1948 öncesi Filistin halksız bir vatan mıydı?

FİRDEVS YİĞİT
Abone Ol

1967'de İsrail, Arap komşularına karşı Altı Gün Savaşı'nı başlattığında, Belçikalı şarkıcı Adamo, İsrail'i desteklemek için bir şarkı yazdı: “Altı milyon ruhun ağıtı / Mermer mezarları olmayan ve sefil kumlarına rağmen / Altı milyon ağacı yaşattı.” İsrail'in çölü yeşerttiği fikri, o zamanlar Avrupa'da yaygın olarak kabul edilen bir inancı yansıtıyor, fakat 1948'den önceki Filistin sahiden ıssız bir çölden ibaret miydi?

Çeviri: Firdevs Yiğit

1948’de Filistin, demografik anlamda "halksız bir vatan" mıydı?

''Filistin ve Filistinliler'' kitabı, farklı zamanlardaki çeşitli ekonomik, sosyal ve siyasî faaliyetleriyle ülkenin tarihini ayrıntılı olarak yeniden masaya yatırmaktadır.

İmkânı yok, yoğun ve oldukça ekili bir nüfusa sahipti. 18. yüzyılda Filistinliler batı ovalarında ve bazı yaylalarda pamuk yetiştiriyorlardı. Ülkenin merkezi, toprak ve iklim ile uyum içinde olan zeytin ağaçları ile kaplıydı. Civarındaki vadilerde mısır, buğday, arpa ve susam yetiştirilirdi. Zeytinlerden elde edilen yağ; yemek pişirmede ve sabun yapımında kullanılırdı, ayrıca vergi ödemek ve aydınlatma için de ondan yararlanılırdı.

Nablus şehri, büyük bir idarî, ticarî, endüstriyel ve kültürel merkezdi. Kervanlar onu Amman'a, Şam'a, Kahire'ye bağlarken Filistin'in geri kalanıyla ticari ilişkilerini sürdürüyordu.

Filistin şehirleri yalnızca ticaret merkezleri değildi, aynı zamanda dışarıdan dayatılan otoritelere direnerek özerkliklerini savunan Filistinli köylü fabrikalarına da ev sahipliği yapardı.

Ataerkil kabileler halinde örgütlenip küçük toprak parçalarını ekip biçerek, İslâm kültürüne tâbi olarak yaşarlardı (elbette Hristiyan topluluklar hariç). Köylüler silahlıydı ve Osmanlı İmparatorluğu bu bölgeleri kontrol etmek için doğrudan bir askerî yapı oluşturmamıştı, daha çok yerel şeflere güvenirdi. Merkezî bir otoritenin yokluğunda bu bölgeler, her birinin sosyal ve fiziksel güvenliğini sağlamak için karşılıklı yükümlülüklere dayalı bir iş birliği olan hamula sistemine göre yaşıyorlardı.

O halde çöl bahsi hikâye! Peki Filistin, Batı güçleriyle nasıl temasa geçti?

  • 1800-1948 yılları arasında Avrupa sömürgeciliği tüm Ortadoğu'yu talan etti, ancak en yıkıcı bedelleri Filistin ödedi. Avrupa müdahalesi, yerleşim kurma (özellikle Yahudiler için) ve yerleşim sömürgeciliği sürecini teşvik etti, ekonomiyi dönüştürdü, çeşitli sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirdi ve yenilerini tanzim etti.

Bu yüz elli yıl boyunca, ticarette olduğu kadar tarım ve sanayide de ekonomik faaliyet ve verimlilik gözle görülür bir şekilde artsa da bunlar Avrupa'ya bağımlılıkta mukadder olmuştu. Özellikle İngiltere, tam bir yükseliş içinde olan büyük bir sömürge gücüydü. Böylece Filistin yarı feodal aşamadan bir piyasa ekonomisine, ardından bağımlı ve az gelişmiş bir kapitalist ekonomiye geçiş yapmış oldu.

Filistin, diğer sömürge ülkeleri gibi büyük güçler arasındaki rekabetten zarar gördü mü?

Napolyon’un Mısır ve Filistin işgali zamanında çizilmiş olan Mısır, Arabistan ve Filistin’i gösteren haritanın Filistin bölümü (Kaynak: Joseph Christopher Enouy, “Egypt, Arabia, Palestine”, David Rumsey Historical Map Collection.)

Napolyon Bonapart, 1798-1799'da Mısır ve Filistin'i kuşattığında, Osmanlı valiliği ve yerel Arap güçleri tarafından püskürtülerek Filistin'e girişi başarısızlıkla neticelendirildi. Napolyon güçleri başarısız olunca işgalin son demlerinde, yakıp kül etme politikasını uyguladılar ve birlikleri tarafından Filistin kıyıları ateşe verilip yok edildi.

O vakitlerden sonra Kavalalı Mehmed Ali hanedanı yönetimindeki Mısır, Osmanlı hâkimiyetine razı değildi. Büyük oğlu İbrahim Paşa, Mısır'ın 1831'den 1840'a kadar işgal ettiği Filistin'in kontrolünü ele geçirecek, ayaklanan Filistin halkının silahlarına el koyacak ve fidye için elinde tutacaktır. Ardından baskıcı rejim hâkim olmuştur. Ancak öte yandan Mısır, ülkeyi modernleştirmekte ve Hristiyanların ve küçük Yahudi azınlıkların ekonomik faaliyetleri üzerindeki kısıtlamaları kaldırmaktadır. Ayrıca bu sırada ülkede Hristiyan misyonerler de baş göstermeye başlamıştır.

