksoylu halklar da yaşamakta. Sayısını tam olarak ortaya çıkarmak çok zor olsa da bunun genel nüfusa oranının %8-9 civarında olduğu belirtiliyor. Tarihi olarak bu bölgelerde yaşayan Türklerle beraber, Orta Asya’dan ve Kafkasya’dan çalışma için Rusya’ya göç etmiş milyonlarca insanın olduğu da bir gerçek. Maalesef, biz dil sorunundan dolayı Rusya’nın Müslüman coğrafyası ile din ve kültür bağlamında uzun yıllardır sağlam bir iletişim kurmakta zorlanıyoruz. Bölgeyle ilgili akademik çalışmalarımız bile bu yüzden Batılıların yazdıkları ile şekilleniyor. Lakin, son dönemlere bu dil engelini aşmış ve bölgeyle birebir bağlantı kuran, Rus arşivlerini derinlemesine inceleyip çalışmalarıyla bize ışık tutan ilim adamlarımızın ortaya çıkması da bu anlamda bize bir umut veriyor. Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu genç olmasına rağmen yerinde kaynak çalışmalarıyla hem Rus-Türk ilişkilerinin tarihine yönelik, hem de Rusya’nın güncel durumuyla ilgili yazdığı 50’ye yakın akademik eserlerle ve çevirilerle bu anlamda ciddi bir boşluğu dolduruyor. Rusya’da doğmuş ve kendisi de bir Tatar Türkü olan Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu ile Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki odasında konuşma fırsatımız oldu. Sovyetler sonrası Rusya’daki Müslümanların güncel durumunu konuştuğumuz röportajın sizler için de faydalı olacağını düşünüyoruz:
1991’de Sovyetler dağıldığı sırada SSCB’nin kurucu unsurları arasında olan Azerbaycan ve diğer Orta Asya Türk cumhuriyetleri dışında Rusya’nın içinde Türk toplulukların olduğu otonom cumhuriyetler de vardı. O dönemde bu otonom cumhuriyetlerde bağımsızlık talepleri oldu mu? Veya karışık ortamı fırsat bilip merkezi hükumetten ne gibi taleplerde bulundular?
Sizin de belirttiğiniz gibi Sovyetler Birliği, Rusya Federasyonu’nun da yer aldığı toplam 15 cumhuriyetten oluşuyordu. Sovyetler Birliği dağılınca bu cumhuriyetler sırayla bağımsızlıklarını ilan ettiler. Diğer taraftan bu cumhuriyetlerin bazılarının içinde özerk bölgeler de vardı. Bunlar sadece Rusya Federasyonu içinde değil, diğer cumhuriyetlerde de vardı. Örneğin Özbekistan’ın içindeki Karakalpakistan gibi. Dolayısıyla Rusya Federasyonu sınırları içinde de hem İdil-Ural, hem Sibirya, hem de Kuzey Kafkasya bölgelerinde özerk cumhuriyetler mevcut idi. Zaten şu anda da Rusya 22’si özerk cumhuriyet olmak üzere 85 idari bölgeden oluşmaktadır. Bu özerk cumhuriyetlerin bir kısmı da Türk kökenlidir. 1991’de Sovyetlerin dağılma sürecinde özerk cumhuriyetlerin bir kısmı da bağımsızlık taleplerinde bulundular. Ama bu özerk cumhuriyetler Sovyetlerin kurucu unsurları olmadıkları için bunlara bağımsızlık şansı tanınmadı. Bu tip bağımsızlık talebi 1991’de Çeçenistan’dan geldi ve Çeçenistan’daki savaş uzun yıllar Rusya’nın gündemini meşgul etti.
Bağımsızlık isteyen diğer özerk cumhuriyet Tataristan idi. Lakin, Tataristan bu sorunu diplomatik yolla çözme yoluna giderek Moskova ile bir takım pazarlıklar yaptı. Bu pazarlıklar sonucunda taraflar anlaşmaya vardılar. Tataristan gibi diğer özerk cumhuriyetlerin de Moskova ile yetkileri paylaşma konusunda pazarlıklar yapıp anlaşma sağladıklarını biliyoruz. Tabi, bu görüşmelerde özerk cumhuriyetler, merkezi hükûmetten içeride bağımsız bir politika izleme, kendi devlet başkanlarını ve meclislerini seçme, kendi anayasalarını oluşturma veya bölgesel dillerin resmi ana dil ilan edilmesi gibi bir takım haklar elde ettiler. Rusya’da o dönem Boris Yeltsin iktidardaydı. O dönem Rusya’nın siyasi ve ekonomik açıdan çok karmaşık olması ve Yeltsin’in de demokratik kimliğe sahip olmasından dolayı olmalı ki, Rusya Federasyonu’nu oluşturan cumhuriyetlere geniş haklar tanındı.
