Bir zamanlar Kosova’da
“Yapayalnız, bir fenerin ışığında, artık kimsenin kendisini görmediği bu anda, tanımadığı bu kalenin ortasında, evinden uzakta, bildik ve güzel şeylerin hepsinden uzakta, en azından yüreğini tamamen açabilmenin bir teselli olacağını düşünüyordu.”
Bugün, doğum günüm... Neredeyse 15 asırdan bu yana başka başka dillerden dökülen seslerin akis uyandırdığı yorgun duvarlar; gecenin tüm cesametiyle günü kuşattığı bu vakitlerde, delinen göğün gürültüsünü ve son yarım saattir bir kaleye sahip olduğunu fark edip de bir yaşına daha giren bendenizin sükûtunu aynı sağırlıkla kuşatıyor. Kaleyi dış dünyadan beri kılan surlardan birinin altına sığınmış, vaktin öylece geçip gitmekle biraz olsun nefeslenmek arasındaki tereddüdüne şahitlik ediyorum.
Etrafta kimseler kalmadı. Havanın patlayacağının iyiden iyiye anlaşılmasıyla birlikte, son ziyaretçiler de yuvarlanırcasına vardı düzdeki nehrin kıyısına. Bense sabah başlayan koşturmacamın bu ilk soluklanma imkânını değerlendirme sakinliğindeyim. Doğum günleri;ardımızda kalanların muhasebesi, elân sürüp gidenin muhakemesi ve önümüzde uzayıp kıvrılanın tahayyülü için pek elverişli zamanlar gibi gelir bana. Kendimi bildim bileli, aşîna olduğum bakışlardan uzak geçirmeye çalışırım bugünü. Bu yıl biraz daha ıramak niyetiyle çıktığım yolun henüz ilk duraklarından birinde, her nevi bakıştan âzâde bir hâlde, Prizren Kalesi’ndeyim. Bu geceyi, 15 yaşını henüz dolduran Kosova’nın şirinlik muskası bu şehirde geçirmeyi birkaç hafta evvel planlamıştım ve epeyce hareketli geçen günün sonunda, artık bu planı kuvveden fiile çıkardım sayılır.
İstanbul’dan 12.45’te havalanan uçak, yüz dakikayı biraz aşan seferini tamamlayıp, 13.30’da Kosova’nın başkenti Priştine’de arza kavuşmuş; ben de kendime hediye ettiğim bir saati de cebime koyup, dolaylı yollardan ülkenin güneyine yollanmıştım. Âdem Yaşari Uluslararası Havalimanı’ndan şehir merkezine uzanan 20 kilometrelik mesafeyi kat etmenin iki alternatifi vardı; halk otobüsü ve taksi. Benim tercihim ilkinden yana olmuştu. Havalimanı binasının çıkışında, en sol köşede bekleyen 1A numaralı otobüsü kolayca bulmuş ve 3 euro karşılığında hattın son durağı olan otobüs terminaline varmıştım. Peşi sıra peronlara yanaşmış otobüsler arasında dolaşırken sorduğum birkaç kişinin yönlendirmesiyle, nihâyet Prizren’e gidecek ilk otobüsün cam kenarı koltuklarından birine ilişmiştim. Otobüsün hareket etmesiyle ayaklanan muavini ve yolcularla arasındaki epeyce sıradan alışverişi abartılı bir dikkatle takip etmiş; ama sıra bana geldiğinde 5 euroluk ücreti olağan bir hareketle ödemiştim. Daha sonra öğreneceğim üzere eski yoldan, İştimye üzerinden seyreden otobüsümüz, herhangi bir yerde inen ve herhangi bir yerden binen yolcular sebebiyle sıkça durmuş ve meraklı gözlerimin etrafı taramasını kolaylaştırmıştı.
- Kilometreler boyunca bir sağa bir sola bükülen tek şeritli yolumuz, yemyeşil tepelerden aşmış, ihtiyar bineğimizi rahatlatan düzlüklerden uzamış ve aniden belirip kaybolan köylerden geçmişti. Zaten yeterince bizim oralara benzeyen manzara, biraz sonra içine girdiğimiz karanlıkla tümden bilindik bir hâle bürünmüştü.
Ahaliyi dahi hayrete düşürdüğünü tahmin ettiğim bir şiddetle camları döven yağmur, görüş mesafesini ve yabancı telâşımı aynı anda düşürmüştü. Bir saat kadar süren sağanaktan sıyrılıp çıktığımızda, Priştine’den tanıdık bir güneşle devam etmiştik yola. Bir o kadar daha yol aldıktan sonra, işte nihayet Prizren’e ayak basmıştım.
Şehre vardıktan sonraki bir iki saati sokakları dolanmak, caddeleri geçmek, köşeleri dönmek ve Sinan Paşa Camii, Taşköprü, Kale ve Bistritsa’yı aynı anda içine alan o meşhur manzarayı yakından müşahede etmekle geçirmiştim. Tüm bunları yaparken yolumun kesiştiği insanlarla hasbihâl etmeyi ihmâl etmemiştim elbette. Cemil, Ardit ve diğer çocuklarla tanışmış; Celviye ve Eflin’le hatırâlaşmış; minik Liva ve babası Enis ile selâmlaşmış ve Afrim Amca’yla hâlleşmiştim. Kendimi, şehri bir kuşun nazârından görmek maksadıyla Prizren Kalesi’ne tırmanan dik yokuşlara vurduğumda kerahet vakti girmiş; havaysa göğü bohçalayan bulutların varlığıyla, olağandan daha fazla kararmıştı. Şehirde bir gece kalacağım için, muhtemel sağanağa pek de aldırmamıştım. Hem zaten kendisiyle yolda bir yerlerde tanış olmuştuk...
Nefes nefese bir yürüyüşle kaleye vardığımda, içeride dağınık şekilde hareket eden belki bir düzine kadar insan vardı. Ben de sur içinin genişçe arazisini bir o yana bir bu yana dolaşıp; burçlar, kazamatlar, depolar, kemerler ve yakın zamanda restore edildiği hemen anlaşılan birkaç yapıyı daha yakından incelemiştim. Tepenin diğer tarafına bakan en uçtaki burçtan Bistritsa kıyısından görünen, üzerinde kocaman “UÇK” harfleri bulunan sura doğru yürümeye başladığımda yağmurun ilk damlaları düşmüştü yüzüme. Birkaç kişi telâşla geçmişti yanımdan. Birileri diğerlerine seslenmişti başka bir dilde ve onlar da adımlarını hızlandırmıştı yağmurla birlikte. Kararlıydım, şehre surun üstünden bakacak ve hatta birkaç fotoğraf çekecektim. Ne var ki gök delinmişti bir kere! Çantamı sırtlamış ve bu notları aldığım yere, kalenin ana giriş kapısının eşiğine sığınmıştım.
Ağaçların ve otların arasından soluk da olsa görebildiğim Prizren manzarası, ancak birkaç dakika daha dayanabiliyor yağmura: insan, mekân, renk ve iklim… Her şey bir anda silinip kayboluyor kuş nazârımdan. Fırsat bu fırsat sergüzeştimin buraya kadar ki kısmını şöyle bir toparlamaya çalıştığım bu anda, zihnimin ücralarından çıkıp gelen bir hikâyeyle irkiliyorum. İtalyan yazar Dino Buzzati’nin muazzam romanı Tatar Çölü’nün kahramanı Giovanni Drogo’yu, bu genç subayın büyük bir heyecanla çıktığı yolculuğu, ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi’ni, onun konuşlandığı dağın etekleri boyunca uzayıp genişleyen çölü karşımda buluyorum bir anda.
- Nöbet yerlerindeki uzun bekleyişleri, çoğu zaman dumanla kaplanan ufukları, gelmek bilmeyen düşmanı ve bir türlü gidemeyen diğerlerini anımsıyorum bölük pörçük.
Burada da her şey bir feragati andırıyor, diyorum kendi kendime. Belki de mekândan başka asgarî müştereğim yoktur Drogo’yla, teferruatını hatırlayamıyorum şimdi; ancak hikâyenin bende bıraktığı his, içinde bulunduğum şartlara çok yakışıyor. Drogo’nun ilk gençlik yıllarına dair bonkörlüğünü kendiminkiyle mukayese ediyorum istemsizce. Önümde öyle çok zaman var ki, cümlesini, Bastiani’den bağımsız ne kadar çok aklımdan geçirdiğim geliyor aklıma.
- İşte şimdi herkesten uzak bu anda, bilmediğim bir kalenin ortasında, bildik ve güzel şeylerden görüş mesafesince uzakta, muhasebe ve muhakeme iç içe geçiyor.
Bilmem kaç yıldan bu yana nicesini güvenle muhafaza etmiş bir duvara yaslanmanın sakinliğiyle, bir iki metre ötemdeki sokak lambasının şavkında tecessüm eden iri, parıltılı damlaları seyre dalıyor ve yolculuğumun devamına dair aniden içimi dolduran açıklaması olanaksız bir heyecanla yolun devamını tahayyül etmeye koyuluyorum…
***
Bir fincan macchiato
Hava iyice kararmış, görüş biraz açılmış, bense öylece kalmışım. Buraya kadar gelmiş ve bu kadar beklemişken, en azından gece manzarası çekmek niyetiyle, şehri ayakları altına alan sura tırmanıyorum. Batıda, Vilyasna’nın doruklarındaki son ışık emareleri de ben makinayı hazırlayana değin siliniyor. Prizren, bu hâliyle de çok güzel görünüyor. Birkaç uzun pozlama yapıyor ve sağanağın son kalıntıları altında dönüşe geçiyorum. Issız ve karanlık bir yokuştan Bistritsa kıyısına doğru sakince inerken, ara ara farklı açılardan gözüme çalınan Sinan Paşa manzaralarını da kayıt altına almayı ihmâl etmiyorum. Kale yolunun düze vardığı noktada, neredeyse caminin kıble duvarına bitişik bir çay bahçesi var: Konaku. Bir kahveyi hak ettim sanırım. Buralarda kahvenin en gözde formu, macchiato. Küçüğü 70 cent, büyüğü ise 1,2 euro. Hemen her şehir ve mekânda sabit kalan bir fiyatlandırma bu. Buzlu ve limonlu su eşliğinde servis edilen kahvem geliyor. Ezel’in soundtrack albümünden bir şarkı çaldığını, diğer masalardan kırık Türkçe konuşmalar yükseldiğini, yıldızların büsbütün ortaya çıktığını ve telefonumun titrediğini sırasıyla fark ediyorum. Yola çıkmazdan evvel irtibat kurduğum Lütfi Hoca arayan. Konaklama konusunda yardımcı olabileceğini; ancak cenaze dolayısıyla bu akşam görüşemeyeceğimizi haber ediyor. Seydi Bey Camii, yatsı namazı, müezzin arkadaş bekliyor…
Daha vaktim var, biraz şehrin gecesine şahitlik etmek üzere, hesabı ödüyorum. Aklımdan, kahvaltıya da buraya gelirim, gibi bir düşünce geçiyor ve artık kendimi Prizren sokaklarına emanet ediyorum. Şadırvan meydanındaki kalabalığın arasından sıyrılıyor, Bistritsa boyunca birkaç tur atıyor, Taşköprü’den tekrar tekrar geçiyor ve tüm bunları yaparken bolca fotoğraf çekiyorum. Kalabalık masalar, Bistritsa’nın çağıltısını bastıran sohbetler, Şadırvan’ı kendilerine sahne edinen enstrümanlı çocuklar ve nicesi… Şehrin gecesi, düşündüğümden de hareketli ve neşeli. Yatsı ezanını işitince, “Aziz Allah” doğallığında bir tepkiyle, Seydi Bey Camii’ne kırıyorum dümeni ve tek saf dizilen altı kişiye dahil oluyorum. Namaz sonrası caminin müezzini Mervan Hoca ve cemaatten Birlik abiyle tanışıyoruz. Birlik abi, nehrin karşısındaki otoparkta çalışıyor, hoşsohbet bir adam. Türkiye’yle de yakından alâkalı. Ayaküstü bir sohbetin ardından caminin üst katındaki misafirhaneyi açıyorlar bana. Belki sabah görüşemeyiz düşüncesiyle, helâlleşip ayrılıyorlar. Ben de bugüne dair planımı gerçekleştirmenin mutluluğuyla, istirahate çekiliyorum. Sabah ola, hayrola…
Prizren’in göz bebeği: Sinan Paşa Camii
Odamın içini dolduran bir güneşle başlıyorum güne. Yorgunluktan olsa gerek, düşündüğümden biraz daha fazla uyumuşum. Kaybettiğim vakti telâfi etmek gayretiyle, hızlıca hazırlanıyorum. Çıkmadan evvel Seydi Bey Camii’ni bir de gündüz gözüyle görmek istiyorum. Bizim köy camilerini andıran, küçük bir yapı burası. Hatta şehrin en küçük camisi olduğu da söyleniyor. İsmini, bânisi Seydi Bey’den alan caminin ilk olarak 17. asrın ikinci yarısında kurulduğu tahmin ediliyor. Seydi Bey, bölgede vazife ifâ etmiş bir Osmanlı idarecisi. Aynı zamanda da 1600’lerin ortalarında Mısır Valiliği yapan Maksut Paşa’nın kardeşi. Farklı tarihlerde geçirdiği tamirat ve değişikliklerle bugünkü görüntüsüne kavuşan cami, dışarıdan bakıldığında minareli bir Prizren evini andırıyor. Seydi Bey Camii’nden şimdilik ayrılıyorum. İlk durağım, elbette ki Sinan Paşa Camii oluyor.
Prizren denince gözümüzde canlanan manzaranın en özel parçası olan Sinan Paşa Camii, orijinal kitabesinin günümüze ulaşmaması sebebiyle, tam tarihi bilinmemekle beraber, 17. asrın ilk çeyreğine tarihleniyor. 19. yüzyılda caminin içerisinde yapılan birtakım onarımın ardından, mihrabın üst sağ ve sol taraflarına işlenen kitabelere göre; cami, Sinan Paşa’nın hayratı olarak, 1615’te yapılmış. Buradaki tarih, birçokları tarafından doğru kabul ediliyor. Sofu nâmıyla da anılan Sinan Paşa, aslen Arnavut.
Bugünkü Kosova-Arnavutluk-Makedonya sınırlarının kesiştiği bölgeye denk düşen Luma nahiyesinde doğan Paşa, İstanbul’a geldikten sonra Osmanlı bürokrasisinde uzun süre görev yapmış bir devlet adamı. Sırasıyla Budin, Kars, Erzurum, Eğri, Bosna ve Şam Beylerbeyliği vazifelerini üstlenen Sofu Sinan Paşa; caminin tamamlandığını göremeden irtihal-i dâr-ı bekâ eylemiş. Yine de ardında bıraktığı eserle, Prizren’in İslâmî hüviyetine zaman ve mekânı delip geçen bir katkıda bulunmuş tabii.
Sinan Paşa Camii, yapıldığı günden bu yana epey badire atlatmış bir yapı. Zamanla içi, dışı ve kubbesi birçok restorasyon geçiren cami, 1912’ye kadar kesintisiz bir şekilde Müslümanlara hizmet etmiş; ancak Balkan Savaşları’nın ardından şehri işgal eden Sırplardan o da nasibini almış.
- “Modern Cengiz Han” olarak hatırlanan General Yankoviç komutasında şehre giren Sırp güçleri; masum insanların kanını dökmek, kale içini tamamen berhava etmek, fethin sembolü olan Fâtih Sultân Mehmed Camii’ni yeniden kiliseye çevirmek gibi eylemlerle yetinmemiş; Sinan Paşa Camii’ni de cephaneliğe tahvil etmiş.
Caminin iç mekânı, 29 Kasım 1915 günü meydana gelen şiddetli bir patlamayla büyük oranda tahrip olmuş, devamındaki birkaç yılda da Sırpların saldırılarına uğramış. İkinci Cihan Harbi’nin ardından başlayan Yugoslavya Komünist Partisi döneminde “kültürel miras” listesine alınıp onarılmış ve Şark El Yazmaları Müzesi’ne çevrilmiş. Nihayet 70’li yılların başında kapsamlı bir restorasyona alınan cami, 1991’de tamamlanan çalışmayla yeniden ibadete açılmış. Sinan Paşa Camii, son kez 2011-2013 yılları arasında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığının (TİKA) desteğiyle elden geçirilmiş ve çevre düzenlemesiyle birlikte bugünkü görünümüne kavuşmuş.