Mısır'ın yükselişinden korkan Büyük Britanya, idaresini yok etmeye karar verir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Filistin üzerindeki kontrolünü geri kazanmak için ithalat ve ihracat üzerindeki vergileri kaldırarak İngilizlere karşı ciddi ticari tavizler vermek zorundadır. İngilizler Gazze ve Yafa'dan Filistin tahılları alırken pamuklu kumaşlarını orada satmaktadır. Avrupalı konsoloslar, sefirler Osmanlı İmparatorluğu'nu zayıflatmak adına bölgede farklı yerel milliyetçi akımları teşvik ederler.

Araştırmanız, bu gelişmenin Filistin toplumunda yeni sınıfların oluşmasına yol açtığını gösteriyor.

Nablus'un verimli tarlalarında Arap çiftçilerin arpa hasadı, 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları.

Evet, şehirlerde ve kıyı şeritlerinde artık yeni bir komprador burjuvazi (yabancı şirketler için aracı olarak ticaret yapan) vardır. Avrupa'nın Filistin'e ve Ortadoğu'nun geri kalanına nüfuz etmesini kolaylaştıracak olan, zengin tüccarlardan oluşan bu komprador burjuvazidir. Bu nüfuz etme gücü, kredi veren Avrupa bankaları ve buharlı gemilerle bağlantıların kurulmasıyla pekiştirilmektedir.

Avrupa ile yapılan tüm bu ticaret, önemli bir sermaye birikimine imkân tanıyacak ve kapitalizm tarım üzerinden gelişecektir. Ovalara yayılan köyler ve kıyı kasabaları süratle büyür, çünkü Hristiyan tacirler onların Avrupa ile olan bağlantılarından yararlanır.

Hijyen ve halk sağlığının gelişmesiyle birlikte 19. yüzyılda nüfus sürekli bir artış gösterir. Ayrıca nüfusun üçte birinin on üç büyük şehre dağılmasıyla kentleşme sürecine girilmiş olur.

O zaman nüfus kimlerden müteşekkildi?

1849'da Osmanlı İmparatorluğu tarafından yapılan nüfus sayımında %85 Müslüman, %11 Hristiyan ve %4'ten az Yahudi (özellikle Kudüs, El Halil, Safad ve Taberiye'de) kaydedilmiştir.

Ancak takip eden yıllarda, Avrupa sömürgeciliğinin yayılmasıyla birlikte 50.000 Avrupalı Yahudi Filistin'e göç etti. 1914'te nüfusun %10'una çoktan ulaşmışlardı.

Kapitalizm köylülerin vaziyetini nasıl etkiler?

Köylerdeki kolektif çalışma şekli ortadan kalkar, köylüler iş aramak için daha fazla gayret etmek zorunda kalır. Vasıfsız işçi sınıfında hızlı bir artış yaşanır. Yoksul köylüler ve zengin kan emiciler arasında yeni bir orta sınıf köylü de gelişir. Piyasa ekonomisi, kırlara nüfuz ederek, Filistinlileri çeşitli gelir kaynaklarını güvence altına almaya zorlar; bu da mevcut sosyal ilişkileri tahrip eder.

Yafa Portakal Şirketi (Şirket-i Portakal-ı Yafa). Yafa portakalı ve yerleşik pazarları, yeni kurulan 'Yahudi Devleti' için ana gelir kaynaklarından biriydi.

Şehirde soyluların, tüccarların, perakende satıcıların, zanaatkârların gelişimine ve bir şehir proletaryasının filizlenişine tanık oluruz. Gelişmekte olan ticari burjuvazi, bilhassa ithalat-ihracatta, ağırlıklı olarak Hıristiyan azınlıklardan oluşur. Esnaf, rekabet edemediği ithalat artışından mustariptir. Hristiyanlar da misyonerlerden aldıkları eğitimden yararlandıkları için entelijansiyada ve nitelikli mesleklerde fazlasıyla temsil edilmektedir.

Kısacası, kapitalizmin embriyolarının gelişimi (ticaretin, para alışverişinin ve iletişimin genişlemesi) toplumun geleneksel izolasyonuna son verir. Laiklik, liberalizm ve bireyselci değerler, modern bir eğitimin gelişmesini temin eder ve böylece bir aydınlar tabakası yaratılır. Bu aydınlardan bazısı da ezilen Filistin halkının toplumsal özlemlerini ifade etmeye başlar.

Siyonistler her zaman, 20. yüzyılda bile Filistin'in bir çöl olduğunu iddia ettiler. Aktif bir ekonomi var mıydı, yok muydu?

Yafa'da portakal ticareti yapan bir gemi, 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları.

1850'de, iki Avrupalı seyyah güney sahili için “Ürdün Vadisi'nin tahıl ambarları tükenmez. Bir buğday okyanusu, gerçek bir buğday deryası” ifadelerini kullanmışlardır. Fransız ithalatı susam (yağı sabun ve parfümlerde kullanılan) üretimini büyük ölçüde artırmıştı. Yafa çevresinde, portakal üretimi otuz yılda dört katına çıktı, zaten bu portakal cinsi kalın kabuğu sayesinde tazeliğini uzun süre korumasıyla tanınıyordu.