Yeltsin’in özerk cumhuriyetlere yönelik bakışını özetleyecek şu meşhur ifadesini Rus medyası sık sık gündeme getirir: «Alabileceğiniz kadar özgürlük alın». Cumhuriyetler bundan istifade ederek imkanları nispetinde bu hakları almış oldular. İmkan derken, burada cumhuriyetlerin ekonomik olarak güçlerinden bahsediyorum. Yani, daha güçlü olan daha fazla hak elde etti, daha zayıf olan sınırlı haklarla yetindi.
2004 yılında Putin, "dikey iktidar” olarak tanımladığı yönetim tarzıyla Rusya’yı yedi bölgeye ayırdı ve başlarına da kendi temsilcilerini atamıştı. Ayrıca Rusya Federasyonu’na bağlı özerk cumhuriyetlerin başkanları ve bölge valileri seçimle değil, Devlet Başkanı, yani kendisi tarafından belirlenecekti. Şuan baktığımızda bu kararın genel anlamda nasıl bir etkisi oldu ve bu özerk cumhuriyetler bundan nasıl etkilendi?
Vladimir Putin’in iktidara geldiği yıllarda uluslararası piyasada enerji kaynaklarının fiyatlarının arttığını görüyoruz. Bunu Putin için bir şans olarak da sayabiliriz. Özellikle artan enerji fiyatlarına bağlı olarak Rusya kendi ekonomisini de rayına oturtmuş oldu. Yine buna bağlı, Rusya’nın iç sorunlarını çözdüğünü ve daha bağımsız bir dış politika izlemeye başladığını görüyoruz. Bu şüphesiz, merkezle cumhuriyetler arasındaki münasebetleri de doğrudan etkiledi. Putin, iktidarının ilk yıllarından başlayarak, özellikle 2004 yılından itibaren merkeziyetçi bir politika izlemeye başladı. Bu merkeziyetçi politikanın birçok ayağı vardı. 85 bölgeye ayılmış Rusya Federasyonu Putin’in kararıyla 7 bölgeye ayrıldı. Örneğin, Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan bu 7 idare bölgeden birinin içinde yer aldı. Eskiden direkt Moskova ile muhatap olan cumhuriyetlerin başkanları artık Putin tarafından atanmış federal bölge başkanlarıyla muhatap olmak zorunda kaldılar. Diğer önemli husus, devlet başkanlarının ve valilerin Kremlin tarafından atanması konusu oldu. 2004’deki karar son dönemlere kadar uygulanmaya devam etti ama çok kısa zaman önce devlet başkanlarının tekrar seçimle belirlenmesi uygulaması geri getirildi. Dolayısıyla, eski uygulamadan vazgeçildiğini görüyoruz. Ama seçimde de bu sefer farklı bir politika izlendi. Halk, Kremlin tarafından belirlenen 3-5 aday içerisinden kendi başkanını seçmektedir.
Bu konuyla ilgili önemli gelişmelerden birisi de, 2017 yılında kabul edilen yeni bir kararla Rusya Federasyonu’na bağlı cumhuriyetlerin başkanları artık devlet başkanı sıfatıyla anılmaması oldu. Bu karar Çeçenistan başkanı Ramazan Kadırov’un önerisi ile kabul edildi.
Kadırov “Rusya’da bir tane prezident (devlet başkanı) var, o da Vladimir Putin’dir. Onun dışındakiler prezident (devlet başkanı) sayılamaz” diye bir açıklamada bulundu ve Kremlin de bunu destekledi. Şu anda Tataristan dışında diğer cumhuriyetler bunu kabul ettiler. Tataristan lideri hala devlet başkanı unvanını kullanmaya devam ediyor. Tatarlar da şunu diyorlar, Rusya’da bir şirketin sahibine bile prezident denilirken, neden bir cumhuriyetin başında bulunan kişiye prezident demeyelim?.
O dönem kabul edilen uygulamalardan birisi de, cumhuriyetlerin anayasalarının Rusya Federasyonu Anayasası ile uyumlu hale getirilmesi meselesi idi. Buna paralel olarak tüm cumhuriyetleri, özellikle Tataristan’ı yakından ilgilendiren bir konu da alfabe meselesiydi. Tataristan o dönemlerde Latin alfabesine geçmek istiyordu. Yeltsin döneminde bunun için ciddi hazırlıklar da yapılmıştı. Ancak Rusya Federasyonu anayasasına “federasyona bağlı tüm cumhuriyetler yalnız Kiril alfabesini kullanabilir” şeklinde bir madde eklenerek bu tür çabaların önü kesildi. Özerk cumhuriyetler açısından baktığımızda Yeltsin ve Putin dönemini iki farklı dönem olarak değerlendirmemiz mümkün. Yeltsin’in “ala bileceğiniz kadar özgürlük alın” söylemine karşılık Putin’in “devlet içinde devlet kabul edilemez” söylemini görüyoruz.