Caminin içerisi, zengin kalem işi süslemeleriyle dikkatimi çekiyor. Mihrap, minber, müezzin mahfili, kubbe ve trompların içleri, pandantifler… Gözlerimin değdiği hemen her yerdeki bu ince ve renkli işçilik, muazzam bir seyirlik sunuyor. Her birini uzun uzun inceliyor ve fotoğraf makinamla kişisel arşivime dahil ediyorum. Kubbenin iç kısmına istiflenen Âyetü’l-kürsî’yi de kayıt altına almaya çalıştığım sırada, caminin günlük işlerinden sorumlu olan ve o sırada elektrik süpürgesiyle halıların tozunu alan teyzemiz tarafından uyarılıyorum. Kısa bir sohbetin ardından kendisine kolaylık diliyor ve camiden ayrılıyorum. Henüz öğlene vakit var, Konaku’ya geçmeli. Yöresel formdaki sucuk, kuru et, peynir, zeytin, ayvar, pitayk dedikleri tombul ekmek ve porselen demlikte gelen çayla birlikte güzel bir kahvaltı yapıyorum. Burada bir süre oyalanırım ve 3,5 euroluk hesabımı ödedikten sonra yeniden Prizren sokaklarına dönerim.
Gazi Mehmed Paşa’da, bir öğlen vaktidir
Şadırvan ve civarı, geceye nispeten sakin. Erken saatin ve bulutsuz gökyüzünde olanca hızıyla tepeye yükselen güneşin etkisi olsa gerek. Meydana adını veren çeşmeden su içmeye çalışan çocuklar, tezgâhlarını yeni yeni kuran işportacılar, atını soluklandıran faytoncu ve meraklı gözlerini dört nala koşturan birkaç küçük turist grubu dışında kimseler yok etrafta. Taşköprü’den geçiyor ve Türk Konsolosluğunun yanındaki sokaktan Saraçhâne’ye ilerliyorum. Birkaç adım attıktan sonra hemen sağıma Halvetî Tekkesi düşüyor. Girişte, yılların yorgunluğuyla duvara yaslanmış bekleyen mezar taşlarını ve sol taraftaki türbede medfûn şeyhleri selamlayıp, avluya geçiyorum. Burası, Halvetîliğin Ahmedî koluna bağlı bir tekke. Öncesinde medrese olarak kullanılan bina, Şeyh Osman Baba’nın şehre gelmesiyle kendisine tahsis edilmiş ve 1713’ten itibaren tekke olarak hizmet vermeye başlamış. Tekkenin avlusu; üzerini boylu boyunca örten kividen damı, ortada şakırdayıp duran Halvetî tacı şeklindeki çeşmesi ve kuş sesleriyle zamansız bir yer. Ne var ki ben zamana tâbiyim. Burada gönlümce olmayan bir süre ancak kalabiliyorum. Tekkeden ayrılıp, Âdem Yaşari Caddesi’ne açılan kapıdan geçiyorum. Hemen karşımda Arasta Camii, daha doğrusu caminin kalıntısı var. Evrenoszâde Yakûb Bey tarafından, 1530’lu yıllarda inşa ettirilen cami, 1963 yılında, çevresindeki mahalleyle birlikte yıkılmış ve geriye yalnızca minaresi kalmış. Bu mahzun minarenin biraz yukarısında yer alan ve artık müze olarak kullanılan Gazi Mehmed Paşa Hamamı, restorasyona alınmış ve ziyarete kapalı. Evet, mahzun olma sırası bende. Vaktin de yanaştığını fark etmemle, Paşa’nın ismiyle anılan bir başka esere yöneliyorum.
Bayraklı Caddesi’nden geçip, yolun sağına düşen Gazi Mehmed Paşa Camii’ne varıyorum. Bahçeye inen birkaç basamak, camiyi dışarıdan soyutlayan yüksek duvarları aşmaya yarayan bir geçit gibi. Dönüp bakıyorum; alçak bir set ve cılız ferforje kapıdan başka bir şey yok. İki metre mesafeyle peyda olan bu hissî değişim tarafından yutuluyorum. İnsanın akşamını kuşanmış birkaç beyamca, dünyanın öğlenini bekliyor. Sağ köşedeki türbeyi ziyaret edip, diğer tarafta başlayan neşeli bir sohbete kulak veriyorum. Caminin diğer yanındaki düzayak kapıdan bisikletiyle giren amcayı görünce, aklımdan geçenlere gülüyorum; demek insanın akşamı ha! Prizren camilerinin karar sesi işitiliyor minaredeki hoparlörden.Ne de olsa burası; şehirde yankılanan ezanların âhenkle okunması için, gündüz alâmeti vazifesi gören bayrağın minareye çekildiği cami. Geceleri de fener yahut kandil yakılıyormuş elbette. Zaten ahali arasında “Bayraklı Camii” diyeni de az değilmiş. Davete icâbet ediyor ve hazır olan imama uyuyorum…
Prizren mutasarrıfı Gazi Mehmed Paşa tarafından yaptırılan cami, 1573’ten sonra ibadete açılmış. Şehrin en önemli camilerinden biri olarak görülen yapının içi, düşündüğümden sade; buna şaşırıyorum. Cemaati ise oldukça renkli; her kuşaktan birkaç temsilciyle selâmlaşıp, bahçeye dönüyorum. Camiyi kilitleyip dağılan kalabalıktan geriye, oturduğu bankta tespih çeken biri kalıyor. Az sonra tanışıp, biraz Kosova ve biraz da Türkiye üzerine sohbet ediyoruz. Sonra bütün zarafetiyle müsaade istiyor 85’lik Kemal Amca ve bisikletine atlayıp uzaklaşıyor. Akşam diyordun, işte oldu akşam a İsmail! Biraz daha gülmeliyim buna.
Bir milletin kıyâmı: Prizren Arnavut Birliği
Gazi Mehmed Paşa Camii’nin Bistritsa’ya bakan taraftan bitişiğinde, Enver Haradinay Caddesi üzerinde Prizren Arnavut Birliği Müzesi var. Esasında buradaki yapılar, caminin de dahil olduğu külliyeye bağlıymış. Ancak Yugoslavya dönemindeki yıkım ve “modernizasyon” çalışmaları kapsamında birtakım değişiklikler yapılmış. Şimdilerde müze olarak hizmet veren bina; Ömer Prizrenî, Abdül Freşarî ve Süleyman Vokşî liderliğinde teşekkül eden Prizren Arnavut Birliği’nin merkeziymiş. Devlet-i Aliyye’nin son döneminde Balkanlar’da peşi sıra gelen bağımsızlık ilânları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Kosova’yı doğrudan etkilemiş. Ayastefanos Antlaşması’nın (3 Mart 1878) imza edilmesinin ardından işgal ve parçalanma tehdidiyle karşı karşıya kalan Arnavutlar, “kendilerinin olana sahip çıkmak” niyetiyle Prizren Millî Savunma Komitesi Kararnamesi’ni imzalamış ve Birlik, 1878 Haziran’ında böylece tarih sahnesindeki yerini almış. Her ne kadar bölgedeki süreç arzu edilen şekilde tecelli etmese de bağımsız Arnavutluk’a gidecek yolun ilk adımlarında biri bu vesileyle atılmış.
1,5 euro karşılığında biletimi alıyor ve iki bölümden oluşan müzeyi dolaşmaya başlıyorum. Kâğıt bilet uygulamasına devam edilen yerleri ayrıca sevdiğimi hatırlıyorum burada, hatıra olarak saklamaya değecek şeyler bunlar, diye geçiriyorum aklımdan. İçeride Arnavutların millî kahramanlarına dair epeyce tablo, belge, eşya vesaire sergileniyor. Şöyle hızlıca bir tur atıp, yeniden dışarıda alıyorum soluğu; vaktim daralıyor, hızlansam iyi olur.
Allahaısmarladık, Prizren
Müzenin ardından nehir boyunca, kalenin eteklerine doğru devam ediyorum. Maksut Paşa Camii ile selâmlaşıyor, Maraş Parkı ile tanışıyor ve son kez Seydi Bey Camii’ne dönüyorum. Lütfi Hoca’yı yakalıyorum nihâyet. Evvelinde yalnızca telefonda işittiğim sıcaklığı bu kez Hoca’nın yüzünde görme imkânım oluyor. Yarım saat kadar süren sohbetimiz sona erdiğinde, helâlliğimi ve eşyalarımı alıp, Seydi Bey’den ayrılıyorum. Taşköprü, Şadırvan, Sinan Paşa… Hızlı adımlarla bu güzelliklere göz gezdiriyor ve son fotoğrafları çekiyorum. Yönümü otogara çevirmezden evvel, bir kahve daha içmek isterim. Hemen köprünün yanı başındaki Prince Coffee Shop’a oturuyorum; bir macchiato lütfen, büyük. Güleç yüzüyle siparişi alan genç arkadaş, hiçbir değişiklik emâresi göstermeden yapıyor servisi. İsmi, Almir. Diğer Prizrenliler gibi, kulağa hoş gelen bir Türkçesi var. Kahve bitene kadar sohbet ediyoruz. Yolculuğun geri kalanında epeyce işime yaracak tüyoyu da Almir’den alıyorum: travel.gjirafa.com. Site, bölgedeki şehirlerarası otobüs trafiğini ihtiva ediyor: kalkış saatleri, yolculuk süreleri, ücretlendirmeler…
Almir’le de vedalaşıyor ve yeniden oluşturduğum rota üzerindeki ziyaretlerimi yapmaya başlıyorum. Müderris Ali Efendi, İlyas Kuka, Suzi Çelebi, Tabakhane camilerini görüyor; ücretsiz gezilebilen Arkeoloji Müzesi’ne göz atıyor ve yine ücretsiz bir şekilde çıkılabilen Saat Kulesi’ne tırmanıyorum. Yüzden sonra saymayı bıraktığım daracık merdivenlerin sonunda, başka başka zaviyelerden Prizren’e bakıyorum. Kule, hemen arkasına düşen Cuma Camii’ni görmek için de en ideal yer sanırım; zira camii, ibadete kapalı. Bölgenin fethinden sonra, 1455 yılında kılıç hakkı olarak, kiliseden camiye çevrilen ve Fâtih Sultân Mehmed Han ya da Fethiye adlarıyla anılan yapı; 1912’de başlayan işgal döneminde tekrar kiliseye çevrilmiş. Yalnızca statü değişikliğiyle yetinmeyen Sırplar, Osmanlılar tarafından yapılan ilaveleri yıkmış ve düzenlemeleri de ortadan kaldırmış.
1998-1999 Kosova Savaşı’yla NATO (North Atlantic Treaty Organization / Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) himâyesine alınan mabet, 2006 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne kaydedilmiş. Bugün artık kimselere hizmet etmeyen ve etrafı jiletli tellerle çevrilen Cuma Camii, ziyarete de kapalı. Bölgenin geçmişinde cereyan eden çatışmaların bir sembolü, gelecekte patlak vermesi muhtemelen sorunların da bir alâmeti olarak görülebilecek cami; kendisine değen bakışları huzursuz eden bu hâliyle, razı geleceği bir sonraki serencâmını bekliyor.
Kuleden inip, otobüse biniyorum. Yok, bu kadar hızlı olmuyor itiraf etmeliyim ki. Otogarın hemen karşısındaki Namazgâh gözüme takılıyor. Buraya dair elimde bir bilgi yok; ama yakından bakmak istiyorum. Fâtih Sultân Mehmed’in Kosova seferi sırasında, Haziran 1455’te yapılan ve zaman içinde yok olmaya yüz tutan bu açık hava mescidi; Kosova Türk Tabur Görev Kuvvet Komutanlığı, TİKA, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gazi Üniversitesi gibi kurumlarımızın desteği ve Prizren makamları marifetiyle ihyâ edilmiş. Bu hoş sürprizin ardından nihayet otogara geçiyorum. Artık veda zamanı;
Allahaısmarladık, Prizren!
Bülbül yuvası diyârı: Yakova
Prizren’den 3 euroluk yol gidiyor ve ikindi vakitlerinde Yakova’ya kavuşuyorum. Otogardan çıkar çıkmaz solumda kalan kavşaktan UÇK Caddesi’ne bağlanıyor ve çarşıya giden on dakikalık mesafeyi adımlamaya başlıyorum. Biraz ileride, yolun sağında ilginç bir heykel var. Yakından bakmak için yanına yaklaştığım sırada, diğer yönden gelen, orta yaşlı bir bey tarafından selâmlanıyorum. İlk birkaç cümlede hiç fena gitmiyoruz: Arnavutça selâmlaşma, Türkçe hâl hatır sorma, İngilizce iş güç derken dillerimizin kesişim kümesini tüketiyoruz. “Ok Albert, I have to go” diyecek oluyorum, “Coffee, coffee” cevabı geliyor. “Yok yok, gideyim ben” diye artırıyorum ellerimi de kullanarak, “Come come, coffee” diyor o da az evvel oturduğu masayı gösterip. “Thank you Albert but tamam yahu hadi içelim bi’ kahveni” geçişiyle karar değiştiriyor ve kendimi sipariş verirken buluyorum.
Hemen peşine güvenlik üniformasıyla acayip tezat uyandıran sevimliliğiyle Nejad abi ekleniyor masaya. Çeviri uygulaması üzerinden başlıyoruz sohbete; ben İngilizceden Arnavutçaya çevirip, Albert’e uzatıyorum telefonu, o da tam tersini yapıyor işte. Yanına gitmeye çalıştığım heykele benzeyen şey, Yugoslavya zamanından bir bankanın reklam panosuymuş. Evet, önce bu meseleyi aydınlatıyorum. Albert, yerel bir gazetede muhabirmiş. Aynı zamanda Kosova Savaşı sırasında da Kosova Kurtuluş Ordusu (Ushtria Çlirimtare e Kosovës / UÇK) için icrâ etmiş mesleğini. Cüzdanından zamanın gadrine uğrasa da yazıları rahatlıkla okunabilen bir kart çıkarıyor, bunu söyledikten hemen sonra. UÇK kimliği! Yüzündeki haklı gurur, görülmeye değer. Yine bir Türkiye bahsi açılıyor; dua, temenni, anı ve selâmları deruhte ediyorum mecbur. Artık gerçekten kalkmalıyım, daha gündüz gözüyle görmek istediğim bir şehir var.
Albert ve Nejad abilerle vedalaştıktan birkaç yüz adım sonra, çarşıya geldiğimi belli eden, küçük bir meydana çıkıyorum. Karşımda 1878’deki kıyâm sırasında hayatını kaybedenler anısına dikilmiş bir anıt, sağımda Sa’diyye tarikatına bağlı Zeynelabidin Tekkesi, solumdaysa Krena nehri… Tekkenin dış kapısı açık, hemen kolaçan ediyorum; ama avluyla yetinmek durumunda kalıyorum. İçeride devam eden bir tadilat var. Meydan, anıtın iki yanından çatallanan yolla birlikte şehre doğru açılıyor. Sağdaki yoldan, Yakova’nın dillere destan çarşısına giriş yapıyorum. Burası, Hadım Süleyman Ağa Caddesi. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, Süleyman Ağa’nın bir nâkıslığı daha var. Kendisiyle alâkalı bazı kayıtlarda, adının yanına “bîzebân” yani “dilsiz” notu da düşülmüş. Süleyman Ağa konuşamıyormuş; amma velâkin ben, önümdeki bir gün boyunca kendisini çokça duyarım.
Yakova’nın tarihî çarşısı, yaklaşık bir kilometrelik caddenin iki yanı boyunca uzayıp, ön ve arka caddelere açılan dar sokaklar enince genişliyor. Kafeler, restoranlar, atölyeler, hediyelik eşyacılar, giyim kuşamcılar, züccâciyeler, fırınlar, zanaatkârlar…Birbirine yaslı bu küçük dikkânlar,Evliyâ Çelebi’nin “bülbül yuvası” teşbihinin birer tecessümü olarak karşılıyor beni. Şehirde akşamüstü dinginliği hâkim; sokaklar sakin, insanlar gölgeye çekilmiş, esnaf yarı açık… Hadım Süleyman Ağa’dan bakiye camiye yollanıyorum. İkindi güneşi, son cemaat yerinin duvarlında sararmakla meşgul. Caminin bitişiğinde bir kütüphane ve hemen karşısında da Kosova İslâm Birliği’nin Yakova temsilciliği var. Arkaya dolanan bahçeyi takip edip, yeşillikler arasında medfûn Osmanlıları ziyaret ederek bir tam tur atıyor ve yeniden girişe varıyorum. Binanın dışında gördüklerim, içeriye dair heyecanımı artırıyor; ancak eşiği geçtiğim anda fark ediyorum ki hakkıyla heyecanlanamamışım! Hem kendimi böylesi bir güzellik için biraz yorgun hissettiğimden hem de ışığın yetersizliğinden, elbette ki tekrar gelmek üzere, camiden ayrılıyorum.