Ancak Filistin ayrıca şarap, buğday ve zeytinyağı da (1914'te ülkede üç yüz pres makinası vardı) ihraç ediyordu. Yafa limanından yapılan ihracat elli yılda on kat arttı, ithalat da o nispette artış gösterdi. Genel olarak, endüstri çok fazla insan gücü ve az teknoloji kullanmaktaydı. Ancak 1900’lere gelindiğinde, artık modern bir endüstri gelişmeye başladı; 1914'te Filistin’de İngiliz yetkililer tarafından gerçekleştirilen bir nüfus sayımında 1.236 adet fabrika ve atölye tespit edilir. Bankalar ve kredi sisteminin yanı sıra bir ulaşım ve iletişim ağı da gelişmeye başlar. Yollar asfaltlanıyor ve yük trafiğinin hacmi gözle görülür bir şekilde artış gösteriyordu. O zamanlar Filistin, bölgedeki nüfusa göre demiryollarının en büyük yüzdesine sahip olan ülkeydi, bir milyon nüfus için altı yüz kilometrelik bir hat.

Öyleyse 19. yüzyılın ortaları ile 1914 yılları arası, Filistin’in dünya ekonomisine entegre olma sürecidir.

Kesinlikle, yarı feodal ve ticari olan eski tarım toplumu yerini tarımsal üretim ve ürün ticaretine, kentleşmeye ve büyük ekonomik kalkınmaya bıraktı. Avrupalıların baskısı altındaki Osmanlı İmparatorluğu gayrimüslimlere eşit haklar tanıdıkça, Avrupalı Hıristiyan ve Yahudilerin topluca toprak satın alarak sömürgeleştirme sürecini başlattıklarını görmekteyiz.

Portakal mevsiminde Kudüs, Nekbe öncesi.

Fakat Yahudi sömürgeciliğinin müdafileri, toprağın Yahudiler tarafından satın alındığını, yani barışçıl bir yerleşim biçimi olduğunu iddia ediyorlar.

  • 1882'den önce Filistin'de çok az sayıda Yahudi yaşıyordu, onlar da “sefarad”dı, yani İspanya’dan ya da Kuzey Afrika’dan gelip Türkçe, Arapça ve İspanyolca ya da İbranice karışımı bir dil konuşurlardı. Zamanla bu insanlar, dinleri dışında Filistinli Arapların örf ve adetlerini benimsediler.
  • Ancak 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı itibariyle gerçekleşen yeni Yahudi göçü ağırlıklı olarak Avrupa’dandı. “Aşkenaz” olarak bilinen bu Yahudilerin çoğu şehirlere gitmek, bir kısmı da tarım arazisi edinmek suretiyle ayrı ayrı cihetlere yerleştiler.

Onlar ne şekilde toprak edindiler?

Nesillerdir işledikleri toprağı satmayı reddeden küçük çiftçiler nedeniyle değil elbette. Yahudiler onları ya Osmanlı İmparatorluğu'ndan ya da varlıklı yabancı sahiplerinden satın aldılar. Beyrut'ta yaşayan tüccarlar, topraklarını Siyonistlere satmanın gelip orayı yönetmekten daha kârlı olduğunu düşünüyorlardı.

Bu mülksüzleştirme süreci, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında şiddetli çatışmalara yol açtı. 1913'te Yahudiler portakalların %15'ini zaten yetiştiriyordu ve çok kısa süre sonra yalnızca Yahudi işgücüne güvenerek Arapları devre dışı bırakacaklardı.

Tel Aviv'in kuruluşu
Mecra

Böylesine büyük bir alan elde etmek için şans tek başına yeterli değil gibi görünüyor.

Nitekim alınan ilk araziler, aralarında Baron Edmond de Rothschild'in de bulunduğu zengin Avrupalı Yahudiler tarafından finanse edildi. Daha sonra, adı projeye işaret eden ve Dünya Siyonist Örgütü'nün kuruluşundan kısa bir süre sonra oluşturulan Yahudi Kolonizasyon Derneği tarafından bayrak devralındı.

  • Sonra sonra toprak sahibi olma girişimi sistematik bir politika haline gelir.

Yahudi Kolonizasyon Derneği, Taberiye bölgesinde altmış bin metrekareyi ele geçirmek için Osmanlı Devleti'nin birliklerinin kapısını çalar. Topraklarından edilen köylüler ve Bedeviler, doğal bir savunma içgüdüsüyle tepki gösterir.

Gazeteler yapılan bu tahribattan sıklıkla söz eder. 1891'de Filistin ileri gelenleri Osmanlı makamlarına bir telgraf göndererek Rus Yahudilerinin ülkeye girişini engellemelerini ister ve dönemin Yahudi kaynaklarında, Dünya Siyonist Örgütü'nün Filistin'de bir Yahudi anayurdu oluşturma niyetinin Filistinli Araplar ile Yahudi göçmenler arasındaki ilişkileri süratle bozmaya yol açtığı gözlemlenir. 1908'de Yafa'da çatışmalar meydana gelir. 1910'da varlıklı bir tüccar olan Beyrutlu Emile Sursoq'un Siyonist Kolonizasyon Derneği'ne 2.400 dönümlük (2.600 km2) arazi satışı Filistin gazeteleri tarafından kınanır. Bunun gibi sayısız örnek vardır.

Filistin'den ilk araziler, zengin Avrupalı Yahudiler tarafından finanse edildi. Daha sonra, Dünya Siyonist Örgütü'nün kuruluşundan kısa bir süre sonra oluşturulan Yahudi Kolonizasyon Derneği tarafından bayrak devralındı.