Çarlık Rusyası döneminde Rusların özellikle Tatarlar üzerinde uygulanan asimilasyon ve Hristiyanlaştırma politikalarının Sovyetlerin kurulması ile birlikte durduğunu biliyoruz. Şu anda hem Tatarlar, hem de diğer Müslümanlar üzerinde bu tarz Hristiyanlaştırma çalışmaları ne kadar etkili? Bu anlamda nasıl bir yöntem izliyorlar?
Ruslar Kazan’ı 1552’ yılında ele geçirdiler. Ardından da diğer hanlıklar, Astarhan, Sibir, Kasım hanlıkları ele geçirildi. Ruslaştırma ve Hristiyanlaştırma süreci bundan sonra başlatılmış oldu. Sovyetlerin kurulması ile bu sürecin durduğunu görüyoruz. Çünkü Sovyet yönetimi, özellikle Lenin, bu halkları kendi safına çekmek için, herkese eşit hakların verileceği ve Çarlık Rusyası döneminde bu halklara yönelik politikaların kendileri tarafından artık uygulanmayacağı konusunda vaatlerde bulundu.
Zaten din faktörü Sovyetlerle birlikte ortadan kaldırılmış oldu. Çünkü din, İslam veya Hristiyanlık fark etmez, Sovyet ideolojisinin önünde önemli bir engel olarak gözüküyordu. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra artık herkes kendi dinini yaşama özgürlüğüne kavuştu. Bugüne baktığımızda, bir Hristiyanlaştırma politikasından bahsetmek mümkün değil.
Rusya’da yerel dillerin kaybolması veya Rusçalaşması konusunda bir endişeden bahsediliyor. En son Duma’da özerk cumhuriyetlerde isteyen ana dili dersi almayabilir diye tartışmalı bir karar çıkarıldı. Bunu sadece demokratik bir talep olarak değerlendirmek mümkün mü yoksa farklı bir anlamı var mu bu kararın?
Rusya’da özerk cumhuriyetlerde hem ana dilinde eğitim yapan okullar, hem de karma okullar var. Tataristan’dan örnek verecek olursak eğer, Rus ve Tatar öğrencilerin birlikte eğitim aldığı okulların yanısıra sadece Tatarca eğitim veren okullar da var. Karma okullarda Rus çocuklar haftada 4-6 saat Tatarca da öğreniyorlardı. Bu son kararla birlikte bu zorunluluk hali ortadan kaldırılmış oldu. Yani, zorunlu ders seçmeli ders oldu, şimdi isteyen ala biliyor. Rus çocuklar artık Tatarca öğrenmek zorunda değiller. Onlarla birlikte, belki sayıları çok fazla değil ama bazı Tatar aileler de çocuklarına fazla ek ders yüklenmemesi için onlar da vazgeçtiler. Bunu diğer cumhuriyetler için de söylememiz mümkün.
Peki, bu konuyla ilgili olarak Tatarcanın Tatarlar arasında giderek daha az kullanıldığı veya Tatarcanın yavaş yavaş kaybolduğu yönündeki söylentileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, kaybolmaya yüz tutmuş diller konusunu ben biraz da ekonomik nedenlere bağlıyorum. Eğer bir cumhuriyetin veya bir halkın ekonomik durumu iyiyse, o cumhuriyet veya o halk dil, ilim veya kültüre de para aktara biliyor. Ekonomik durumu iyi olan bir halk, dilini de, dinini de, kültürünü de, geleneğini de, operasını da, tiyatrosunu da yaşatıyor. Ama ekonomik durumu zayıf olan bir cumhuriyet bu alanlarla fazla yatırım yapamaz. Bu anlamda Tatarcayı da tehlikede olan veya kaybolmaya yüz tutmuş bir dil olarak görmüyorum. Tataristan sadece Rusya’da değil, tüm dünyada ilmi araştırmaların çok güçlü olduğu bir cumhuriyettir.