Çarşıda biraz daha oyalandıktan sonra, hemen her gittiğim yerde olduğu gibi, şehri yukarıdan görecek bir nokta arayışına çıkıyorum. Batıda, yerleşimin bittiği yerden yükselen Çabrati Tepesi ve terasları şehre bakan birkaç restoran dikkatimi çekiyor. Mazlum Meyzini Caddesi’nden yukarıya yarım saatlik tatlı sert bir tırmanışın ardından çıktığım tepede pek de umduğumu bulamıyorum. Yol boyu ara ara kendini gösteren manzaralara baktığım ve mahalle aralarında dolaştığım yanıma kâr kalıyor. Gecelemesine 10 euro ödenen otele gitmeli ve sırtımdaki yükten kurtulmalıyım artık. Hem zaten ben bunu yapana kadar hava da kararmış olur…
Oluyor da! Sarı sıcak restoran ışıklandırmalarının ve onları yukarıdan destekleyen sokak lâmbalarının aydınlattığı Hadım Süleyman Caddesi’ne dönüyorum tekrar. Çarşı, akşamüstüne nispetle çok kalabalık bu kez. Sanırım şehirdeki herkes, havanın kararmasını bekliyormuş. Mekânlar tıka basa, masalar mükellef, yüzler güleç, müzikler eh işte… Birkaç tur attıktan sonra, nihâyet bir masaya ilişiyor; Yakova’ya ve insanına dair şahitliklerle gözlerimi dinlendiriyorum. Bir iki saat daha böyle oyalandıktan ve bolca fotoğraf çektikten sonra, artık kendimi de dinlendirmenin zamanı geliyor.
“Az çok demeyelim”
Yakova’daki ikinci güne de bıraktığım yerden, çarşıdan başlıyorum. Caddeye çıkan ara sokakların birinde rastladığım fırından bir iki çörek alıp, gördüğüm ilk kahvecide, kelimenin tam mânâsıyla kahvaltı yapıyorum. Ağır hareketlerle sabah rutinini icrâ eden esnaf ve bisikletleriyle sağa sola geçişen insanlar eşliğinde, çarşının dışına doğru çıkıyorum biraz. Yolumun üstünde Aziz Peter ve Aziz Paul Katolik Kilisesi var. Burası, 65 metrelik iki çan kulesiyle, Yakova’nın yakın ve uzak geçmişinden rol çalan bir yapı. 20. asrın ilk yarısında yapılan kilise Kosova Savaşı sırasında tahrip olunca, 2000’lerin başından itibaren yine aynı yerde bu bina yükselmiş. Kendileri de Katolik olan Hırvatların ve Vatikan’ın da desteğiyle inşa edilen kilise, tarihî anlamı yahut mimarî özelliğinden ziyâde şehrin genel yapısıyla orantısız görünümüyle dikkat çekiyor.
Elbette ki bu durumun arka planında bölgede zamanla değişen ya da değişmesi istenen dengelerin etkisi var. Başka bir bahsin konusu olacak meseleleri dışarıda bırakıyor ve kapıdan bir bakış atıyorum ki içeride ayin var! En arkadaki sıralardan birine geçiyor ve apsiste ayini yöneten rahibi ve büyük bir dikkatle onu takip eden cemaatini seyre koyuluyorum. Dualar ediliyor, Kitâb-ı Mukaddes’ten bölümler okunuyor, ilâhiler söyleniyor, ekmek ve şarap sunuluyor… Derken hiç beklemediğim bir sahneye şahit oluyorum: bir görevli, uzunca bir sopanın ucuna bağlanmış keseyle cemaatin arasında dolaşıyor ve nakdî yardım topluyor. İster istemez, “Az çok demeyelim, boş geçmeyelim” diye söyleniyorum bir süre ve son takdisi beklemeden kiliseden ayrılıyorum. Hemen karşıda bir kilise daha var: Aziz Antuan Kilisesi. Orayı da dışarıdan şöyle bir gözden geçiriyor ve yoluma devam ediyorum.
Caddenin Erenik Nehri ile kesiştiği noktada, yedi ayak üzerine kıvrılıp bükülen Tabakhâne Köprüsü ile karşılaşıyorum. 18. asrın ikinci yarısına tarihlenen köprü, 130 metreye yaklaşan uzunluğu ve dört metreyi aşan genişliğiyle, Arnavut diyârındaki en büyük on köprüden biri. Yakova, geçmişinde dericilikle bilinen bir şehir. Tabakhâne Köprüsü de bölgedeki debbağların himmetiyle inşa edilmiş ve uzun yıllar Yakova’yı İşkodra, Kökes gibi Arnavut şehirlerine bağlamış. Şimdilerde araç trafiğine kapalı olan köprü; yayaların yükünü çekmeye ve açıklığı 15 metreyi bulan yorgun gözleriyle, etrafında olup biteni izlemeye devam ediyor.
Beşikten mezara
Merkezin dışına doğru yaptığım yürüyüşü, farklı cadde ve sokaklardan geçip, Eski Çarşı’ya dönerek noktalıyorum. Niyetim, öğlen namazında Hadım Süleyman Ağa Camii’ne yetişmek; ama ondan önce dikkatimi çeken bir yer oluyor. Daha önce de birkaç vitrinde gözüme çarpan rengârenk, ahşap beşiklerden birini daha, nihayet açık bir dükkânın önünde görüyorum. Üstelik yalnızca beşik de değil; el işi olduğu kolayca anlaşılan sehpa, tepsi, kaşık, havan, sandık gibi eşyaların donattığı bir sergi var karşımda. Merakla atölyeden içeri giriyor ve tezgâhın başındaki zanaatkâra selâm ediyorum. Rüşdü Usta, gözlüklerinin üstünden birkaç saniye beni süzdükten sonra, sıcak bir tebessümle alıyor selâmımı. “Az bi’ işim var, hemen geleceğim.” diye de ekliyor. O işini tamam edene değin ben de atölyeyi incelemeye dalıyorum. Üst üste istifli irili ufaklı ağaç malzemeler, onları işlemeye yarayacak araç gereçler, nostaljik birkaç ekipman ve duvarları süsleyen fotoğraflar…
Siyah beyaz bir fotoğrafa baktığım sırada Rüşdü Usta da yanımda bitiyor. Orası, diyor, benim doğduğum evdi. Fotoğraftaki sokağın ortasından geçen oluğu gösteriyor, fotoğrafta gezdirdiği parmağıyla; Hadım Camii’nin şadırvanından gelen su, bu oluktan sokak boyunca geçer gidermiş. Sonra biraz yukarı kaydırıyor elini ve evin arkasındaki duvarı işaret ediyor. Caminin duvarı bu, diyor. Camiyle iç içe bir çocukluk ve gençlik geçirmiş Rüşdü Usta; ne var ki savaş günlerinde, caminin saldırıya uğradığı sırada evleri de yıkılmış. Beşik vesilesiyle başlayan sohbet, yakın tarihin acılarını bağrına basan bir kabristana varıyor çok geçmeden. Daha ben üzüntümü ifade edemeden devam ediyor: “Yalnızca cami ve evimiz değil; bütün bu gördüğün çarşı, yerle bir oldu. Neredeyse tek bir sağlam bina dahi kalmadı burada. İnsanlar, şehri terk etmek zorunda kaldı. Savaştan sonra aslına sadık kalınarak ihyâ edildi işte burası tekrar.”
Atölyenin en dikkat çekici parçasına geliyor söz. Kosova’da meşhur bir hediyelikmiş beşikler ve Yakova da beşik ustalarıyla bilinirmiş. "Kendim çiziyor, biçiyor, yapıştırıyor ve boyuyorum." diyor Rüşdü Usta. Beşikleri süsleyen desenleri temaşa ettikçe, hayranlığım artıyor. İç içe geçmiş çiçekler, onları “patlatan” dallar ve başka geleneksel motifler… Me fat (İyi şanslar), Gezvar (Mücevher), Maşallah gibi güzel söz ve temenniler de kendilerine yer buluyor bu beşiklerde. Ne var ki hemen her zanaata olduğu gibi, bu işe de rağbet azalmış. Sadece birkaç usta kalmış Yakova’da. Bu durumu, kendi ailesi üzerinden anlatıyor ustamız: “Babam bu işi yapıyordu onun babası da ve onun babası da… ama oğlum yapmayacak.” Mütereddit soruyorum, neden, diye; zira arkasından hüzünlü bir hikâye gelecekmiş gibi hissediyorum. Oysa mütebessim bir ifadeyle cevap veriyor; Tiran’da üniversite okuyormuş meğerse oğlu. Çocuklardan bahis açılmışken, karşı duvardaki fotoğraflara bakıyoruz biraz da. Babası, kızı, torunu, kendisinin gençliği… Her birini ayrı bir özlemle anıyor Rüşdü Usta. Sonra biraz da kendi çocukları üzerinden, gençlerin artık buralarda kalmak istememesinden, yapacak iş bulamamalarından dert yanıyor. Allah büyüktür be Ustam, diyecek oluyorum; ama hemen bitişikteki minareden yükselen ses, benden önce davranıyor.
Cüzîden küllîye, muazzam bir ahenk
Rüşdü Usta’ya güler yüzü ve hoşsohbeti için teşekkür ediyor ve davete icâbetle Hadım Süleyman Ağa Camii’ne geçiyorum bir kez daha. Namazın ardından, şimdi ışıl ışıl olan içerisini tüm detaylarıyla kayıt altına almak için, fotoğraf makinama sarılıyorum. Duvarlar, mihrap, minber, kubbe, pandantif, müezzin mahfili, kadınlar harimi… Gözümün değdiği her bir noktadaki birbirinden güzel işlemeler, başımı döndürüyor.
Cami; ihtiva ettiği bezeme, tasvir, nakış, yazı, ahşap boyama, istif ve tüm renklerle, cüzîden küllîye muazzam bir âhenk üzere bina edilmiş. Travnik’teki Alaca Camii’nde (Süleyman Paşa Camii) duyduğum hisler, uzun bir aranın ardından tekrar hücum ediyor bünyeme. Çiçekler, meyveler, serviler, camiler, vitraylar, pencereler ve hatta şehirler… Her bir tasvir ve resmi uzun uzun incelemeye çalışıyor; en ufak detaya değin vâkıf olmak istiyorum. Giriş kapısının üstündeki ahşap işçiliğine daldığım sırada, hemen arkamdan işittiğim tanıdık bir lîsan dikkatimi dağıtıyor. Yaklaşıp selâm veriyorum. Sesin sahibi, caminin imamı Erkan Hoca’ymış meğerse. Diyanet İşleri Başkanlığında imam-hatip olarak görev yapan Hoca, yaklaşık bir buçuk yıldan bu yana Hadım Süleyman Paşa Camii’nde görevliymiş. Caminin hikâyesine dair teferruatı da yine kendisinden alıyorum.
Hadım Süleyman Ağa Bîzebân, Osmanlı’nın Muhteşem Yüzyıl’ında, Yakova yakınlarında bir köyde dünyaya gelmiş. Çocuk yaşta devşirilerek Yeniçeri Ocağı’na dahledilen Süleyman, Enderûn tedrisatından geçmiş ve kimi kaynaklara göre de Üçüncü Murad döneminde Topkapı Saray’ında görevler almış. Farklı devir ve coğrafyalardaki hemhâlleri gibi Süleyman Ağa da vakti gelince, doğduğu topraklara bir hâtıra bırakmak istemiş ve 1500’lerin son dekadında, Hadım Süleyman Ağa Külliyesi’ni bina ettirmiş. Cami, medrese, kütüphane, hamam ve muvakkithaneden müteşekkil külliyenin bazı yapıları, ne yazık ki insanoğlunun hoyratlığına kurban gitmiş.
Bugün hâlâ bütün ihtişamıyla ayakta duran camiyse zamana yenik düştüğü yahut insan eliyle tahrip edildiği dönemlerde bir şekilde ihyâ edilmiş. Giriş kapısının üstündeki “Tarih-i tamir-i cami Süleyman Bîzebân aleyhi rahmet ve el-gufran” yazılı kitâbeye göre, bu onarımların en kapsamlılarından biri, 1844-45 senesinde yapılmış. Bu tarihin üzerinden henüz bir asır geçmeden bir kez daha bakıma alınmış ve 1970’li ve 80’li yıllarda da elden geçirilmiş. Tarihindeki belki de en büyük yıkımı Kosova Savaşı sırasındaki saldırı ve kundaklamalarda gören cami; minaresinden, son cemaat yerinden ve bezemelerinin bir kısmından olmuş. Hadım Süleyman Ağa Camii, savaşın ardından şimdilik son kez tadil edilmiş ve nihayet bugünkü görünümüne kavuşmuş.
Camiye dair sohbeti ve müstesnâ süslemeleri detaylıca kayıt altına almayı tamam ediyorum biraz sonra. Erkan Hoca’nın nâzik davetiyle, Eski Çarşı’nın hemen girişindeki Hotel Jupave’nin kafeteryasına yollanıyorum. Hotel, mimarî açıdan da önemli; zira Balkanlar’da karşımıza çıkan ve hemen her Balkan dilinde “kule” mânâsıyla anılan Osmanlı evlerinin tipik örneklerinden biri. Jupave’nin Erenik tarafında düşen bahçesinde, yine Diyanet İşleri Başkanlığı personeli Recep Şahinkaya ve eğitiminin bir kısmını Türkiye’de tamam eden Reis Berisha’ya katılıyoruz. Hocaların her ikisi de Yakova Büyük Medresesi’nde müderris. Şehre, insana ve günlük hayata dair bir şeyler öğrenmek için, daha iyi bir masaya ilişemezdim sanırım. Bizim oralarda “burmalı” dediğimiz formdaki yöresel baklava ve buraların olmazsa olmazı brovnitsa ısmarı eşliğinde, bu keyifli sohbetten istifâde ederim bir süre. Sonra da şehri şöyle bir daha turlar, terminale geçer ve bulduğum ilk otobüsle kuzeye doğru yol alırım.
“Kışla değil, ibâdethâne”
Hem kilometre hem de euro bazında yolun üçte ikisini gittikten sonra, Lanetli Dağlar’ı temkinli bir mesafeden selâmlayan küçük bir kasabada otobüsten iniyorum. Kenardaki dükkânların önüne sıralanmış ahalinin meraklı bakışlarını ve ışıkları karşıya geçip, Sali Çeku Caddesi’ni yol tutuyorum kendime. Biraz sonra mahalleden sıyrılıp çıkıyorum. Solumda, gölgesine sığındığım bir ormanlık; sağımdaysa benim kadar şanslı olmayan bir ovacık var. Vakti olan için ne kullanışlı bir zaman makinası, diye geçiriyorum aklımdan. Yarım saati aşan yürüyüşün ardından, önce devasa saksılardan oluşan bir barikata, sonra da üzerinde en az saksılar kadar büyük harflerle “KFOR” yazan bir kontrol noktasına ulaşıyorum. Bu, NATO öncülüğünde ihdas edilen ve Kosova’da güvenliği sağlamaktan sorumlu olan çok uluslu Kosova Force’un (Kosova Gücü) kısaltması. Kollarında Hırvat peçleri taşıyan iki asker tarafından güler yüzle karşılanıyor ve pasaportumu kendilerine uzatıyorum. Kontrol, çok uzun sürmüyor ve teşekkür alışverişiyle tekrar yola giriyorum. Önüme gelen ilk virajı döner dönmez, buradaki hedefim beliriyor karşımda: Deçan Manastırı!
Binanın önüne yanaştığımda, bu kez daha kalabalık bir KFOR timiyle karşılaşıyorum. İtalyanlardan oluşan ekibin arasından geçip, nizamiyedeki askere pasaportumu uzatıyor; ilkinden biraz daha uzun süren kontrolün ardından, Albay Danilo Fusari imzasını taşıyan ziyaretçi kartımı alıp demir kapıdan içeri süzülüyorum. Adını bulunduğu bölgeden alan yahut da o bölgeye adını veren Deçan Manastırı, asırları aşıp gelmenin vakârıyla buyur ediyor beni bahçeden içeri. Çam ağaçlarının ve bakımlı bir çimenliğin ortasından 29 metreye ulaşan Îsâ’nın Göğe Yükselişi Kilisesi; Kotorlu ustaların hünerli ellerinden çıkan o harikulâde taş işçiliklerini, iki renkli mermer gövdesinin tüm zarafetiyle sergiliyor. Kornişler, revaklar, pervazlar, çerçeveler, kemerler, sütunlar…Kuş, aslan, grifon ve türlü hayvan motifleri; insan ve melek tasvirleri, ikonografik heykeller ve Îsâ’nın vaftiz edilişi gibi kimi dinî sahneler, binanın mümkün olan her bir taşına nakşedilmiş. Keşke biraz olsun çizme becerim olsaydı, diye geçiriyorum içimden ve biraz olsun yazabilmenin teselline sarılıyorum, her sefer olduğu gibi.