Yani aslında, Filistin'deki Yahudi sömürgeciliği 1948'den çok daha önce mi başladı?

Evet, 1897'de Dünya Siyonist Örgütü'nün kuruluş tarihe kadar uzanıyor. Bu, kasti bir sömürgeleştirme projesinin uygulanışıdır. Üç tip koloni vardır:

1. Kölelerden ya da sözleşmeli işçilerden (Karayipler'de olduğu gibi) istifade eden plantasyon veya yerinden etme kolonileri.

2. Karma, yerel işgücünü de kapsayan koloni.

3. Yalnızca sömürgecilere güvenerek yoksul beyaz göçmen işçiler lehine yerel işgücünü reddeden koloni.

Filistin'deki Yahudi kolonizasyonu, yerel işgücü tamamen yeterli olmasına rağmen, bu üçüncü türdendi. Ayrı bir Yahudi ekonomisi inşa etmeyi amaçlayan Siyonizm ile bağlantılı ideolojik bir seçimdi bu. Üstelik Amerika ve Yeni Dünya hikâyesinden farklı olarak Filistin, bütün bir tarım toplumuyla oldukça kalabalıktı; "özgür topraklar" diye bir şey yoktu. İsrailli sosyolog Gershon Safir'in de işaret ettiği gibi,

Siyonist sömürgeciliğin ilk aşaması toprak satın almaktan ibaretti. Yahudi topluluğu egemenliğini kazanıp askerî bakımdan güçlendiğinde, satın alma yerini gasp etme eylemine bıraktı.

Nihayet Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve Büyük Britanya Ortadoğu'daki yerini aldı.


Tampon ülkenin kuruluşu
Mecra

Kesinlikle, Britanya, gelişmemişlikten ve Yahudi sömürgeciliğinden mustarip olan Arap milliyetçiliğinin yükselişiyle karşı karşıya kalır. Bundan dolayıdır ki Büyük Britanya, çeşitli taraflarla tamamen çelişkili anlaşmalar yapar. İlk olarak Fransa ile Sykes-Picot Anlaşmalarını imzalayarak bölgeyi parçalara ayırır (Mayıs 1916). Paris, Lübnan ve Suriye'yi alırken, Londra, Batı Şeria ve Irak'ı ele geçirecektir. Bundan böyle Filistin uluslararasılaştırılacaktır.

Ancak bu anlaşma, Londra'nın Ekim 1915'te Türk karşıtı ayaklanmanın Arap lideri Şerif Hüseyin ile imzaladığı anlaşmayla çelişmektedir: "İngiltere, Şerif Hüseyin'in talep ettiği sınırlar dâhilinde bölgedeki tüm Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır." Arap liderler bunu açıkça Filistin’i de kapsayan bir Arap krallığı kurma anlaşması olarak görmektedir.

Ve bu da İngiltere Başbakanı tarafından Siyonist lider Lord Rothschild'e gönderilen bir mektup olan "Balfour Deklarasyonu" ile çelişir: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulmasına ılımlı bakıyor."

Filistin'e İngiliz hançeri: Balfour Deklarasyonu
Mecra

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour'un Siyonist hareketin önde gelen figürlerinden Lord Rothschild'e gönderdiği ''Balfour Deklarasyonu'' olarak bilinen mektup, ''Filistin'de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulması'' çağrısında bulunuyordu.

Herkese her şeyi vaat eden Londra yüzünden tam bir ikiyüzlülük batağına saplanmış durumdaydılar!

Keşke bundan ibaret olsa! 7 Kasım 1918'deki müşterek bir Fransız-İngiliz bildirgesi, "Uzun süredir Türkler tarafından ezilen Arap halklarının tam ve kesin kurtuluşu ve yetkilerini yerli halkın inisiyatifinden ve özgür seçiminden alan idarelerle ulusal hükümetlerin kurulması" çağrısında bulunur.

Ancak bu noktada işler farklı bir şekilde gelişmeye başlar. Almanya'nın müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile İngilizler, Aralık 1917'de Filistin'in yönetimini ele geçirirler.

Londra, kendi yetkililerinin uyarılarına rağmen Siyonistleri destekler ve bu nedenle, bölgenin askerî yöneticisi Tümgeneral Gilbert Clayton, uluslararası hukuka saygı gösterilmesini talep ederek Filistinlilerin Siyonizm'in yükselişinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirir.

Halefi olan General Money de benzer şekilde 1919'da, "Filistinliler ülkelerini kendileri için istiyorlar ve kademeli de olsa Yahudilerin kitlesel göçüne, mevcut çatışmalarda kullanılanlar da dâhil olmak üzere ellerindeki her türlü imkânla direnecekler.” diye yazmıştır. Yine halefleri olan General Watson, "Siyonizm ile aralarındaki düşmanlık, nüfusun çoğunluğunda derinlere kadar kök salmıştır, hızla İngilizlere karşı nefrete yol açacak ve eğer onlara Siyonist proje dayatılırsa bu önemli bir çatışmaya yol açacaktır." diyerek uyarmıştır.