Türkiye’deki üniversitelerimiz dünyada ilk 500’e girmekte zorlanırken, daha geçenlerde Kazan Üniversitesi dünya üniversite sıralamasında ilk 130 üniversitenin arasında girdi. Tataristan’da ilime, bilime ve ana dile verilen önemi göz önünde bulundurursak Tatarca için böyle bir tehlikeden söz etmemiz mümkün değil. Ama Sibirya’da daha küçük Türk boyların yaşadığı cumhuriyetlerde böyle bir tehlikeden bahsedebiliriz. Hakasya’da Hakasların, Altay Cumhuriyetinde Altay Türklerinin biraz önce bahsettiğim ekonomik ve demografik nedenlerden dolayı böyle tehlikeleri var. Bunun yanında cumhuriyeti olmayan Nogaylar, Kumuklar gibi Türk topluluklar var. Onların durumu bu anlamda daha ciddi.
Rusya’da Ruslar arasında doğum oranlarının çok düşük olması ve ölüm oranlarının yüksek olmasına karşılık Müslüman Özerk Cumhuriyetlerde tam tersi bir durum söz konusu. Bu önümüzdeki yıllarda bölgelerde bir değişime sebep olur mu? Rus devleti bu eğilime nasıl bakıyor?
Ben buna çok katılmıyorum. Belki Kafkasya için bunu söyleyebiliriz ama diğer bölgelerde Rusların doğumu düşük, Müslümanların daha yüksek diye bir tespitte bulunamıyoruz. Birilerinin Rus veya Tatar, Müslüman ve ya Hristiyan olması fazla bir şey değiştirmiyor çünkü nihai olarak hayat tarzları, hayata bakışları aynıdır. Mutlaka kültürel farklılıklar var ama bir çok konuda yaşam aynı. Çünkü 1500’lü yıllardan beri aynı coğrafyada yaşıyorlar, aynı şeyleri paylaşıyorlar. Dolayısıyla, Rus nüfusun azaldığını, Türk nüfusun arttığını söyleyemeyiz.
Genel olarak Rusya Federasyonu’nun bir nüfus sıkıntısı var. Bu sıkıntıyı çözmek için de Vladimir Putin iktidara gelir gelmez doğumu teşvik edici bir takım önemler aldı. Alkol tüketimine yönelik kısıtlamalar da bu konuda faydalı oldu. Devletin bu tür politikalarının etkili olduğunu ben kendi akrabalarım arasında da görüyorum artık. Eskiden bir çocukla yetinen ailelerin yanında, 2 veya 3 çocuk sahibi olan yeni, genç aileleri görüyorum.
Komünist rejim 70 sene Sovyet coğrafyasında Müslümanların dini özgürlüklerini kısıtladı, ibadethanelerini kapattı ve devlet eliyle uzun dönem ateizm propagandaları yapıldı. Şuan Rusya'daki Müslümanların bu anlamda ne kadar özgürlükleri var? Yeni camiler, ibadethanelerin yapımına izin veriliyor mu?
Sovyetlerin dağılması ile birlikte İslamiyet’e olan ilginin arttığını söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği döneminde de zaten yasak olmasına rağmen Müslümanlar İslamiyeti yaşamaya çalışıyorlardı. Belki camiler yoktu ama ben hatırlıyorum, insanlar bayram namazlarını mezarlıkların içerisinde kılıyorlardı. Dolayısıyla, bu bağlamda Sovyetlerin din anlamında mutlaka ciddi bir zarar verdiğini söyleyebiliriz ama dini tamamen toplumun hayatından çıkarma yönündeki çabaları başarılı olmadı. Bugün baktığımızda ise dini yaşama konusunda insanların bir sıkıntı yaşamadığını görüyoruz. Camiler açık, yeni camiler inşa ediliyor, Cuma ve Bayram namazlarında camilerin dolup taştığına şahit oluyoruz. Ramazan ve Kurban bayramları Başkurdistan ve Tataristan’da birer gün resmi tatil olarak kutlanıyor.
Müslümanların yaşadığı bölgelerde ibadethaneler açısından herhangi bir sıkıntı yok. Her Tatarın, Başkurtun yaşadığı köyde kendilerine ait camileri var ve yenileri de inşa ediliyor. Ama Müslüman nüfusun yoğun yaşadığı Moskova, St. Petersburg gibi büyük şehirle camiler az ve bu bir eksiklik. 5 milyonluk St. Petersburg’da sadece bir tane cami mevcut.
Sovyetler dağıldığında Kuzey Kafkasya ve Azerbaycan’a Körfezden bazı Selefi vakıflar akın ettiler. Bunların bir çoğu yeni camiler inşa ettiler, belli tebliğ faaliyetlerinde bulundular. O dönemde, Rusya'nın diğer coğrafyalarına da böyle Selefi gruplar geldiler mi?