Deçan Manastırı’nın inşâsı, dönemin Sırbistan Kralı Üçüncü Stefan Uroş’un mührünü taşıyan imtiyaznâmeyle, 1327 yılında başlanmış. Manastırın bittiğini görmeye ömrü vefâ etmeyen babasının yerine tahta oturan Dördüncü Stefan da süreci devam ettirmiş ve nihâyet 1335’te mâbed tamamlanmış. Ortaya çıkan eserin güzelliğinden hayli etkilenen Kral, sekiz yıl süren çalışmalara katkıda bulunanlara Prizren yakınlarındaki Manastır köyünü hediye etmiş. Hemen her manastır gibi birkaç doğal güzelliğin kesiştiği, gözlerden uzak bir noktaya kurulan yapıda; Romanesk, Gotik ve Bizans mimarîleri nâdide bir uyumla cemedilmiş. Deçan, şimdilerde öyle gözükmese de başlangıçta dört dönümlük bir arazi üzerine kurulan bir manastır. Misafirhâne, aşevi, mektep ve hastane gibi unsurlar, zaman içinde değişime ve hatta yıkıma uğramış.
Fâtih Sultân Mehmed komutasındaki orduların 1455’te bölgeyi fethetmesiyle Osmanlılar himâyesine giren Manastır, 1912’ye kadar geçen süre zarfında fermanlara da konu olmuş.
- Manastırın vergiden muaf tutulması, din adamlarının sipâhîlere denk görülmesi ve başrahiplere seyahatleri sırasında silâhlı refakatçi temin edilmesi gibi ayrıcalıklar, farklı dönemlerde verilen buyruklarla teminat altına alınmış.
Doğu kapısından geçip, Îsâ’nın Göğe Yükselişi Kilisesi’ne giriyorum. Birkaç insan boyunu aşan sütunlarla üç nefe ayrılan narteks, dışarısına nispet eden bir renk cümbüşüne tuval olmuş. Duvarlar, sütun başlıkları, kemerler, kideler; tabandan tavana her bir santimetrekare, başka başka zaman, mekân, insan ve hâdiseyi konu eden fresklerle bezeli. Ekümenik konsilleri, yapının bânileri Üçüncü ve Dördüncü Stefan’ın kutsanmasını, azizlerin hayatlarından sahneleri ve türlü kişi ve olayı bu freskler arasında görüyorum. Bak bak bitmeyecek gibi geliyor bir andan sonrası, naosa geçiyorum. Burası da nartekste olduğu gibi tamamıyla fresklerle boyanmış. Geniş sütunlar, Îsâ ve Meryem tasvirleriyle kaplı. Bunlar arasında, belki de çok az örneğine rastlanacak türden, eli kılıç tutan bir Îsâ freski dikkatimi çekiyor. Bunu, Kitâb-ı Mukaddes’in Matta bölümünde, “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim. (10:34)” cümlesiyle başlayan ve Îsâ’nın kendisini sevenlerle sevmeyenler arasındaki muhtemel mânevî mücadeleden bahsettiği pasaja yoruyorum. Allahualem! Hemen bu freskin yanı başında Kral Üçüncü Stefan ve İmparatoriçe Helena’nın mermer sandukaları var. Gözümü yükseklere çeviriyorum. Tavan, Îsâ’nın çektiği acılara tahsis edilmiş gibi. Son akşam yemeğiyle başlayan kompozisyon; yakalanma, yargılanma, çarmıha gerilmeyle bir uçtan diğerine uzanıyor.
Artık gözlerimi yormaya başlayan detayları hem inceleyip hem de kayıt altına almaya daldığım sırada, yabancı bir ses işitiyorum. İri kıyım iki beyefendi bitiyor yanımda ve fotoğraf çekmenin yasaklandığını ilân ediyorlar. Alttan almak niyetiyle, girişteki askerlere sorduğumu ve sorun olmayacağı cevabını aldığımı söylüyorum tebessüm ederek; ancak belli ki bu duruma şerbetliler. “Burası kışla değil, ibâdethâne” çıkışı geliyor birinden, bu cümleyi daha evvel yüzlerce kez kurduğunu ve askerlerin varlığından huzursuzluğunu aynı oranda belli eden bir tonda. “Zaten alacağımı aldım” anlamında, “You’re right” diyorum kısaca ve silâhımı indiriyorum. Geriye kalan bölümleri hızlı adımlarla gözden geçiriyor ve dışarı çıkıyorum. Bahçedeki çeşmenin başında verdiğim molayı, çan sesleri bölüyor. Evet, bir manastırdayım ve çan duymayı garipsiyorum; çünkü birden fazla ses var ve duvarın ötesinden geliyorlar. Demir kapıdan da çıkıp KFOR askerlerinin olduğu noktaya dönüyor ve tahmin ettiğim manzarayla karşılaşıyorum. Onlarca keçi ve oğlak, ikindi ışığının aydınlattığı yol boyunca sıralanmış, kaygısız hareketlerle birbirlerini takip ediyorlar. Hayır, birbirlerini değil de önlerinde yürüyen çobanı takip ettiklerini fark ediyorum biraz sonra. Uzun saçı, Ortodoks sakalı, siyah, tek parça kıyafeti ve boyunca âsâsıyla bir keşiş! Bir şeyler hatırlatıyor ya da çağrıştırıyor bana bu gördüklerim. Zihnimde uçuşan ama bir türlü birbirine değmeyen o şeylerin tesiriyle, Deçanî bu yeşillikten sıyrılıp, Kenanî bir sarılıkta buluyorum kendimi. Ne var ki çok sürmüyor bu a’mâk-ı hayâl. Büyükçe bir kapının önünde duran keşiş, cebinden akıllı telefon çıkarıyor ve henüz fark ettiğim kablosuz kulaklığı vesilesiyle biriyle konuşmaya başlıyor. Birazdan o kapı açılır, hayvanlar manastırın ahırına güdülür ve ben de birkaç fotoğraf daha çekip, yeniden yola revân olurum.
İsmiyle müsemmâ şehir
Otobüsten indiğim noktaya dönünce, ahali ve meraklı bakışları tarafından karşılanıyorum yine. Gelip geçen vaktin yalnızca insan teninde anlaşıldığı böylesi yerlerde değil iki saat, aylar ve belki yıllar içinde dahi bir şeylerin değiştiği nâdirâttandır. Bilmem kaç yıl evvelinde bir âna, bayat filmle sabitlenmiş bu solgun kareye ben de dahil oluyorum. Tecrübe edenleri bilir ki zaman yolculuklarının en çok dönüşü yorar. Olanca sıradanlığıyla müşterilerini oyalayan kafeye oturuyor ve bir soda rica ediyorum. Tahminime göre bir saat kadar burada bekleyecek olmanın rahatlığıyla, olağandan büyükçe bir yer tutuyorum oturduğum masada. Ne var ki daha sodamdan birkaç yudum almışken, yaklaşmakta olan yarım otobüsü fark ediyorum. Bereket, ön cama tutuşturulmuş tabelanın fontu büyük, “PEJË” yazdığını yeterli mesafeden seçebiliyorum. Herhangi bir yerden otobüse binme sırası bende, el ediyorum. O ana kadar buralarda durmaya çok da niyeti olmayan şoför, hoyrat bir makasla sağındaki aracı çalımlıyor ve beni, bu eski fotoğraftan oyup çıkartıyor. Yalnızca 1,5 euro karşılığında üstelik!
Yarım saatlik yolculuğun sonunda, Arnavutlara göre Pejë, bize göreyse İpek’e varıyorum. Terminalden çıkar çıkmaz, Kraliçe Teute Caddesi’nden yukarı doğru yürüyor ve Muhammed Paşa Sokağı’ndan itibaren Eski Çarşı’ya bağlanıyorum. Çarşı, yakın tarihin fırtınalı günlerine nispet eden bir sekînetle büyüyüp genişliyor önümde. Sokaklar boş, dükkânlar kapalı, insanlar kayıp… Şaşırıyorum ama bir yandan da hoşuma gidiyor bu hâl; zira aksini görmek çok daha kolay olsa gerek. Sokak, Çarşı’da toplanan yahut Çarşı’dan dağılan diğerleriyle buluşup, orta hâlli bir meydana dönüşüveriyor. Asırlar boyu çekiç, hızar ve belki çığırtkan sesleriyle ritim tutan Çarşı, son yüzyılda bombardıman gümbürtüleriyle sarsılıp dağılmış. Önce, İtalyanlar ve sonra da Sırplar eliyle kırılmış, İpek’in kalbi.
Kosova Savaşı’nın ardından aslına uygun olarak abât edilen Çarşı, elân genç bir adamın ayak sesleriyle yetiniyor. 17. asrın sonunda, Sultânü’l-Berreyn ve’l Bahreyn Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın bakiyesi Fethiye Camii’nin onarımlarla bugüne ulaşan hâli Çarşı Camii, hemen sağıma düşüyor usulca. Yakından bakmak niyetiyle yanaşıyorum amma velâkin kapalı. Bosna’da çokça karşılaştığım “kapalı cami” meselesiyle Kosova şehirlerinde de yüz yüze geliyorum. Burada, merkezî noktalardaki camiler, namaz vakitleri dışında da ziyaret edilebilir aslında; ama cami, adını aldığı çarşıya ayak uydurmuş. Nasılsa vaktim var, deyip, ilerliyorum.
Uzun Çarşı Sokağı’nı bitirip, İpek Nehri kıyısına eriyorum. Etraf biraz olsun kalabalıklaşmaya başlasa da sakinlik namına değişen bir şey olmuyor. Şehrin “yeni çarşısının” başladığını ilâm eden Akademisyenler Meydanı’na getiriyor bu yol beni. Meydan, “yarın yine gel” ifadesi takınmış, son ışıklarını bahşeden günü uğurluyor. Nehri soluma aldığımda, sağdan yukarı Âdem Yaşari Caddesi başlıyor. Sanki buraya kadar görmediğim herkes, birbirine ulanmış kafe ve restoranların masalarına doluşmuş, caddenin iki yanında. Sakince sohbet ediyor, sakince gülüyor, sakince yiyip içiyor, sakince kalkıp yürüyorlar. Birbirini kovalayan çocuklar, bisikletle çıktığına pişman olan ihtiyarlar, banklarda soluklanan orta yaşlılar, gençliklerine güvenen kızlar, kendilerine güvenmeyen oğlanlar ve dahi işportacılar… Bugüne mahsus bir sakinlikte olup bitiyor her şey. Ben de öylece duruyorum tüm bunların arasında.
- Birlikte anıldığı melânete inat bir güzellikle yükselen dağlar, yıldızlı semâyı atlas bir elbise zarafetiyle kuşanıyor; şehir de böylesi akşamlara has tatlı bir esintiyle onun eteklerinde salınıyor.
Menzilime kıpırdıyorum. Meydanı karşı kıyıya bağlayan köprüden geçiyor, Küçük Park’tan yürüyor, bir zamanlar “İşçi Sineması” olarak bilinen Yusuf Gervala Sineması’nın yanında “şikan kesiyor”, köşelerden dönüyor, basamaklardan aşıyor ve kalacağım otele çıkıyorum. Günün yorgunluğu tarafından ele geçiriliyorum buradan sonra. Otelde birileriyle tanışır, biraz sohbet eder, şehre dair bilgi alır ve yarın erkenden sokaklara düşmek üzere, istirahate geçerim.
Belki bir gün Rugova…
Kosova’daki dördüncü günüme epeyce erken başlıyorum. Otelde hızlıca bir kahvaltı yapıp, şehrin batı ucuna doğru yola koyuluyorum. Geçtiğim mahalle ve sokaklar, akşamdan kalma bir sessizlik içinde. Soluma aldığım nehir boyunca yirmi dakika kadar yürüdükten sonra, Saat Kulesi Camii’ni selâmlıyorum. Osmanlıların İpek’e bıraktığı hatıralardan biri olan cami, üç asrı aşkın bir zamandır yerli yerinde duruyor. Bense yürümeye devam ediyorum. Esâsında bu, yürümekle bitecek türden bir yol değil. Şehir, doğa turizmiyle oldukça popüler ve buna sebep olan Rugova Vadisi de aynı caddenin devamında başlıyor.
Dağları taşları yarıp, 25 kilometre içerilere kıvrılan vadi, yaklaşık bir kilometrelik de derinliğe ulaşıyormuş ve bu hâliyle Avrupa’nın en uzun ve en yüksek kanyonlarından biriymiş. Her nevî yeşili, irili ufaklı şelaleleri, devasa mağaraları ve ikonik köprüsüyle sürprizli manzaralar vadeden vadi, Karadağ sınırına değin uzanıyormuş. Yürüyüş, tırmanış, kayak gibi sporlar için elverişli olması sebebiyle de sergüzeştçi ruhlar kendine çekiveriyormuş. Bunları, yolumun üstündeki Rugova Vadisi Turist Danışma Merkezi’nde görevli hanımefendiden öğreniyorum. Vadiye giriş, ücretsiz. Ancak mihmândâr eşliğinde, Rugova’da tam gün geçirmenin bir bedeli var; tek kişi 40, iki kişi 30’ar, gruplar ise 20’şer euroyla ücretlendiriliyor. Burayı görmeyi çok isterim; ama buna zamanımın yetmeyeceğini şehre ayak basmazdan evvel biliyorum. Bir daha yâ nasip… Yine de fikir edinmek için merkeze uğramam iyi oluyor, belki bir meraklısı çıkıp sorar.
Vadinin başladığı noktaya kadar yürüyorum; zira burada vakit ayırmaya değecek bir yer var: Tıpkı Deçan Manastırı gibi UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde kendine yer bulan ve KFOR tarafından korunan İpek Patrikhânesi. Girişteki yerel polise pasaportumu veriyor ve dünden bugüne hakkımda herhangi bir şikâyet vesaire olmamasını umuyorum. Olmamış! Patrikhâneye dair ilk emâre olan kemerli kapıdan rahatça geçiyor ve nehrin çağıltısı eşliğinde bir zaman yolculuğuna daha çıkıyorum. İki yüz adım kadar sonra, Patrikhâne, arzıendâm eyliyor. Yapımı 13. asırda başlayan kompleks; kısa süre içinde Ortodoks Sırpların merkez üssü hâline gelmiş ve uzun yıllar başpiskoposlara ev sahipliği yapmış. Zaman içinde türlü bâdireler atlatmış ve Kosova sınırları içindeki diğer birçok tarihî ve kültürel eser gibi, savaşın ardından himâye altına alınmış. Şimdilerde manastır olarak hizmet veren partrikhânenin alâmetifârikası, nâdide şemâili ve rengiyle bakımlı bahçenin yeşili arasında “patlayan” kilise elbette. Yekpâre gibi görünen bina, birbirine yakın tarihlerde inşa edilen dört ayrı kiliseden oluşuyormuş aslında. Üçü üst üste bindirilen Kutsal Havariler, Aziz Demetrius ve Tanrı’nın Kutsal Annesi kiliselerine son olarak Aziz Nikolas eklenmiş ve mâbet, bugünkü görüntüsüne kavuşmuş.
Âdetim olduğu üzre, kilisenin etrafında şöyle bir tur atıp, bu örneğine az rastlanan Sırp-Bizans mimarîsini yakından inceliyor ve detay detay kayıt altına alıyorum. Sabah rutinlerini ifâ etmek telâşıyla oradan oraya koşturan rahibeler, bahçeye iyiden iyiye uhrevî bir mânâ vermekle meşgul. Kilisenin ardına düşen kabristanı geçip, başladığım yere dönüyorum. Artık içeriye girebilirim ve öyle de yapıyorum. Girişte, biri genç biri kocaman iki rahibenin eğleştiği, bir karşılama masası var. Fotoğraf yasağını bu kez peşinen alıyor ve yine boylu boyunca ve enli enince dinî motif ve fresklerle kaplı duvarları temaşaya koyuluyorum. Îmâna dayalı hâdiseleri bu denli somutlaştırma gayreti, her ne kadar göze hoş görünse de, başka türlü bir boşluğun tecessümüymüş gibi geliyor yine. Nefler arasında dolaşırken, girişteki rahibenin gözetiminden de kurtuluyor ve rahat rahat deklanşöre yükleniyorum. Buraya kadar gelmişken böylesi küçük bir kural tanımazlığa başvurmam, her halükârda hoş görülebilir sanırım. İçerideki turumu tamam ediyor ve ben dönene kadar karşılama masası üzerine açılan tezgâhtan ufak bir hâtıra alıyorum. Bahçeye döndüğümde, rahibeleri şimdi bir masa etrafında toplaşmış buluyorum. Bu kez kuralı tanıyor ve bulundukları alana geçmeden, kendilerinden beklenmeyecek bir heyecanla neyle meşgul olduklarını anlamaya çalışıyorum. Nâfile bir çaba bu. Nihâyetinde, fasulye kırdıkları varsayımının yüzüme yaydığı tebessümle, patrikhâne sınırlarını terk ediyorum. Artık şehre dönebilirim.