Tutarsızlık öyle güçlüdür ki, dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson, Arapların isteklerini anlamak adına tarafsız bir komisyon göndermeye karar verir. Rapor çok net bir şekilde "Onlar milliyetçidirler, yani Lübnan ve Filistin'i de içine alan, din ayrımı yapılmayan demokratik bir anayasaya sahip birleşik bir Suriye kurmayı hedefliyorlar. Bunu başaramadıkları takdirde, Büyük Britanya'dan değil, Amerika Birleşik Devletleri'nden bir yetki talep ediyorlar” diye kaydeder.

Tüm bunlara rağmen, ülkenin kendi kaderini tayin hakkı San Remo Konferansı tarafından hâlâ reddedilmekte ve Londra, Balfour Deklarasyonu'nu uygulama niyetini muhafaza etmektedir. 1920 senesi boyunca Şam, Bağdat, Hayfa ve Kudüs'te protesto gösterilerini tetikleyen isyanlar, beş Yahudi ve dört Filistinlinin ölümüne neden oldu. Londra daha sonra hoşnutsuzluğun nedenlerini araştırmak için bir komisyon gönderir.

  • Cevap açıktır: "İngilizlerin savaş sırasında Araplara verdiği sözler; bu vaatlerle Balfour Deklarasyonu arasındaki çelişki; Yahudi egemenliği korkusu; Siyonist aşırı saldırganlık; yabancı propagandası." Ve komisyon ekler; "Siyonist tutum kibirli, küstah ve kışkırtıcı olarak tanımlanabilir… dikkatli izlenmezse kolayca bir felakete neden olabilir ve sonucunu kestirmek öyle kolay olmayacaktır."

Ancak Londra bu tavsiyelere kulaklarını tıkar ve İngiliz Siyonist bir Yahudi olan Herbert Samuel, Haziran 1920'de Başbakan Lloyd George tarafından Filistin’in ilk yüksek komiseri olarak atanır.

"Tek Filistin, işlem tamam"
Mecra

Filistin’in resmen İngiliz manda yönetimi altına alınmasından sonra, 1920’de valilik ve yüksek komiserlik görevine kendisi de bir Yahudi olan Herbert Samuel atandı. Samuel görevini, “Tek Filistin, işlem tamam” imzasını attığı makbuzla devraldı.

Londra Filistin’i neden bu kadar önemsedi, sonuçta çok zengin bir ülke değildi.

Ancak Hindistan, Mısır ve Süveyş Kanalı'na giden yolu korumak için stratejik bir konuma sahipti. Aynı zamanda Irak petrolünü taşıyan boru hatlarının ana terminaliydi. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Filistin, bir petrol terminali ve büyük bir rafineriye ev sahipliği yapmakla birlikte, aynı zamanda hava, deniz ve kara kuvvetleri için ideal bir üs olarak çok fazla değer kazanacaktı.

Londra'nın Yahudi göçünü neden desteklediğini açıklamak için bu yeterli.

1882'de zar zor %5'i bulan Yahudi cemaati, 1922'de %11'e, ardından 1931'de %16'ya ve nihayet 1936'da %28'e dek çıkacaktır.

Dönemin İngiliz nüfus sayımı kayıtlarında, "Arap halkının ülkenin demografik yapısındaki, rızaları ve iradeleri dışında meydana gelen, hızlı dönüşümden korkuya kapılması hiç şaşırtıcı değil." ifadeleri yer almıştır. Keza endişelenmek için geçerli sebepleri vardı. 1922'de Yahudiler tarım arazilerinin %10'undan daha azına sahipken çoğunluğu şehirlerde yaşamaya devam etmelerine rağmen, bu oran 1947'de %24'e kadar yükseldi. Ekilebilir arazi kaybı birçok köylüyü topraksız bıraktı. Üstelik anti-Siyonist şiddet, toprak devirlerinden hemen sonra 1929 ayaklanması, 1936-1939 isyanı ve 1947-1948 iç savaşı ile doruk noktasına ulaştı.

1917'den günümüze doğru Filistin topraklarının işgali. (Sarı renk Filistin, yeşil renk ise İsrail)

Bu tarihte Filistin topraklarının kaybının maddi tutarı, zamanın 743 milyon İngiliz sterlini olarak tahmin ediliyor.

Filistin ekonomisi durgunlaşırken Yahudi ekonomisinin bu kadar büyük bir gelişim yaşaması neyle açıklanabilir?

İngiliz kayırmacılığı ile. İngilizler, diğer sömürgelerinde (tekellerini korumak için) yerel bir sanayinin ortaya çıkmasını engellerken Filistin'de bir Yahudi endüstrisi inşasını desteklediler. Bu onların stratejik çıkarlarına uygundu. Bu Yahudi endüstrisi, 1920'lerin ortalarında Polonya'dan, 1930'larda ise Almanya'dan gelen yüksek nitelikli mültecilerin güçlü göç dalgasından faydalanacaktır. Ayrıca Londra'nın verdiği önemli imtiyazlardan da yararlanmaktadır.

  • Yahudiler, İngilizlerden son derece kârlı üç müstemleke aldı.
  • 1. Ölü Deniz tuzunun (yapay olarak yüksek tarifelere olanak tanıyan) imtiyazı.
  • 2. Yafa bölgesinin su rezervleri.
  • 3. Filistin’in (Kudüs hariç) tamamına elektrik sağlama güvencesi.

Yahudi şirketlerine çimento, tekstil, deri, giyim, dişçilik sektörlerinde başka tekeller de tanınmaktadır. Benzer şekilde, susam ve zeytinyağı ithalatındaki vergilerden muafiyet Yahudi ekonomisine büyük fayda sağlarken, Filistin tarımında ve ekonomisinde önemli kayıplara neden olur.