Geldiler ama Kafkasya’ya geldikleri kadar değil. 1990’larda Rusya’daki iç karışıklıktan, ekonomik sıkıntılardan bu selefi gruplar da faydalandı. Putin iktidara geldikten sonra bunlara karşı da mücadele başlattı ve baskılar sonucu büyük çoğunluğu geri döndü.
Şuanda İdil Ural coğrafyasında Vahhabizm akımının yaygınlığından bahsedemeyiz ama Kuzey Kafkasya’da böyle bir sıkıntıdan bahsedebiliriz. Bunun yaygınlığını da Suriye’deki savaşta cihatçı gruplar arasında Kafkasya kökenli çok fazla Rusya vatandaşının olması ile görüyoruz.
Rus yetkililer çok akıllı bir siyaset izleyerek Türkiye ile dini alanda işbirliğine önem verdiler ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile Rusya’daki müftülüklerin karşılıklı çalışmaları için iyi bir ortam oluşturdular. Diyanet İşleri Başkanlığının Moskova’da, Ufa’da yeni camilerin inşası konusundaki gayretlerini bu işbirliğinin sonucu olarak görmemiz lazım. Ben de, Türkiye ile bu dini alanda bu işbirliğinin geliştirilmesinin Rusyalı Müslümanlar için de çok faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü bahsettiğimiz aşırıcı grupların çoğalması Rusya’daki Müslüman coğrafyaların istikrarını da tehdit ediyor.
Son dönemlerde Batıda sık sık İslamfobi örnekleriyle karşılaşıyoruz. Rus-Çeçen savaşında Ruslar arasında belli kesimlerde böyle eğilimler görülüyordu. Şuanda Rusya’da yaygın bir islamofobiden söz etmek mümkün mü?
Rus- Çeçen savaşında o dönem milliyetçiliğin de yükselmesi ile beraber böyle eğilimlerin olduğu doğru. Kafkas kökenli insanlara yönelik “Dazlaklar” diye tanınan aşırı milliyetçi Rus grupların saldırıları oluyordu.
Son dönemlerde Türkiye’de ve Avrupa’da milliyetçiliğin özellikle gençler arasında popülerleşmesine rağmen, Rusya’da böyle aşırı milliyetçi “Dazlak” vakalarına çok nadiren rastlanıyor. Bu tür saldırıların azalmasındaki en önemli sebeplerden birisi de, bana göre Kafkasya’daki savaşın büyük ölçüde bitirilmesidir.
Bir önceki soruya paralel bir soru, Rusya’nın Suriye’deki savaşa ortak olması, Esad yanlısı bir tutum ve Rus uçaklarının Müslüman yerleşim yerlerini bombalaması gibi olayları Rusya’daki Müslümanlar nasıl değerlendiriyor? Müslüman önderler bu konuyla ilgili nasıl bir tavır içindeler?
Rusya’nın Orta Doğu’da önemli çıkarları var. Orta Doğu’da Sovyetler Birliği’nden itibaren Rusya, İslam ülkeleriyle yakın işbirliği içerisindeydi. Bu İslam ülkelerinin bir çoğunun devlet başkanları, önemli liderleri Moskova’daki üniversitelerden mezun olmuşlardı. Ama Arap Baharı Rusya’nın Orta Doğu’daki varlığına büyük zarar verdi. Neredeyse, bölgedeki tüm müttefiklerini kaybetti. Liderler değişti, yeni batı yanlısı liderler iktidara geldiler.
Rusya’nın bölgede Suriye ve İran’dan başka müttefiki kalmadı. Tabi, İran hiçbir zaman Rusya için güvenilir bir müttefik olarak görülmedi. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’ye bu kadar önem vermesinin asıl sebebi Suriye’nin son kale olarak görülmesidir. Diğer ülkeler gibi, Rusya da Suriye’de kendi çıkarlarının peşinde. Sorunuza gelirsek, Rusya’nın Müslüman bir ülkede savaşta iştirak etmesi ile ilgili bir tepki olsa da bu dinî değil, daha çok ekonomik temelli bir tepkidir. Rusya’nın Suriye’deki savaşta iştirak etmesi ülke için ciddi ekonomik yük olarak görülüyor. Bu nedenle “Suriye bize ne kadar lazım” veya “bizim Suriye’de ne işimiz var” gibi itirazlar mevcut. Özellikle ekonomik sıkıntılar ortaya çıktığında, son dönemdeki emekli yasası etrafında şekillenen tartışmalarda bu tür tepkiler daha çok dillendiriliyor.