Eski Çarşı’da yeni bir gün
Adını, savaş döneminin NATO Avrupa Müttefik Yüksek Komutanı General Wesley Clark’tan alan cadde, beni doğrudan Eski Çarşı’ya götürüyor. Dün akşamın acısını çıkarırcasına sokakları dolduran bir kalabalığın arasından, Çarşı Camii’ne doğru ilerliyorum. Şenlikli vitrinler, sırf meraktan fiyat soran müşteriler ve kimi kapılardan sokağa taşan pazarlıklar eşliğinde, artık sesleri işitilmeyen ayaklarımı meydanlığa basıyorum. Çarşının bu şenliği, savaşa dair kayıtlarda gördüğüm hâlini bulup çıkartıyor şimdi gözlerimin önüne. Dükkânlar sarsılıp yıkılıyor, vitrinler dağılıp gidiyor, insanlar inleyip yitiyor, soluklar büzülüp kesiliyor, hayâller bükülüp kırılıyor… Çatı eşiğe, çınlama gümbürtüye, toz dumana karışıyor boydan boya. Cami, ikbâline perde-i zulmet çekilmiş bir terütâzenin gözlerinden bakıyor, acımasız bir savaş makinasının demirden elleri altında çatırdayan nâmına. Allah’tan buradan ötesini göremiyor. Görse bilecek ki elleri buraya uzanan makina, kanlı dişlerini de İpek’e geçirmiş. Allah’tan buradan ötesini duyamıyor. Duysa bilecek ki yalnızca nâmı değil, şehri de çatırdıyor. Bense hem görüyor hem de duyuyorum; Aziz Allah! Güneşin kızdırdığı taşlardan sekenlerin soluklandığı işporta gölgelikleri geçip, şırıltılı bir serinlik vadeden şadırvana sığınıyorum.
Fâtih Sultân Mehmed, Fâtih, Bayraklı, Ebü’l-Feth yahut da bugün en çok kullanılan adıyla Çarşı Camii’ne seğirtenlere karışıyor; üç kubbeli son cemaat yerini geçip, ana kubbenin altında tutulan safa ekleşiyorum. Aşîna olduğum bir kıraatle edâ edilen namazın ardından, şehrin ve caminin çeyrek asır evvelki hâllerini gözümün önünden hepten silme gayretine girişiyorum. Bilhassa tromp ve kemerlere nakşedilen motifler, biraz olsun gözlerimi dinlendiriyor. Çarşı Camii, 15. asrın ortalarında bir yere, Fâtih’in şehri teşrif ettiği günlerin hemen peşine tarihleniyor. Orijinal kitâbesi olmadığı için, farklı tarihlerden de söz ediliyor; ancak ulemanın kahir ekseriyeti, camiyi 1455’teki fetihlerle ilişkilendiriyor. Bu hâlde bu şirin yapı, İpek’in ilk Osmanlı eseri ve tek kubbeli camisi oluyormuş. “Âh be Evliyâ, ne diye buraya düşürmezsin yolunu!” gibi bir serzeniş parlayıp sönüyor zihnimde, bunları işitince. Kaynaklara göre; medresesi, imâreti, kütüphânesi, hanı ve hamamıyla, esâsında bir külliyeymiş burası. Ne hazindir ki bugüne kavuşabilen, yalnızca işte bu şirin cami olmuş. Hoş, o da az zulüm görmemiş! Savaş sırasında Kosova’nın batıyla köprüsü olmak vazifesini üstlenen ve UÇK için adeta bir lojistik üssüne dönüşen İpek, Sırplar tarafından yakılıp yıkılırken; Çarşı Camii de bu küçük kıyâmetten payını almış.
- İçerisi neredeyse tamamen yakılan ve dışarısı da tahrip edilen cami, yine de ayakta kalmayı ve belki de İpek ahâlisini ayakta tutmayı başarmış.
İç mekânı süsleyen kalem işleri, camiye nispetle hayli genç. 19. asırda yapıldığı tahmin edilen bu süslemeler; çiçekler, dallar, ağaçlar, meyveler, tasvirler ve geometrik motiflerden mürekkep.
1998-99’un yakıcı günlerinde büyük zarar gören bezemeler, savaşın ardından aslına riayetle restore edilmiş. Zarafetlerini sadeliklerinden alan mihrap ve minberin büyük oranda orijinal olduğu düşünülüyormuş. Mihrabın kavsarası ve minberin aynalıklarındaki ince taş işçiliklerine yakından bakmak; çarkıfelekleri, gülbezekleri, düzenli biçimde kıvrılıp bükülen dalları, üçgenleri ve diğer detayları birbiri ardına fark etmek, keyfimi yerine getiriyor. Tüm bunları, Diyanet İşleri Başkanlığının görevlendirmesiyle burada bulunan Ergün Hoca’nın nezâretinde yapıyorum. Hoca, namaz sonrasında camiyi benim için bir süre daha açık tutuyor; görmemi ve kayıt altına almamı sabırla bekliyor. Çıkışta caminin haziresini de ziyaret ediyor; ehl-i dünyâyı temsilen, nicedir burada medfûn ehl-i kubûru selâmlıyorum. Ve aleykümselâm.
Camiden ayrılıyorum ama Eski Çarşı’da zaman geçirmeye devam ediyorum. Bir çay-kahve arasını hak ettiğimi düşünüyor; o faslı daha anlamlı kılmak için de önce bir şeyler atıştırmaya karar veriyorum. Çarşı, yemek konusunda biçilmiş kaftan! Meydanlığı mesken tutan birkaç “kebaptör” var, bana en yakın olanın dışarı attığı masalardan birine ilişiyorum hemen. Önüme gelen menüdeki isimlerin tanıdıklığından kaynaklı bir rahatlıkla sipariş vermeye kalksam da uygulamada birtakım nüanslar olduğunu öğreniyorum. “Kebâbî”, kalınlığı eleştirilebilecek yaprak sarma ölçülerindeki köftenin adı. Öyle bir iki tanesiyle karın doyurmak pek mümkün değil yani. Bunun yuvarlak, yassı, ortalama bir burgercinin köftesinden bir parmak daha büyük olanına da “köfte” deniyor. Beş parça kebâbî ve bir parça köftelik siparişimi verip, gözlerimi dükkânın içine çeviriyorum. Kapının hemen sağında, dükkânın yola bakan vitrini boyunca bir ızgara var. Tezgâhın üstü kebâbî, köfte ve sucuk yığılı. Ateşin başındaki usta, hızlı ama son derece ritmik hareketlerle icrâ ediyor sanatını. Tam göz göze gelip de selâmlaştığımız anda birkaç tabak bitiveriyor önümde. Siparişime ek olarak beyaz lahana, biber turşusu, soğan ve pitayk da geliyor serviste. Buraların etleri sâhiden lezzetli oluyor, diyorum kendi kendime, 2,8 euroluk yemeğimin son lokmasını da yuttuğum anda. Kahve içecek bir yer arama bahanesiyle sokaklara, dükkânlara ve insanlara biraz daha bakar; Eski Çarşı’dan çıkarım yarım saate kalmadan. Daha uğrayacak çok yerim vardır.
“Türkiye, müsaade etmez artık!”
Eski Çarşı’dan sonraki durağım, hemen buranın ardına düşen Hacı Bey Hamamı ve ondan mülhem bir isimle anılan Hamam Camii oluyor. İpek’in fethi sonrası inşâ edilen ilk yapılardan biri olan Hacı Bey Hamamı, kapalı kapılarıyla karşılıyor beni. Yüzyıllar boyunca külhanın ısısını, tellâğın narasını, rintmeşrebin kahkahasını ve içtimâî hayatın dahasını muhafaza eden bu yığma taştan duvarlar, hemen bitişiğindeki demircinin malzemelerine istinatgâh olmuş şimdilerde. Mil çekilen gözleriyle ölmeye yatmış bir fili andırıyor bu hâliyle hamam.
Hemen karşısında yer tutan camide buluyorum teselliyi. 1587 senesine tarihlenen Hamam Camii de nice bâdire atlatmış; ancak her seferinde silkinip ayaklanmış ve bugünlere kavuşmuş. Papatyalar, güller ve ortancalar yârenliğinde sûru bekleyenlere birer Fâtiha üflüyor ve sıradaki camide alıyorum, bir sonraki soluğu. Hamam Camii’nin karşısından itibaren başlayan Ramiz Sadiku Caddesi, birkaç on adım sonra Kurşunlu Camii’ne çıkıyor. Osmanlı tarihinin en sancılı dönemlerinden birinde vezîriâzamlık yapan Mere Hüseyin Paşa’ya nispet edilen cami; şimdi yalnızca bana tahsis edilmiş o yemyeşil bahçesi, azimle göğe yükselen çam ağaçları ve fâş olmaktan çekinmeyen kuşlarının cıvıltısıyla, İpek’in en huzurlu mekânı gibi geliyor ilk anda. Malûm sebepten ötürü camiye giremiyorum; ancak dışarısı o kadar güzel ki buna üzülemiyorum. Banklardan birine kıvrılsam, gibi bir şey geçiyor aklımdan. Sonra seyrekçe kondurulmuş kabirlere takılıyor gözüm. Ya onlar da bu hevesle düştüyse uykuya, sorusunca ikmâl-i ömriçün kendime getiriliyor ve Kurşunlu’dan aldığım bir tatlı huzurla, yola devam ediyorum.
Ramiz Sadiku Caddesi’nden Akif Bluta’ya, onun bittiği yerden de sağa, Lezha Meclisi Sokağı’na kıvrılıyorum. Daha sokağın sonuna varmadan, akranlarına epeyce benzeyen görüntüsüne rağmen farklı bir intibâ uyandıran, kutu gibi bir cami bitiveriyor manzaramda. Kapalı olmaması ümidiyle, bahçeden içeri giriyorum; ancak nâfile. Bu sırada kuytudaki gölgeliğe çektiği bankta uyuyakalmış bir ihtiyar takılıyor gözüme. Beyamca, kendisine seslenip seslenmemek arasında salınıp durduğum sırada uyanıp, ağır hareketlerle sinekleniyor. Uçuşup kaçışan cibinlerle birlikte tereddüdüm de dağılıyor. Selâmlaşıp tanış olmamızın akabinde, camiyi görmek isteyip istemeyeceğimi soruyor ihtiyar. Elbette ki görmek isterim, Salih Amca! Var olsun, cebinden bir anahtar çıkarıyor ve içeriye buyur ediyor. Güzel bir İngilizceyle, camiyi anlatmaya koyuluyor. Adını, bânisi Defterdar Mehmed Efendi’nin ünvânından alan bu cami, Eski Çarşı’nın dışında yapılan ilk camiymiş. 1570’li yıllarda tamam edildiği bilinen Defterdar Camii, sayısı her geçen sene artan Müslümanlara ve İpek’in iktisâdını yönetmekle vazifeli Mehmed Efendi’nin ve haleflerinin evrakına ev sahipliği yapmış nice yıllar. Esâsında çok özel ahşap işçilikleri varmış içeride; heyhât buraların makûs talihi, Defterdar Camii’ni de yakalamış tabii. Savaş sırasında tahrip edilen caminin onarımı, ancak 2010 yılında tamamlanabilmiş. Müezzin mahfilinin önüne bir tabure atıyor Salih Amca ve ben caminin şimdilerde oldukça yavan görünen iç mekânına bakınırken, anlatmaya devam ediyor. Savaştan bahsediyor biraz, daha eskilere uzanıyor sonra. Nihâyetinde bugünlere getiriyor sözü. Avrupa Birliği’nin, 2024’ten itibaren Kosovalılara tanıyacağı serbest dolaşımın olası zararlarından dem vuruyor birkaç cümleyle. Sırplar da biz buralardan gidelim diye bekliyor zaten, diyor, sitemkâr bir tonda. Yine de gençlere de haksızlık etmek istemediğini, onların da buralarda iş bulamadığını ekliyor hemen ardına. “Hoş, bugün bize burada bir şey yapamazlar kolay kolay; Türkiye, müsaade etmez artık!” diyor, hem kendinden hem de bizlerden emin bir hâlde. Bu ve benzeri cümleleri ilk duyuşum değil; yine de her seferinde ilkmişçesine heyecanlanıyorum. İnşallah bize ve ülkemize bu muhabbeti besleyen insanlara hiçbir zaman mahcup olmayız, duasıyla, Defterdar Camii ve Salih Amca ile vedalaşıyorum.
Biraz ileride, evvelden caminin devamı olduğunu ama Tito dönemindeki şehirleşme çalışmalarıyla buradan ayrı düştüğünü tahmin etmekte çok da zorlanmadığım, büyükçe bir kabristan görüyorum. Ahali arasındaki “uzun” nâmının hakkını veren mezarlık, Amir Morina ve Pandeli Sotiri caddeleri arasında uzayıp gidiyor. 70’li yıllardan itibaren define kapatılan alan, dünya sürgününü farklı asırlarda tamam etmiş yüzlerce Müslüman’ı bağrında yatırıyor. Mezarlar arasında ihtimamla dolaşırken, Osmanlı sonrası döneme ait taşlardaki Hilâl ve yıldız kullanımı dikkatimi çekiyor. İnancı ve kimliği nedeniyle zulme uğrayan insanların, var olma mücadelesinin belki de son gayretidir bu. Terkibinden hayat alevleri fışkırırken yapamadığını; bileğinden kopmuş, buzdan soğuk, beş tane kemikten kalem yahut toprağa dökülmüş, buhar olup bulutlara karışmış, birer fincan renkli suyla başarmak… Çatışma ve işgalin yıkıcı etkilerinin ilk anda tecessüm ettiği yerlerden olan mezarlıklar, böylesi kargaşaya müsait coğrafyalar için, tahmin edilenden çok daha fazla mânâ taşıyor. Kimliğini mezar taşına nakşettiren merhûm ve merhûmeler de geçmişin hâtırâsından ziyâde geleceğin temînâtı oluyor böylece. Okuduklarım, yapmam gerekenleri unutturmuyor elbette; sükûtî kolcularla vedalaşıp, İpek caddelerinin lakırdısına geri dönüyorum.
Hey, arkadaş! Sağ ol…
Akşam için farklı planlarım vardı; lâkin ışığın iyiden iyiye kırılmasıyla, bu geceyi de İpek’te geçirmek zorunda kaldığımı kabulleniyorum. Caddelerde, sokaklarda, parklarda ve nehir kenarlarında biraz daha gezinip; şehrin akşamüstü koşturmacasını kayıt altına alıyorum, nasılsa kalacak yerim var rahatlığıyla. Ne var ki otele döndüğümde, bu gece için müsait oda kalmadığını öğreniyorum. Aklıma, Prizrenli Lütfü Hoca’nın bahsettiği ve bahsetmekle kalmayıp da numarasını verdiği Artan Hoca’yı aramak geliyor. Hoca, muhabbetli bir sesle karşılıyor çağrımı ve konaklama konusunda seve seve yardımcı olacağını söylüyor. Kısa süreli bu sorunu bertaraf ettikten sonra, otelin işletmecisi hanımefendinin kahve davetine icâbet ediyorum. Orta yaşlarda, güleç yüzlü, görmüş geçirmiş bir kadın kendisi. İpek’e, Kosova’ya ve biraz da Trabzon’a dair lâflıyoruz. İpek’te 23 cami varmış ve Kosova’da daha fazlasını bulabileceğim bir şehir yokmuş. Dedesi, vaktiyle Çarşı Camii’nde de görev yapan, tanınır bilinir bir imammış. Biz pek ona benzemedik, diyor, kendine sitemle. Şehirdeki araç kalabalığını gurbetçilerin gelişiyle açıklıyor. Kosova’nın Avrupa’da çok gurbetçisi varmış ve buradan da kopmuyorlarmış. Geldikleri zaman da arabalar işte böyle şehre sığmıyormuş. Gün içinde şahit olup da şaşırdığım o ara sokaklara varıncaya değin bitmek bilmeyen trafiği de böylelikle açıklıyor. Çocuklarının Türkiye’nin Ege ve Akdeniz taraflarına gittiğinden ve çok memnun kaldıklarından bahsediyor. Dağ tepe dolaşmaya meraklı tiplermiş. Hemen bizim oralardan bahsedip, birkaç fotoğraf ve video gösteriyorum. Şaşırıyor ve çok beğendiğini belli eden başka tepkiler veriyor. Çocuklara göstereceğim mutlaka, deyip, yayla isimleri not ediyor telefonuna. Bu ulvî vazifeyi de ifâ ettikten sonra, yükümü sırtlayıp buradan ayrılabilirim. Hayır, yapamam! Aklımdan tamamen çıkan bir sorunu, işte tam şimdi görünce hatırlıyorum; çantamın askılarından biri kopuk. Hanımefendi, yakınlarda bir yere yönlendiriyor, sağ olsun. 25 euroluk konaklama ücretini ödüyor, paha biçilmez bir keyifle otelden çıkış yapıyorum.