Tüm bu önlemler, Filistin'deki sanayi şirketlerinin sayısının 1913'te 1.240 iken, 1936'da nasıl 6.000'e çıkacağını açıklıyor. Yahudiler o zaman nüfusun yalnızca %30'unu temsil ediyor, ancak bu endüstrinin %90'ını kontrol ediyorlardı.

Ancak iş gücü de Yahudi.

Bunu anlamak için Siyonistlerin Yahudilere tahsis edilmiş ayrı bir işgücü piyasası kurmayı başardıklarını bilmek gerekir. Bu yapının anahtarı, 1920'de kurulan Yahudi işçi genel federasyonu olan Histadrut sendikasıdır. Yahudi işçilerin büyük çoğunluğu onun üyesidir. Bu sendika, son derece güçlü hale geldikten sonra, yalnızca Yahudiler için özelleştirilmiş sağlık sigortası, yerleştirme hizmetleri, emekli maaşları gibi sosyal programlara yatırım yaptı. Ayrıca kesin olarak sadece Yahudiler için tasarlanmış bir hastaneler, klinikler ve eczaneler ağı yarattı. Sonuç itibariyle Yahudilerin ölüm oranı Araplarınkinin yarısı kadardır.

Ancak belki de en önemli şey ayrı bir eğitim sisteminin geliştirilmesidir. Siyonistler Londra'dan İbranicenin resmî dil olarak tanınması imkânını yakalarlar.

Kurslar, Siyonist Yahudi milliyetçiliğinden ilham alır. Arapların benzer bir eğitim sistemi kurmaları engellenir, Arap köylerinin yarısından daha azında devlet okulları bulunmaktadır.

Sonuç, 1944'te Yahudi çocukların %97'sine kıyasla Arap çocukların sadece %32'si okula gidebildi. İngiliz mandası eğitim müdür yardımcısı Jerome Farrell, "Araplara ve Yahudilere verilen eğitim hizmetleri arasındaki eşitsizlik, iki ırk arasındaki kültürel uçurumu artıracak, sosyal anlamda birbirlerine nüfuz etmelerini önleyecek ve Arapları 'kalıcı aşağılık' kompleksine sürükleyecektir” diyerek duruma dikkat çekmiştir.

Demek ki 1948’den öncesi var. Siyonist sömürgecilik, İngilizler tarafından yönetilen devlet içinde bir Yahudi devleti gerçekleştirmeyi başardı.

Elbette, Yahudi Ajansı'na Yahudi yerleşimcileri yönetme, temsil etme ve onlar adına müzakere etme yetkisi verdiler ve bu örgütler, Devlet içinde Devlet olarak gelecekteki Yahudi devletinin temelini attı. Yahudi nüfusunu gerçek bir iç savaş için seferber ettiler. Araplar ise daha az örgütlenmiş, daha az seferber olmuş ve daha az finanse edilmişlerdi, bu da 1948'de nasıl yenildiklerini açıklıyor.

Medyaya yansımayan taraflarıyla 1948 Nekbe'si
Mecra

İsrail'in kuruluşundan hemen sonra sürgün ve etnik temizliğe maruz kalan Filistinliler evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Filistinliler bu süreci, ''Nekbe (Büyük Felâket)'' olarak adlandırıyor ve her yıl 15 Mayıs'ta anıyorlar.

Sanayi konusuna geri dönelim. İkinci Dünya Savaşı sırasında her şeye rağmen Filistin işçi sınıfının gelişimine tanık oluyoruz.

Öyle ki savaş, ekonomik üretimi önemli ölçüde artırır; tanksavar mayınları, çelik konteynırlar, hidrolik parçalar, askerî araç gövdeleri. Yahudi fabrikaları bu üretimin %95'ini sağlar, ancak iş gücü tükenmektedir. Hatta bu gücün bir kısmını Mısır'dan, Ürdün'den, Suriye'den tedarik etme mecburiyeti doğar. Arap işçilerin sayısı yüz bini bulacak ve ücretler artırılacaktır. Arap sendikaları, komünist Emile Tuma tarafından kurulan küçük bir sol parti olan Ulusal Kurtuluş için Arap Birliği ile işbirliği neticesinde güç kazanır. Bu da Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine karşı mücadelesinin gelişimini teşvik eden gelişme olur.

Peki o vakte kadar, söz ettiğiniz tüm bu Yahudi sömürgeciliği Filistinlilerden herhangi bir tepki görmeden mi gerçekleşti?

Bu mümkün değildi. Aslında, Nisan 1920'de bir Yahudi geçit töreni esnasında gerçekleşen olaylar, 1 Mayıs 1921'de Arap emirlerini Büyük Britanya ve Fransa'ya atayan San Remo Konferansı'nın akabinde gelişenler, yine aynı yıl Yafa’da çıkan (48 Filistinli ve 47 Yahudi’nin ölümü, 219 Yahudi’nin yaralanması ile neticelenen) isyan ile bu memnuniyetsizlik çok erken dönemde ifade edildi. Bu olaylardan sonra Siyonist Komisyon başkanı David Eder, "Filistin'de yalnızca bir ulusal yurt olabilir ve burası bir Yahudi yurdu olacaktır ve Yahudiler ile Araplar arasında asla bir eşitlik söz konusu olmayacak, sayıca üstünlük yakalar yakalamaz Yahudi halkı egemenliğini ilân edecektir.” şeklinde bir açıklama yapar.