Beş dakikalık bir yürüyüşün ardından, nehri karşıya geçiyor ve William Walker Caddesi’nin bu tarafa uzanan parçasının köşesine takılıyorum. Birkaç vitrinde göz gezdirdikten sonra, sağ üst köşesinde “Agi” yazan küçük camı fark ediyorum. Agron Baloku, nâmıdiğer Agi’nin muhtemeldir ki açıldığı günden bu yana hiç el değmeyen terzihânesindeyim şimdi. Agi de güler yüzünü esirgemeyen Kosovalılardan biri oluveriyor hemen; elindeki işi bırakıyor, çantamı alıyor, makinasında itinayla dikiyor, çat pat sohbete gayret ediyor ve işini bitirdiğinde de ödeme kabul etmiyor. Alnına dökülen saçları ve yakın gözlüğü arasına kıstırdığı gözleriyle gülerek, arkadaş, diyor ve maharetli eliyle senkronik bir “hayde” ekliyor peşine. Artık yükümü sâhiden sırtlanabilirim. Agi’ye teşekkür ediyor ve Akademisyen Meydanı’na yollanıyorum.
Dünün aksine daya aydınlık ve kıpır kıpır bir hâlde bulduğum meydan, vasatî bir Anadolu şehrimizde göreceğimiz türden bir toplanma merkezi. Orta yerde, tipik bir Avusturya-Macaristan yapısı olan eski belediye binası; onun biraz arkasında, göz tırmalayan mimârîsiyle meydana ve insanlara tepeden bakan müflis Bankkos merkezi; karşı köşede, Sırp güçleri tarafından 1999 Nisan’ında, Deçan’da şehit edilen UÇK Komutanı Şikelzen Haradinay’ın heykeli ve onun hemen üst tarafında, Kosova’nın efsane lideri İbrahim Rugova’nın bir temsili bulunuyor.
Ahalinin deyimiyle iki “korza” boyunca kuzey ve batı yönlerinde genişleyen meydan, ufak çaplı bir panayırı andırıyor şimdi. Nehre paralel açılan çadırlarda lokma dökülüyor, patates kızartılıyor, mısır patlatılıyor, pamuk şeker sarılıyor… Yağ kokulu tezgâhlar, neşeyle hoplayıp seken çocukların uğrak yeri.Heyecanlı gençler, meydanın batı kolundaki gürültülü kafelere istiflenmiş; bunların daha makûl olanları ve çocuklu ailelerse diğer tarafta kalan kahveci, tatlıcı ve restoranları yeğliyor. Vizörün ardından sağı solu şöyle bir taradığımı fark eden meraklı birkaç küçük, etrafımı sarıyor birazdan. Bir yandan sohbet ediyor bir yandan yürüyor ve bir yandan da fotoğraf çekiyoruz. Kalabalık verilen ilk pozlar, utangaç portrelerle bırakıyor yerini birazdan. Çok geçmeden başka meşgale buluyorlar tabii ve kendilerine yakışan bir neşeyle seğirtiyorlar hayata doğru.
Pehlivan Meydanı’nda bir gece
Ben de artık bir fincan kahve ve bir dilim pastayı hak ettiğimi düşünüyor ve Aguşoli Ailesi pastanesinin yol üstü masalarından birine yerleşiyorum. Buzdolabının vitrini, harikulâde görünen, rengârenk pastalarla süslü. Gözüme hoş gelen birini seçiyor ve bir de büyük boy macchiato ekliyorum yanına. Burası, Âdem Yaşari Caddesi üzerindeki mekânlar arasında alkollü içecek satmayan enderlerinden biri. İpek’te, tıpkı diğer Kosova şehirleri gibi, alkol hassasiyeti olduğundan söz etmek zor. Ancak buranın diğerlerinden biraz fazlası da var. Şehrin en bilinen markası, adını buradan alan bir alkollü içecek üreticisi. Hâl böyle olunca da bina cephelerinde, reklam panolarında, market dolaplarında ve kafe-restoran masalarında sık sık bu markanın logosunu taşıyan ürünlerle karşılaşıyorum. Diğer şehirlerde dikkatimi çeken başka şeylere de rastlıyorum tabii İpek’te; burada da kalabalık masalar dikkatimi çekiveriyor. Aileler, akrabalar, arkadaşlar, komşular… Birlikte dışarıya çıkmayı yahut dışarıda tesadüf edip birlikte zaman geçirmeyi seviyor buraların insanı. Yaşlarının benden küçük olduğunu tahmin ettiğim anne-babaların yoğunluğu da yine Kosova şehirlerinin ortak noktalarından.
Büyükler ve küçükler, ayrı ayrı masalarda yiyip içiyor genellikle. Çocukların bunu çoğu zaman sakince yapmasına şaşırıyorum açıkçası; zîrâ bizde işler pek böyle yürümüyor. Bari ben biraz daha yürüyeyim, düşüncesiyle, ayaklanıyorum. Hava iyice kararıp da İpek sokaklarının akşamını da kayıt altına aldıktan sonra, Artan Hoca’yla buluşmak üzere, görev yaptığı camiye geçiyorum.
Pehlivan Meydanı Camii, meydana çok yakın olmasına rağmen onun hareketliliğini görmezden gelen sükûnetiyle buyur ediyor beni bahçesinden içeri. Şemaili itibarıyla Defterdar’ı anımsatan bu küçük caminin mihrap tarafına düşen, kendi ölçülerine pek yaraşır bir şadırvanı olduğunu görüyorum. Altı oluktan muttasıl akıp da altı köşeli havuza dökülen suyun efsunlu sesi, hemencecik tesir ediyor yorgun bedenime; camiyi yoldan ayıran köşedeki banka çöküveriyorum. Buralarda bizdeki kadar sık rastlanmayan bir kedi gelip uzanıyor ayağımın dibine. Zaman, esneye büküle yavaşlıyor sanki o birkaç metrekarelik alanda. Şadırvan, İpek’e dair planlarımın tutmayan kısmını getiriyor aklıma. Suyun kendisi, Suşitsa’yı; şıpırtısı da Ak Drin’i çağırıyor bilinçaltımdan. Burası, İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un da memleketi sayılır. Her ne kadar Âkif, İstanbul doğumlu olsa da babası Tâhir Efendi, İpek’e yaklaşık 30 kilometre mesafedeki Suşitsa köyünde dünyaya gelmiş. Sırf bu sebepten köye varmayı, Millî Şairimizin uzaktan akrabalarına selâm etmeyi ve adını taşıyan cami ve okulu ziyaret etmeyi çok istiyordum. Ak Drin de yine İpek yakınlarında bir şelâle. Yer tuttuğu manzaranın güzelliği ve 25 metreden dökülen sularının parıltısıyla nam salan Ak Drin’i de yakından görmeyi arzu ediyordum. Ne var ki zaman ve imkân elvermiyor. “Rugova’ya ayıracak bir tam günün yoktu; ama diğerlerine bir şekilde gidebilirdin” gibi bir sitem şimşeği çakıyor zihnimde. Kedi, doğası gereği çabucak bir hareketle banka atlayıp, yanıma uzanıyor. Kendime haksızlık etmekte mahirimdir; ancak bu kez sağduyulu yanım, diğerine galebe çalıyor. “Şahit olduklarının kıymetini bil, gayrısı yâ nasip” tesellimi, kediceğizi kucağımdan da sıçratan bir “Allahûekber” izliyor. Ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın geçiyor işte zaman; yatsıya eriyorum.
Namaz bitip de cemaat dağıldığında; çakır gözleri, kırmızı yanakları ve sesinden çok daha genç gülüşüyle Artan Hoca buluyor beni. Yolculuğa dair sohbet ediyoruz Hoca’yla. Prizren’den, Yakova’dan, Deçan’dan haber veriyor; İpek’i nasıl bulduğumu anlatıyorum. Sonra biraz onun İstanbul’undan bahsediyoruz. Çok güzel bir Türkçesi var Artan Hoca’nın, dinlemesi ayrı bir keyif veriyor insana; dinliyorum. “Vakit geç oldu, ha? Sen de yorgunsun.” diyor Hoca biraz sonra. Sanırım artık bunu gizleyemiyorum. Nezaketi bir an olsun elden bırakmadan, kalacağım yeri gösteriyor. Artan Hoca’yı uğurluyor, camiyi kilitliyor, üst kata yerleşiyorum. Suyun şıpırtısı, belli belirsiz geliyor kulağıma şimdi. Kim bilir nereye uzanıyor bir kedi? Peki ya ben? Ben de biraz dinlenir ve sabah erkenden ülkenin doğusuna uzanırım artık.
“Amca, Başardık!”
Yeni güne, başkente hareket eden bir otobüsün orta sıra koltuklarından birinde başlıyorum. Aslında, İpek’ten Priştine’ye trenle de gidilebiliyor. Günde iki sefer yapan trenin ilki 05.17’de, ikincisiyse 11.55’te hareket ediyor; ancak bu programıyla benimkine ayak uyduramıyor maalesef. Bu nedenle bir kez daha otobüste buluyorum kendimi. 5 euroluk ücret karşılığında gidilen iki buçuk saatlik yol, nihâyetinde Priştine otogarına varıyor. Benimse hâlâ gidecek yolum var; adını çok kereler duyduğum, sûretini çok kereler gördüğüm birini ziyaret etmek niyetindeyim. Hemen peronlar arasında dolanıp, İskenderay’a gidecek ilk otobüsü bulup, aktarmamı yapıyor ve 2 euromu ödüyorum. Bir saati az aşan yolculuk, şu ana kadar gördüklerimden çok daha küçük bir şehrin merkezinde sona eriyor. Otobüsten iniyor ve neredeyse daha ilk adımımdan itibaren başlayan yokuştan yukarı tırmanmaya başlıyorum. İlerisi, Prekaz. Henüz yolun başında, kaldırımdan yükselen bir totemin üzerinde yine o sûretle karşılaşıyorum. “Plisi” denilen yün fesi, ondan taşan saçları ve kabarık sakalıyla aşîna olduğum bu tasvir,Âdem Yaşari’den başkasına ait değil.
Âdem Yaşari, 28 Kasım 1955 günü Prekaz köyünde doğmuş, ilk gençlik yıllarını yine burada geçirmiş. 20’li yaşlarının ortalarından itibaren, artık dağılma sürecine giren Yugoslavya’ya karşı bağımsız Kosova’nın fikrî altyapısını oluşturmaya çalışan Yaşari; UÇK’nın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, silahlı mücadeleye girişmiş.
Yaşari; azmi, taktik becerisi ve liderlik özellikleriyle kısa zamanda UÇK’nın önde gelen komutanlarından biri olmayı başarmış. Hâl böyle olunca da Sırpların öfkesini üzerine çekmiş. Kosova Savaşı’nın patlak verdiği günlerde, bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerini ortadan kaldırarak direnişi kırmak isteyen Sırplar tarafından bir numaralı hedef olarak belirlenmiş. Yaşari, uzun süren bir takibin ardından, Prekaz’daki baba ocağında kıstırılmış. Tanklar, toplar ve helikopterlerce desteklenen dört bine yakın askerle köyü kuşatan Sırp güçleri; Yaşari’yi ve beraberindeki UÇK’lıları teslim olmaya çağırmış. Yaşari ve arkadaşlarıysa geri adım atmamışlar. 5 Mart 1998’in akşam saatlerinde başlayan çatışmalar, 6 ve 7 Mart’ta da devam etmiş. Yaşari ailesi ve omuz omuza çatışmaya girdikleri komşularının tamamı, Sırpların orantısız gücü ve acımasızlığı karşısında en fazla bu kadar direnebilmiş.
Silâh, top ve pervane sesleri sustuğunda, savaşın en kanlı katliamlarından biri kayıtlara geçmiş! Âdem Yaşari, babası Şaban, annesi Zahida, kardeşi Hamez, eşi Adile, oğulları Fitim ve Kuştrim’in de aralarında bulunduğu; 16’sı çocuk, 12’si kadın 58 Arnavut, Prekaz’daki birkaç hânede şehit olmuş. Gel gelelim bu katliam, direnişin sekteye uğramasını değil bilâkis kamçılanmasını sağlamış. UÇK’ya katılımların artmasıyla başlayan yeni süreç bağımsızlığa kadar uzandığında ise Yaşari, “Kosova’nın Kahramanı” ilân edilmiş ve bir millet, zafer sloganını hep bir ağızdan Yaşari’ye ithaf etmiş:
“Amca, başardık!”
Yirmi dakikalık yürüyüşe, yolumun üstündeki bir enkazın önünde ara veriyorum. Sala ve Hamit Yaşari’nin köyün girişindeki evleri hem Sırp kuşatmasının hem de direnişin başlangıç noktası olmuş 1998 Mart’ında. Akrabalarının mücadelesine gözlerini kırpmadan destek veren 15 Prekazlı, bu iki katlı, birkaç odalı, gösterişsiz köy evinde şehit olmuş. Katliamdan geriye kalan hâliyle koruma altına alınan bina, mümkün olduğunca ziyarete açık; zaten çevrede de kimseler yok. İlk katın etrafını çeviren iskelenin üzerinden dolaşıp, katliama dair kendimce bir şeyler görmeye çalışıyorum; ama nâfile. Zaman, her şeyi olduğu gibi, olay mahallini de sıradanlaştırıyor. Bazı duvarlarda kalan, bazılarınıysa yıkan izlere bakıyorum öylece. Arkayı gören tarafta, iskelenin tahtasıyla alt kat penceresi arasından, hemencecik alıştığım manzaradan farklı bir şeye takılıyor gözüm. İskeleden inip, evin arkasına dolaşıyorum. Alt kattaki odaların birinde bir motosiklet, daha doğrusu bir motosiklet hurdası var. Zamanla yükselen çamura batmış, pasla kaplı bir iskelet. Ön lâstiğinin hemen dibinden, gidonunu aşan yabânî, yeşil bir bitki yükseliyor. Enkaz griliğine bulanmış bu ateş tuğlası mezarlığında dikkat çekmekte zorlanmıyor. Evin içinde dolanan rüzgârla salınıyor ince bedeni ve yaprakları. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor sanki, diye düşünürken, aynı esintinin kıpırdattığı başka yaprakların hışırtısı geliyor kulağıma. Harmanın diğer ucunda, nedense o ana denk fark etmediğim bir kalıntı görüyorum. Bir araba hurdası bu. Katliam sırasında kullanılmaz hâle getirilmiş ve gerçekten de bir daha kullanılmamış. Arabalardan pek anlamadığım için, markasını ve modelini çıkaramıyorum; ama beş kapılı, küçük bir şey. Pas tutmuş kaputu, dağılmış motoru, yanıp çıkmış koltuklarıyla; 5, 6 yahut da 7 Mart 1998’de kontak kapatmış. Onun da sağ ön kapısından yukarı, rüzgârla sallanıp hışırdayan yapraklarını üstüne gölge eden bir gladiçya yükseliyor göğe. Yarıya kadar toprağa gömülü jantların dibinde biten düğün çiçekleri ve ak üçgüller, meşûm hâtıraları gizleme gayretlerini evin önüne değin uzatıyor. İnsanın el sürdükleri hariç her şey, olması gerektiği gibi aslında.
Yolun devamı, müze ve anıt şehitlikten geçip, Sırp acımasızlığının temerküz ve tecessüm ettiği yere varıyor.Burası da yine katliam gecesinde geldiği hâlle koruma altına alınıp, iskeleler yardımıyla ziyarete açılmış. Neredeyse bitişik birkaç binadan oluşan kümenin solundaki üç katlı bina, Âdem Yaşari ve ailesine ait olanı. Binanın etrafını çeviren iskelede, Yaşari’nin o meşhur askerî kamuflajlı ve tüfekli fotoğraflarından biri asılı. Üstteki UÇK logosunun iki yanındaysa “Ai është i gjallë”, yani “O, yaşıyor” yazıyor. Merdivenleri tırmanmaya ve katlar ve binalar arasında dolaşmaya başlıyorum. Kurşun izleri, şarapnel delikleri ve patlama gedikleri; burada yaşananlara ve ölünenlere dair, bilmediğim bir dilde bir şeyler söylüyor kulağıma. Üç günlük kuşatma ve çatışmanın her ânı, bugünün sessizliğini yırtıp geçiyor. Bağırtılar, iniltilere; gümbürtüler, çınlamalara; beyazlar, allara tahavvül ediyor.
Ölüm, üç gün Prekaz’da yaşıyor ve şimdi içinden geçtiğim bu sükûtu bırakıyor ardında. Burada daha fazlası yok, diyorum kendi kendime; fazlasından kastımın ne olduğunu pek de anlamadan. Virâneleri ardıma koyup, Prekaz Katliamı kurbanlarının medfûn olduğu şehitliğe geçiyorum. Beyaz mermerden onlarca sanduka, üç sıra hâlinde uzanıyor önümde. Aralarında dolaşıp, bir yandan Fâtiha ihsân eylerken bir yandan da isimleri kontrol ediyorum. Âdem, Şaban ve Hamez Yaşari’nin isimleri, üçüncü sıranın sol başında, yan yana yazılı. Şühedâya hürmeten burada nöbet tutan Kosova Güvenlik Gücü (Forca e Sigurisë së Kosovës / FSK) askerleri, onları bulmamı kolaylaştırıyor elbette. Yan taraftaki göndere çekili çift başlı kartalı ve komutanları selâmlıyor, üçüncü sandukanın başucunda durup, mütebessim mırıldanıyorum: Amca, başardık!
Mağrur olma İsmail’im
İskenderay’dan Priştine’ye gidecek ilk otobüse yetişemeyeceğimi anlayınca, daha Prekaz’ın çıkışında otostop çekmeyi deniyorum; zîrâ bir sonraki otobüs saatler sonra ve bu, planımın altüst olması demek. Mütereddit kaldırıyorum sağ kolumu ve el ediyorum gelip geçip arabalara. Bir iki derken, daha on araba olmadan, siyah bir Audi duruveriyor önümde. Sağlam olanlarını tanımak konusunda hiç fena değilim sanırım. Şoföre, Priştine’ye gideceğimi söylüyor ve ihtiyacım olan daveti alıyorum. Hızlı, hatta biraz da tedirgin eden yolculuk, böylece başlıyor. Velînîmetlerim, Tiran’dan gezmeye gelen Arnavut bir baba ve lise talebesi oğlu. İlk kez geldiklerini, çok etkilendiklerini anlatıyorlar bir ağızdan. Birkaç hâtıra da aldık, diyor baba. Yan koltuktaki plisilere gidiyor gözüm önce; ama elini arkaya uzatıp, koltuğun altındaki tuğlaları gösterince anlıyorum neyi kastettiğini. Buradan sonra yalnızca radyoya kulak veriyorum ve bir saate kalmazdan, Bedri İslami’den “Goce Pejane” eşliğinde yeniden Priştine’ye giriş yapıyorum. Bu, son olmuyor ancak. Bu kez başkentin hemen dışında bir mekânı ziyaret etmek üzere, otobüs aramaya başlıyorum. Kısa süren arayışın sonunda, Mitroviçe’ye giden bir tanesine biniyor ve Mazgit’e doğru yola çıkıyorum. Daha on beş dakika geçmeden, ana yolun üstünde, soldan doğru ziyaretgâhıma bir aralık açan kavşakta iniyor ve otobüs yolculuğundan daha kısa bir yürüyüşe koyuluyorum. Ziyaret edeceğim yer, biraz sonra arzıendâm ediyor. Bilmem kaç kilometre ötedeki dağlara değin uzanan ova manzarası; insan boyu duvarlarla çevrili, ağaçlı yeşilli, kurşun kubbeli, küçük bir yapıyla bölünüyor. Burası; Novaborda Kalesi’nin fethini de tamamlayıp, Belgrad’ı elde etmenin tahayyülüyle yanıp tutuşan genç bir sultânın otağ-ı hümâyûnunu kurdurduğu yer. Burası; Evliyâ Çelebi’nin, maiyetinde bulunduğu Melek Ahmed Paşa’ya, “Ve İzevçan hâssından bir yük akçe ile amâr edüp, etrâfın kal‘a-misâl dîvâr çeküp, bir türbedâr ehl’ü ıyâliyle ta‘în edesiz” deme cüreti gösterdiği yer. Burası; bir cuma vakti teşrif buyuran sultânın ardı sıra saf tutan mahşerden numûne kalabalığın, ikinci ezanı müteakip, omuz omuza tekbirler aldığı yer. Burası, Meşhed-i Hüdâvendigâr!
1362 senesinin nevbahârında Osmanlı tahtına cülûs eyleyen Sultân Birinci Murad, komutasındaki orduyla birlikte Kosova Ovası’na ayak bastığında, ömrünün hazânına vardığını biliyormuş elbette. Yine de atının nalları altında ezilen çimenlerden fışkıran çiçek menevişleri, çerisinin başı üstünde gölge eden ağaçlardan biten yaz yemişleri ve göğsünün içini dolduran nefeslerden tüten gençlik ateşleri; ona, ilerleyen yaşını unutturuyormuş. Hepsi hepsi bir iki seneymiş gibi hatırladığı saltanat yılları fütûhâtla geçmiş; Anadolu’daki hâkimiyet tahkim edildikten sonra, nihâyet Rumeli’den ötesine geçme vakti gelmiş. Karşısında, Sırp Kralı Lazar ve Bosna Kralı Tvrtko; yanında, sâdık veziri Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’nın mahdûmu Ali Paşa; sağ kolunda, tarihe “Yıldırım” nâmıyla geçecek şehzâdesi Bâyezîd; sol kolunda, “nizâm-ı âlem içün” katledilecek ilk karındaş çelebisi Yâkûb ve ardında, o çok yaşasın deyu can vermeye hazır, üç kerre on binlik ordu varmış Sultân’ın. Mazgit, 1389’un bir haziran günü tekbir nidâlarıyla köpürmüş, kılıç şangırtılarıyla çalkanmış ve nihâyet küffâr iniltisiyle durulmuş. Sekiz saati geçen canhıraş çarpışmanın sonunda, âdet olduğu üzre sahrâyı temâşa etmek niyetiyle, meydana inmiş Murâd-ı Hüdâvendigâr. Kendisine bir fethi daha nasip eden Allah’a hamd ile lâşeler arasında dolaşmış bir vakit. Sonra akıldan geçmeyecek, akıldan geçse dile gelmeyecek, dile gelse hayra yorulmayacak bir şey olmuş. Lâşelerden biri dirilivermiş! Hemi de elinde bir tîğ-ı Dahhâk! Daha kimsecikler ne olduğunu anlayamadan, Sultân’ın kanıyla boyanmış Kosova toprağı; menevişler solmuş, yemişler donmuş, ateşler sönmüş.
- Gün geceye, hazân zemheriye, Sultân şühedâya karışmış böylece. Tahnît edilen naaşın dışı Bursa’ya nakil, içiyse buraya de’fnedilmiş. Bâyezîd “Sultân”, Yâkûb “kurban”, Mazgit ise “Meşed” nâmıyla anılmış işte o günden bugüne.
Benden yaklaşık 640 yıl evvel buraya ulaşan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın iç organları, işte bu sahranın orta yerinde binâ edilmiş türbede medfûn. Araziyi çeviren duvarın ardında, Sultân İkinci Abdülhamid tarafından yaptırılan ve 2010 yılında TİKA eliyle restore edilen selâmlık binasınca karşılanıyorum. Sol tarafa devam edip, ikinci bir duvar aşıyor ve avluya ilerliyorum. Sağ taraftaki tek katlı ev, 170 yıldır buranın hizmetini gören “Türbedar” ailesinin. Solda, türbenin giriş kapısının da bulunduğu cihette şâyânıhayret bir dut ağacı göğe uzanıyor. Uzaktan da dikkat çekiyor bu 630’unu geçkin, cesâmetli ağaç; ama yakından görmesi bambaşka bir tesir uyandırıyor. Avlunun temizliği ve bahçenin şenliği, ölümü unutturma gayretindeymiş gibi geliyor. Hemen girişte, Türbedar ailesinden ebediyete irtihâl edenlerin mezarları bulunuyor. Binanın arkasına uzanan hazirede de Kumandan Rifat ve Kosova Valisi Hâfız Mehmed paşaları ziyaret ediyorum.Güller ve goncalar arasında salınırken, el’an türbedarlık vazifesini deruhte eden Saniye Teyze ile bir hanımefendi arasındaki keyifli sohbete kulak misafiri oluyorum. Kendi hikâyesini anlatıyor birkaç cümleyle Saniye Teyze ve “Hoş geldiniz, hoş geldiniz”. diye ekleyiveriyor peşine. Yeniden ön tarafa dönüp, girişin iki yanına sıralanmış çiçekler arasından geçerek Sultân’ın huzuruna varıyorum. Yalnız değilim, Balkan turunun son durağı olarak türbeyi ziyaret eden bir Türk kafilesine karışıyorum içeride. Köşeye çekilip, yorgun kıpırtılarla Fâtihalar, İhlâslar mırıldanan kalabalığı izliyorum. İçlerinden bir beyefendi, üst perdeden giriş yapıyor biraz sonra ve hepimizi kendimize getiren bir tilâvet icrâ ediyor. Bakara Sûresi’nin 155, 156 ve 157. âyetleri, türbenin duvarlarıyla kubbesi arasında yankılanıyor tarihin bir ânında: “Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz.” Kafile, sakince ayrılıyor türbeden; sandukayla baş başa kalıyorum. “Sultânım! Bir aksilik olmazsa zât-ı şâhânelerinize nasip olmayan, bu fakire olacak ve sâlimen çıkacağım Kosova’dan.” minvalinde bir şeyler geçiyor aklımdan o an. Bereket ki kalabalık bir ses, bastırıyor bu densizliğimi:
“Mağrur olma İsmail’im, senden büyük Allah var!”
Biraz sonra başka bir kafilenin ayak sesleri işitiliyor avludan, beş dakika kadar ancak kalabiliyorum içeride. Çıkıp, Saniye Teyze’yi bulmak istiyorum. Buluyorum da. Evinin verandasında, tek başına oturuyor şimdi. 72 yaşını süren teyzemiz, yaklaşık 50 yıldır Meşhed’in hizmetini görüyor. 1848 yılında, Sultân Abdülmecid’in beratıyla buraya atanan aile, nesillerdir bu vazifeyi sürdürüyor. Yaklaşıp selâm ediyorum Saniye Teyze’ye; ancak çok da rahatsız etmek istemiyorum bir yandan. “Eline sağlık teyzeciğim, Allah senden râzı olsun.” diyorum uzaktan uzağa. Biraz ağır işittiğini fark edip, daha yüksek sesle tekrar ediyorum sonra. Ne kadar söylesem az gerçi, emeğinin hakkı ödenmez. Nereden geldiğimi soruyor, söylüyorum. “Hoş geldin, hoş geldin. Bugün çok gelen oldu.” diyor tatlı Türkçesiyle. Nereye gideceğimi soruyor hemen peşine, onu da söylüyorum. “İyi iyi. Haydi, Allah’a emanet!” diyerek uğurluyor beni Meşhed’den. Benimse kulağımda aynı kalabalık ses tekrar ediyor bir süre daha: “Mağrur olma İsmail’im…”
Sana bugün bir kuleden baktım Priştine
Meşhed dönüşü, öğlenki denememin başarıya ulaşmasının da verdiği güvenle, otobüs beklemek yerine otostop çekiyorum. Prekaz’daki kadar süren bekleyişin sonunda, Mitroviçe’den gelen bir beyefendinin arabasına misafir oluyorum. Girişteki yoğun trafiği atlatıp da başkente bu seferim için artık son kez vardığımda, gün de yavaş yavaş akşama dönüyor. Kosovalıların Amerika Birleşik Devletleri’ne duyduğu minnetin ete kemiğe büründüğü Bill Clinton Bulvarı’nda arabadan iniyorum. Genişçe caddeye bakan çok katlı binalardan birinin cephesi, Kosova bayrağı, Bill Clinton portresi ve Amerikan bayrağıyla giydirilmiş. Hemen bunun altında da gelip geçeni selâmlayan bir Clinton heykeli var. Bunların önünden itibaren içeriye kıvrılan Molla İdris Geylânî Caddesi’nden Dardanya’ya sapıyorum. Sovyet tipi şehircilik anlayışının tecessüm ettiği mahalle, Yugoslav Priştine’nin en görünür yüzü. İkinci Cihan Harbi sonrasında birbiri ardına dikilen brütalist toplu konutlar arasında dolaşırken, Arena Fırını (Furre Buke Arena) çıkıyor karşıma. Koşturmaca hâlindeyken aklıma yemek gelmese de şimdi fırını görünce, bir şeyler atıştırmam gerektiğini hissediyorum. Envaiçeşit unlu mamûl arasından seçtiğim birkaç tatlıyı kemire kemire, önce İlaz Kodra Caddesi’ne ve oradan yukarı devamla da halef-selef ABD başkanlarının isimlerini taşıyan caddelerin kesiştiği açıklığa çıkıyorum.
Tıpkı Yakova’da olduğu gibi, şehirden rol çalma gayretine girişen bir mâbet tarafından karşılanıyorum burada. 2007 yılında ibadete açılan ve inşâsı bundan birkaç yıl sonra tamamlanan Rahibe Teresa Katedrali, civardaki Katolik Hristiyan nüfusuna nispetle abartılı görünüyor. Adını, Üsküp doğumlu bir Arnavut olan Anyez Gonca Boyaci’nin nâmından alan Katedral, şehirdeki tüm Katolikleri tek seferde çatısı altında toplayacak kadar büyük.Bu hâliyle daha planlama aşamasında bile tartışmalara konu olmaktan kurtulamamış tabii. Ulemâdan kimisi, binanın büyüklüğüyle şehrin Müslüman görüntüsüne gölge düşüreceğini ve de Rahibe Teresa’nın Müslüman husûmeti güttüğünü dillendirse de yapıma engel olamamışlar. Projeyi imzalayan Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova hakkında irtidat ettiği ve Katolik Hristiyan cemaatinde vaftiz olduğu söylentileri dahi çıkmış o günlerde; ancak bu iddia, Katoliklerin en yetkili isimleri tarafından yalanlanmış ve Rugova, İslâmî usullerce defnedilmiş. Şimdi caddenin karşısında durmuş binaya bakarken, üzerine yapılan tartışmalara hak veriyor, çaldığı role bir miktar içerliyorum; ama yine de ne yalan söyleyeyim, şemâili gözüme hoş geliyor. Üstelik 72 metreye yükselen çan kulesinin 50. metresine değin çıkılabiliyor. Priştine’ye tam ortasındaki bu yükseklikten bakma şansını kaçırmıyor ve 1,5 euro ödeyip, asansör yardımıyla seyir terasına çıkıyorum. Şehir, Murâdiye Camii etrafına konuşlanmış eski çarşısından ötedeki tepelerin eteklerine ve berideki düzlüklere yayılan tüm katmanlarıyla, ayaklarım altında uzanıyor.
Manzaranın en yakınında yine üzerine çokça tartışılan bir bina gözüme takılıyor. Kosova Ulusal Kütüphanesi, yapıldığı günden bu yana hakkında nice övgü ya da yergi sıralanmış bir mimârîye sahip. Hırvat Mimar Andrija Mutnjakovic’in imzasını taşıyan kütüphâne; tasarımcısına göre, Osmanlı ve Bizans tarzını harmanlayan bir üslûbun tecessümü.
- Mutnjakovic’in bu savunmasına karşı çıkanlarsa binanın herhangi bir şahsiyet taşımadığını ve bu hâliyle “dünyanın en çirkin binası” olduğunu dillendirmekten çekinmiyorlar.
Çelik bir kafesin içine gelişigüzel istif edilmiş gibi görünen irili ufaklı küpler ve onların da üzerine kondurulmuş 99 kubbeden mürekkep bina, ilk anda tuhaf gelse de, gün batımının duvarlarına düşürdüğü geometrik desenlerin de etkisiyle, baktıkça daha bir güzel görünüyor sanki. Kütüphane hakkında kesin bir kanıya varmaya çalıştığım sırada, meraklı bir grup genç sarıyor etrafımı. Neyin fotoğrafını çektiğimi soruyorlar ve öğrenince de kütüphanenin hemen arkasına düşen inşaat hâlindeki kiliseyi gösterip, “Onu çektiğini düşünmüştük” diyerek özür diliyorlar. Merak ediyorum ve anlamaya çalışıyorum durumu. Meğerse Yugoslavya’nın son döneminde Kosova’nın özerk statüsünü kaldırarak doğrudan Belgrad’a bağlayan Slobodan Miloşeviç yönetimi, Priştine’yi Sırplaştırma çalışmaları kapsamında başlatmış bu projeyi. Birkaç yıl sonra patlak veren savaş ve devamında gelen bağımsızlıkla beraber yarım kalan inşaat, o günlerin bir sembolü olarak muhafaza ediliyormuş. Gençlere, verdikleri bilgilerden dolayı teşekkür ediyor ve Türkiye’yle ilgili güzel sözlerini dinleyerek kuleden aşağıya inip, şehrin sokaklarına dönüyorum.