1920'de oluşturulan Filistin Arap Kongresi, Balfour Deklarasyonu'nu, yani bir Yahudi ulusal yurdu fikrini reddederek Filistin'de ulusal bir hükümet talep eder ancak Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvâm) hükmünün de bu doğrultuda olmasına rağmen bu İngiltere tarafından olumlu karşılanmaz.

Ne yazık ki Filistin direnişi iki etnik aşiret olan Hüseyniler ve Nashabibiler arasındaki çekişmelerle zayıflayacak, Siyonistler bu bölünmeye katkıda bulunmak için küçük partilerin kurulmasından yana tavır alacaklardır. Ancak 1928'de 7. Arap Kongresi'nde yeniden bir araya gelinmesiyle aşılması gereken sorunun "Filistin halkı mevcut saçma sapan sömürge sistemine tahammül edemez ve etmeyecektir, acilen kendi Anayasalarını hazırlamak için temsili bir azanın ve demokratik bir parlamenter hükümetin kurulmasını talep etmektedir.” kararının olduğu anlaşılmıştır.

1929'da Kudüs'teki isyanlar 133 Yahudi ve 116 Filistinlinin ölümüne neden oldu. Her zamanki gibi, sorunun nedeninin Siyonist sömürgeleştirme ve toprak kaybından duyulan memnuniyetsizlik olduğu sonucuna varılıyor, nitekim incelemeye tabii tutulan 104 köyde, ailelerin %29'u topraksız bırakılmıştı. Komisyon başkanı Sir John Hope Simpson durumu şöyle açıklamaktadır: "Arap fellah (çiftçi) çaresiz durumda. Çiftliği için bir sermayesi yok. Borç içinde. Kirası artıyor, ağır vergiler ödemek zorunda ve kredilerinin faiz oranı inanılmaz derecede yüksek." Devamında kendi hükümetinin politikasını eleştirmeden edemez: "Filistin'de hâlihazırda bu boşluğu doldurabilecek sayısız işçi varken ve onlar da bu boşluğu doldurmaya razıyken, Polonya, Litvanya veya Yemen'den gelen Yahudilerin bu amaç için kabul edilmesi çok yanlış, bundan ötürü iş bulamıyorlar."

Nekbe'den evvel Filistin köyleri
Mecra

Ve her zamanki gibi, İngiliz hükümeti soruşturma komisyonunun önerisinin tam tersini mi uygulayacak?

Her zamanki gibi. Başbakan Ramsay MacDonald bu raporu reddedecek ve 30 yıl boyunca Siyonist yanlısı bir politika izlenecektir.

Bu da 1936-1939 büyük Filistin Ayaklanması’na yol açacak.

Hamas'ın silahlı kanadını oluşturan ''Kassâm Tugayları'', ismini, 1935'te İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen İzzeddîn el-Kassâm'dan alıyordu.

Köylüler üzerindeki yüksek vergiler, Yahudi göçündeki olağanüstü artış, bir Filistin Parlamentosu oluşturma ihtiyacının reddedilmesi ve İngiliz mandasının sona erdirilmesinin yanı sıra bir Arap hükümetinin kurulmasını talep eden daha militan Filistin örgütlerinin kurulması gibi çeşitli faktörler buna neden olacaktır. Şeyh İzzeddîn el-Kassâm liderliğindeki silahlı direniş örgütünün, İngiliz birlikleri tarafından pusuda katledilmesinin ardından kendilerine “Kassâm Tugayları” diyen onlarca genç silahlara sarılır.

Minberin ve cihadın kükreyen aslanı: Şeyh İzzeddîn el-Kassâm
Mecra

İngilizlerin, 15 Nisan 1936'da olağanüstü hal ilân ederek tepki göstermesi, ülke genelinde işçi ve orta sınıfların genel grevini tetikler. Mücadeleyi yönetmek adına bir Arap Yüksek Komitesi kurulur. Grev altı ay boyunca sürecek, sivil itaatsizlik genellikle köylüler arasında geniş bir destekle başkaldırı eylemlerine yol açacaktır. İsyancılar kendilerini gerilla grupları halinde örgütlerler ve kırsal alanın büyük bir bölümünü kontrol altına alırlar. Ancak grev İngilizler tarafından yasadışı ilân edilir, liderlerin hapse atılması yahut sınır dışı edilmesi, gazetelerin sansürlenmesi veya kapatılması, sokağa çıkma yasakları ve bazı köy ve mahallelere toplu ceza uygulamalarının düzenlenmesiyle süreç devam eder.

Yeni bir İngiliz komisyonu olan Peel Komisyonu, sorunların ana nedeni olarak - her zamanki gibi - bağımsızlık arzusunu vurgulayacaktır. Filistin’i bir Yahudi devleti, bir Arap devleti ve İngilizlere ait bir bölge olmak suretiyle üçe bölerek İngiliz mandasının sona erdirilmesini tavsiye eder. Sonrasında da iki tümen, hava filoları, polis kuvvetleri ve 6.000 Yahudi destekçi ile büyük bir kampanya başlatır. Müdahale birlikleri, 2.000 Filistinli savaşçıdan on kat daha fazla olmasına karşın, halk tarafından desteklenen askerler 1939 yılına kadar direneceklerdir.

Kısacası, Filistin kesinlikle bir çöl ve Filistinliler de güdülmesi gereken koyunlar değildi!

Şüphesiz. Ancak bu baskı Filistin siyasî partilerini ve direniş örgütlerini kırıp geçirecek, Filistinli birçok liderin ülkeye dönmesi engellenecektir. Öte yandan İngilizler, Siyonist milis Haganah'ın yanı sıra Irgoun, Stern ve diğer terörist grupların gelişimine katkı sağlar. Yahudi cemaati nihayet 1945'te İngiliz işgaline karşı bir isyan başlatacak ve 1948'de Filistin'i ele geçirecek kadar güç kazanacaktır.

Ama bu mantığa aykırı bir durum! Londra tarafından bu kadar çok himaye edilen Yahudilerin artık onlar ile çatışma içine girmesini nasıl açıklıyorsunuz?

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Londra'nın Arap ülkelerinin desteğine ihtiyacı vardı, bu nedenle Arap kamuoyunun yatıştırılması gerekiyordu. Hayal kırıklığına uğrayan Siyonistler, yeni yükselen güç olan ABD'ye yüzlerini dönerek bir Yahudi devletinin kurulması için arka çıkmasını istediler. 1945’in Ağustos ayında Başkan Truman, Britanya başbakanına 100.000 Avrupalı Yahudi'nin daha göç etmesine izin vermesi için çağrıda bulundu.

Dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler ''Eve Dönüş Yasası'' ile İsrail'e yerleşmiş ve vatandaşlık almıştı.

Aynı zamanda Siyonist grup Stern, İngilizlerin Mısır'daki temsilcisi Lord Moyne'ye, Siyonist amaçlara karşı çıkması gerekçesiyle suikast düzenler. Bu da, Siyonistleri her zaman desteklemiş olan Churchill'i öfkelendirir. Netice itibariyle Siyonistler Filistin'de İngilizlere karşı bir terör eylemi kampanyası başlatırlar ve Haziran 1946'da İngiliz yetkililerin Kudüs'teki karargâhı olan King David Oteli havaya uçururlar. İngilizler ise ihtiyatı elden bırakmayacak ve 1936'da Filistinli direnişçileri vuran tepkiden çok daha zayıf bir tepki ortaya koyacaktır.

Bu durumda Büyük Britanya 1948'de Filistin'den çekilmeye ve görevi Birleşmiş Milletlere devretmeye karar verir. İkinci adım da, gizli kapaklı birçok manevradan sonra Filistin’i bölmekten ibarettir. Nüfusun %31'ini oluşturan Yahudiler, Filistin'in tarihi topraklarının %55'ini alırken bu Yahudi devletinde Filistinliler resmen %45 ile azınlık kalır. Öte yandan önerilen Arap devleti, ihmal edilebilir bir Yahudi azınlığın yaşadığı toprakların sadece %45'ini alacaktır.

Çok geçmeden Filistin halkı ve Siyonist otorite arasında husumet başladı. Üstelik ayrılış tarihi İngilizler tarafından 31 Temmuz 1948 olarak belirlenmesine rağmen, bundan yalnızca Filistinliler tarafındaki Siyonistler haberdar edildi ve yetki devri için herhangi bir işlem yapılmayarak ülke zor durumda bırakıldı.

Ancak, iyi örgütlenmiş Yahudi cemaati zaten kendi kurumlarını oluşturmuştu ve iktidarı ele geçirmeye hazırdı. Diğer taraftan, 1939'daki mağlubiyet ve gördükleri baskılardan sonra Filistinlilerin sahip olduğu bir yapı kalmamıştı. İngiliz birlikleri Arap bölgelerini terk ettiğinde, arkalarında güvenliği, polisi, elektriği, suyu, sıhhi hizmetleri, eğitimi denetleyecek hiçbir kurum bırakmamıştı.

Dahası, Filistinli yetkililer bölünmüş durumdaydı. Nitekim "Büyük Suriye" üzerinde hüküm sürmeye çalışırken Londra'ya güvenen, İngiliz polisini destekleyen ve hatta Filistin'i bölmek için Siyonist liderlerle gizli anlaşmalara girişen Ürdün'ün hırslı Kralı Abdullah'ın entrikalarının kurbanı oldular.

Kudüs müftüsü Hacı Emîn el-Hüseynî
Mecra

Öte yandan Filistinli lider Emin el-Hüseyni, gönüllülerden oluşan bir birlik toparlamak için (çatışmalar başladıktan sonra) 1947'nin sonuna dek bekleyecekti. 1948'de Filistin kuvvetleri zar zor 7.000 savaşçıya ulaşacak, Yahudi kuvvetleri ise 60.000 kişiyi bulacak. Uluslararası kamuoyunun baskısı altındaki Arap Birliği, 3.800 kişiden ibaret bir Arap Kurtuluş Ordusu kuracaktı.

Nekbe (Arapça manasıyla kaos) için tüm taşlar yerine oturur; 1948’de Filistin tarihe karışacak, 750.000 Filistinli sürgüne mahkûm edilecektir.

***

Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:

- Samih K. Farsoun & Christina E. Zacharia, Palestine and the Palestinians, Westview Press Inc, 1997.

- Benny Morris, Victimes, Histoire revisitee du conflit arabo-sioniste, Complexe, Bruxelles, 2003.

- Norman Finkelstein, Mythes et realites du conflit israelo-palestinien, Aden, Bruxelles, 2007.

- Lucas Catherine, Palestine, la derniere colonie?, EPO, 2003.