George Bush Caddesi’nin sonu, bir başka genişçe meydana çıkıyor. Luan Haradinay Caddesi’nin iki yanında, karşılıklı yerleştirilmiş iki anıtı görüyorum. Bir yanda, savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınları temsilen dikilen Kahramanlar Anıtı, diğer yandaysa bağımsızlığı sembolize eden NEWBORN (Yenidoğan) var. Kahramanlar Anıtı, metal çubuklar ve onların tepesine tutturulan rozetlerle ortaya çıkarılan, üç boyutlu bir kadın sûreti. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Kosova Savaşı’na dair raporunda yer alan 20 bin Kosovalı kadına tecavüz edildiği bilgisine istinâden, anıtın yapımında aynı sayıda metal çubuk kullanılmış. NEWBORN ise daha ziyâde özel günler için bir toplanma noktası gibi görünüyor. Ulusal yahut uluslararası gündeme göre boyanıp süslenen harflerin bugünlerde yerleri de değişmiş. Ukrayna’ya destek niyetiyle sarı ve mavi renkleri kuşanan harfler, “NO NEW BR (Yeni bir parçalanmaya hayır)” şeklinde sıralanıyor. Meydanın arka tarafında, üzerinde Âdem Yaşari’nin fotoğrafı bulunan binasıyla, Priştine Gençlik ve Spor Merkezi yükseliyor. Onun sağına da Kosova Millî Takımı’nın maçlarına ev sahipliği yapan Fadıl Vokri Stadyumu düşüyor. Millî maç olsa izlenirdi aslında, düşüncesiyle gerisin geri dönüyor ve Zahir Paşa Meydanı’na giriş yapıyorum. Buradan başlayan ve aşağı yukarı 700 metre boyunca devam eden bu trafikten gayrı her şeye açık cadde, Priştine’nin kalbi mesâbesinde. Kafeler, restoranlar, mağazalar, kitapçılar, eskiciler ve başka başka dükkânlar; arka arkaya ekleşip uzuyor. Gördüğüm diğer Kosova şehirlerine nispeten soğuk ve biraz da yavan geliyor gözüme bu “modern” çarşı. Artık bizim şehirlerimizde de sıkça karşılaştığımız o ruhsuz caddelerden bir caddeymiş hissi uyandırıyor. Yine de kalabalığa karışmaktan, hemen kıya atılmış masalardan birine ilişmekten yahut da aralara açılan dar sokaklara girip çıkmaktan alıkoyamıyorum kendimi.
“Eğer padişah bensem…”
Caddenin ortasında Rahibe Teresa Meydanı’na, sonundaysa geri kalanına göre çok daha sakin ferahça bir açıklığa, İskender Bey Meydanı’na varıyorum. Gölgeliklere çekilen büyükler, burayı şimdi bütünüyle küçüklere terk etmiş gibi görünüyor. Taş döşeli zeminin bir bölümünden fışkıran ışıklı suların arasında sağa sola koşturuyor çocuklar. Kâh zıplıyor kâh duruyor kâh çığlık atıyor kâh ıslanıyor ve tüm bunları yüzlerine pek bir yakışan o neşeyle yapıyorlar. Kenara çekilip izliyor; hem o bitimsiz enerjilerinden hem de kadraja sığdırdıkları güzel karelerden istifâde ediyorum. Yükselip alçalan suların sol yanında, meydana adını da veren İskender Bey, tunçtan atını şaha kaldırıyor. Atın tek ayağı havada olunca n’oluyordu, diye düşünüyorum bir an. Gazilik emâresi olduğuna kanaat getiriyorum, diğer pozisyonları da hatırlayınca. Acaba hangi savaşta yaralanmıştı, sorusunu sormadan edemiyorum tabii. Arnavutlar nazârında millî bir kahraman olarak anılan İskender Bey, nice çarpışmaya katılmış ne de olsa. Çocuk yaşta “Gergi” olarak rehin girdiği Edirne Sarayı’ndan “İskender” adında bir tımarlı sipâhi olarak çıkmış; İzlâdi’de dağılan Osmanlı ordusundan kaçıp, baba topraklarını geri alma mücadelesine girişmiş. Tez zamanda etrafında topladığı diğer Arnavut beyleriyle birlikte Osmanlı’ya bayrak açan İskender, mürtet olup, Papa Dördüncü Eugenius’un da desteğini almış.
İskender’in 1444 yazından itibaren Osmanlı beylerine karşı kazandığı zaferlerle iştahı kabaran Papa da yeni bir Haçlı ordusu tertip etmiş ve Edirne’ye doğru yola çıkarmış. Rumeli’nin batı ucunda tüm bunlar yaşanırken, Osmanlı tahtında henüz 12 yaşında bir çocuk, Sultân İkinci Mehmed oturuyormuş. Karşı karşıya kalınan tehlikeyi idrâk noktasında bir nâkıslığı bulunmayan bu terütâze, oturduğu tahtı kendisine terk eden babacığına bir mektup kaleme almış: “Eğer padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz; yok eğer padişah ben isem size emrediyorum, gelip ordunun başına geçiniz!” Elbette ki bu mektup meselesinin ihtilâflı olduğunu biliyorum; ama tam bu anda, Sultân Mehmed’in bu satırları yazdığını ve olayları o noktaya getiren gerilimin fitilini şimdi at üstündeki tasviriyle karşımda duran zât-ı muhteremin ateşlediğini düşünmem gerekiyor. Ne de olsa hikâyenin devamında İskender Bey, ömrünü âsîliğe hasrediyor; tekrar oturduğu tahtta “Fâtih” olacak Sultân İkinci Mehmed, onun isyan teşebbüslerini boşa çıkarıyor ve nihâyetinde her ikisinin de ismi, sadece birkaç yüz metre arayla, asırlardan bu yana Priştine’de yaşıyor. Birini geride bırakıp, diğerine doğru hareket ediyorum.
Priştine’nin üç güzeli
Çarşı, Agim Ramazani Bulvarı’nda sona eriyor. Genişçe caddeden yukarıya doğru iki dakika kadar yürüyünce, Murâdiye Camii düşüyor sağıma. Araç trafiğinin en hareketli olduğu noktalardan birinin hemen kenarında, bütün dikkatleri üzerinde toplayan bir soylulukla duruyor cami. On metre kadar gelecek küçük kubbesi, iki safın belki sığacağı üç kemerli son cemaat yeri ve dipten başa taşla örülü minaresiyle, şehrin çehresine bir aydınlık veriyor adeta. Hazır vakte de erişmişken, akşam namazına niyet giriyorum caminin kapısından. Ezan okunmazdan evvel birkaç fotoğraf çekmek istiyorum ve bununla meşgul olduğum sırada, orta yaşlarda bir beyefendinin selâmını alıyorum. Yarı İngilizce yarı Türkçe bir sohbet açılıveriyor aramızda. Adımı öğrenince, “Ne güzel, Müslüman adı işte. Benimki Memli. Arnavut ismi ama bir anlamı yok.” diyor yüzünü ekşiterek. Sonra da camiden bahsediyor birkaç cümleyle. “Burası, Priştine’deki ilk cami. Yıldırım Bâyezid, babası nâmına yaptırmış burayı.” diye aktarıyor caminin yapımını. Her ne kadar bu şekilde nakleden başka kaynaklar olsa da daha 16. asrın ilk yarısına tarihlenen tahrir defterlerinden biliyoruz ki caminin bânisi, Fâtih Sultân Mehmed. Devam ediyor Memli abi ve bugün gördüğümüz caminin büyük ölçüde Sultân İkinci Abdülhamid dönemindeki tamirattan sonra ortaya çıktığından bahsediyor. Murâdiye, Çarşı, Pazar… Bunlar, caminin daha önce de duyduğum isimleri; ancak buraya “Taş Camii” dendiğini ilk kez Memli abiden duyuyorum. Sebebini de hemen ilk bakışta dikkat çeken minareye bağlıyor ve külâhın da taşla örülmüş olmasından mülhem bu ismin kullanıldığını söylüyor. Ezân-ı Muhammedî, bu keyifli ve faydalı sohbete son verdiğinde, bir nasibimi daha yaşıyor ve camiyi yarı yarıya dolduran cemaatle saf tutuyorum.
Tesbîhatın ardından caminin içinde oyalanan birkaç Priştineliyle daha tanışıyorum. Aralarında caminin imamı İbrahim Hoca da var. Aydınlık çehreli, hoş görünümlü, kendinden emin, pırıl pırıl bir delikanlı kendisi. Hoşsohbetinden ben de nasipleniyorum; ama vaktim sınırlı maalesef, vedalaşıp çıkıyorum. Murâdiye Camii’yle başlayıp yukarı devam eden İbrahim Lutfiu Caddesi, zarif mi zarif üç güzelin el ele salındığı bir tarih sahnesi. Henüz birinin câzibe dairesinden çıkmadan, bir diğerininkine giriyorum. Yaşar Paşa Camii, takıp takıştırdığı ziynetle ışıl ışıl parlıyor, hepten kararan semânın altında. Üsküp Mutasarrıfı Yaşar Paşa tarafından yaptırılan cami;alışılmadık son cemaat yeri, bezemeleri ve ahşap işçiliğiyle diğerlerinden başka bir güzelliği temsil ediyor. 1834’te yapımı tamamlanan bir binaya göre epeyce dinç geliyor gözüme; zîrâ burası da TİKA eliyle restore edilen yapılardan biri. Tıpkı, biraz ilerisindeki Fâtih Camii gibi…
Klâsik Osmanlı üslûbunun bütün zarafetiyle vücûda geldiği Fâtih Camii, insanı bilinen mazinin şefkatli kucağında hissettiren o ürkek mum ışığının loşluğuyla bekliyor sabahı. 1461 senesinde, bizzat Fâtih Sultân Mehmed tarafından yaptırılan cami, yalnızca dikkatli gözlerin alâkasına cezbetmek isteyen bir nâzendeyi andırıyor. Bahçeye açılan kapıdan geçip, caminin ön tarafına dolaşıyorum. Murâdiye Camii’nin büyükçesi gibi görünüyor bu cepheden; ancak meraklısı için epeyce incelik ihtivâ ediyor, sadeliğinin altında. Daha son cemaat yerinin kubbeleri içindeki kalem işleriyle başlayan tesiri; mihrap, minber, tromplar, kapı-pencere alınlıklardan yükselip, ana kubbeyle zirveye ulaşıyor. Dışarıdan vadettiği dinginliğin hakkını fazlasıyla veren camide, belki de benim orada olduğumu dahi fark etmeyen bir delikanlıyla beraberim yalnızca. Sırtını duvara vermiş oturan ve ezber ettiği âyetleri yumuk gözlerinin önünden bir bir geçirdiği her hâlinden anlaşılan genç adam, asırlardan bu yana oradaymış gibi geliyor gözüme handiyse. Mümkün olduğunca sessiz gezdiriyorum ayaklarımı halıda; vakitsiz bir itikâfa halel getirmek istemiyorum. Birkaç fotoğraf daha katıyorum Kosova dosyama ve usulca çıkıyorum kapıdan.
Fâtih Camii’nin şadırvanında oturduğum bilmem kaç dakikanın bir ânında, geri dönenlere has bir yorgunluk gelip çöküveriyor omuzlarıma. Gördüğüm her ne varsa, tanıdığım her kim olduysa gelip geçiyor aklımdan: Bistritsa boyu yürüyüşleri, Sinan Paşa manzarasında kahve, fotoğraf için yarışan çocuklar, bisikletle avlulara giren ihtiyarlar, Yakovalı Rüşdü Usta, Deçanlı çoban-keşiş, Hadım Süleyman Ağa’nın işlemeleri, Defterdar’ın Salih Amca’sı, İpek Çarşısı, Prekaz yolu, camiler, türbeler, sûretler… Hepsi birer hülya gibi geliyor şimdi. Bir daha yâ nasip, diyorum sonra dalgın dalgın. Nihâyet o ses yankılanıyor zamanla mekân arasında ve kendime getiriyor beni.
***
“Sonuçta bir akşam, dürbünün ucunda küçük titrek bir ışık görünüverdi, sönmek üzereymiş gibi kıpır kıpır olan, ama aradaki mesafe düşünüldüğünde aslında gayet güçlü olduğu tahmin edilen bir ışıktı bu.
7 Temmuz gecesiydi. Yıllar boyunca Drogo, ruhunu dolduran olağanüstü neşeyi, herkesi haberdar etmek için avaz avaz bağırmak isteyişini ama ışığa nazar değip sönmesinden korkarak kimseye bir şey söylememek için göstermiş olduğu gurur dolu çabayı hatırlayacaktı.”
Nihâyet o ses yankılanıyor zamanla mekân arasında ve kendime getiriyor beni. Nicedir devam eden segâh yağmura, kaleyi kuşatan sağanak ezan eşlik ediyor artık. Dalıp gittiğim, alıp yürüdüğüm, coşup kabardığım hülyalardan uyanıp; neredeyse 15 asırdan bu yana başka başka dillerden dökülen seslerin akis uyandırdığı yorgun duvarların arasına dönüyorum. Prizren, titrek bir ışık gibi görünüveriyor şimdi, rüzgârla savrulan bulutların arasından. Senenin aynı gecesinde, Giovanni Drogo’yla madden ve mânen hemhâl oluyor; sarıp sarmalamak, saklayıp sır etmek istediği şeyi anlayıveriyorum. Lâkin bu anlamak, mutabıklığı değil, muârızlığı getirip bırakıyor aramıza. Son bir gayretle serpiştiren yağmura aldırmadan, şehri gören surun üstüne atıyorum tekrar kendimi. Bir lâmba ve sonra bir tanesi da derken, Tatar Çölü, bir Arnavut vâhasına tahavvül ediyor. Hisler, şartlara yakışmıyor artık. Önce, Bistritsa sıyrılıp çıkıyor zulmetten. Peşi sıra Sinan Paşa, Taşköprü ve diğerleri… Ezan, teskin ediyor göğü belli ki. İkinci kez yoluma çıkan yağmur yüklü katarlar, son düdüklerini de çalıp, Vilyasna’nın dorukları ardından gözden kayboluyor çok geçmeden. Yağmurun ardından gelen parıltıyla, ayaklarım altında ve gözlerim önünde aynı hızla uzayan Prizren, ruhumu olağanüstü bir neşeyle dolduruyor. Şartlar, hisleri kendine yakışır kılıyor şimdi. Bunu, diyorum kendi kendime, bunu söylemeliyim. Bu ışık daha da parlasın diye, nakletmeliyim tüm bunları.
“Daha çok yol var mıdır? Yoo, şu ilerideki nehri geçmek, şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. Belki de varmışızdır bile. Şu ağaçlar, kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. Bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. Sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz.”
Her şeye rağmen, kalede olmak güzel ve hatta efsunlu, evet; ama yola devam etmeliyim. İçimde neşeli bir ses, ileride daha iyisinin olduğunu söylüyor. Buradan inmeli, şehri dolaşmalı, insanını tanımalı, yemeğini tatmalı ve bir sonraki için yeniden yola revân olmalıyım.Yakova’yı, Deçan’ı, İpek’i, Rugova’yı, Prekaz’ı, Meşhed’i görmek niyeti; Evliyâ Çelebi’nin varamadığına varmak, Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın yapamadığını yapmak hevesiyle geldim buralara ne de olsa. Hepsini tamam ettikten sonra Priştine’ye vâsıl olmalı, ilk anda ıskaladığım ne varsa telâfi etmeliyim. Sonra dönüp söylemek, anlatmak, şahit tutmak için çabalamalıyım. Ama hepsinden evvel, buraya kadar gelmiş ve bu kadar beklemişken, Prizren’in gece manzarasını kayıt altına almalıyım. Batıda, Vilyasna’nın doruklarındaki son ışık emareleri de ben makinayı hazırlayana değin siliniyor.
- “İnsan, böylelikle, umut dolu, kendi yolunda gider durur; günler uzun ve sakindir, güneş yukarıda gökyüzünde parlamakta ve akşam bastığında üzülerek yok olmaya yüz tutmaktadır.”
Prizren, bu hâliyle de çok güzel görünüyor…
Her daim seyahat etmeye ve yazmaya teşvik eden Taha Kılınç’a; destek ve önerilerini esirgemeyen Melike Kübra Yaltırak, Ahmet Taha Kızıltaş, Nderim Âdemi, Emily Lush ve yazıda adını andığım tüm Kosovalılara şükranla…