Gazâlî yıkmadı, çeyrek asırda bin yılı kurdu!
Gazâlî meselesinde De Boer'in "Gazâlî, akla darbe vurdu, İslâm düşüncesini dondurdu" şeklindeki iddiası bugün hâlâ -ilahiyat camiasında bile- genel olarak benimsenmiş, çok tehlikeli –Batı merkezci ve tutar yanı olmayan- boş, temelsiz bir iddiadır. Çağdaş hurafedir. Bu iddia hem de o kadar sorgusuz sualsiz kabul edilmiştir ki, elimizde mevcut bütün İslâm felsefesine dâir yazılan kitapların kalkış noktasını oluşturuyor hâlâ!
İslâm dünyası son iki yüzyıldır tarihinin en zorlu krizlerinden birini yaşıyor olmasına rağmen henüz diriliğini koruyor. İslâm medeniyeti bilfiil (bedenen) tarihten çekildi ama bilkuvve (ruhen) yaşıyor. Buna mukabil Batı uygarlığı bilfiil (bedenen) bütün dünya üzerinde hâkim ama bilkuvve (ruhen) çökmüş durumda. Felsefî, kültürel, estetik, siyasî ve ahlâkî olarak dünyaya verebileceği yeni bir şey yok. Batı uygarlığının çöküşünü bir asır önce Nietzsche haber vermiş hatta canlı cenazeyi çarmıha germişti: “Söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir” diye haykırmıştı!
- Modernliğin tabutu üzerinden zuhûr eden postmodern süreç, bir yenilenme değil her bakımdan bir çöküşün adıdır. Kapsamlı bir felsefî krizin mîladı.
Batı uygarlığının bütün medeniyetlere saldırısı, bütün medeniyetlerin ya fiilen tarihten çekilmeleriyle ya da fosilleştirilmeleriyle sonuçlandı. Bunu tam da böyle söylemişti Toynbee bize. Yok olmaya da fosilleştirilmeye de yalnızca İslâm'ın direnebildiğini görüyoruz: Kurucu kaynaklarımız sapasağlam zira!
İşte bu durum, Batılıların, İslâm dünyasının kaynaklarıyla ilişkilerini sakatlayarak İslâm'ı bütünüyle tarihten uzaklaştırabilecekleri zehabına kapılmaya sürükledi.
O yüzden Batılılar son iki asırda, İslâm dünyasında akademide uygulanmak üzere üç büyük yıkıcı proje geliştirdiler. Kısaca, anabaşlıklar hâlinde özetlemek gerekirse, bu üç büyük oryantalist proje şunlar:
- Birincisi, İslâm düşüncesinin Gazâlî'yle bittiği masalını yaymak.
- İkincisi, Osmanlı'yı unutturmak.
- Üçüncüsü de, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsmak.
Gerçek Hayat'ın önceki haftaki nüshasında yer alan yazımda, âciliyetine ve önemine binâen üçüncü projeyi enlemesine ve boylamasına mercek altına almıştım. Bu yazıda, Gazâlî meselesini, Gazâlî'nin hangi sâiklerle ve neden hedef tahtasına oturtulma ihtiyacı duyulduğunu tartışacağım.
İslam'ın "kurucu" temellerini yıkmak
Burada tedirgin edici mesele şu: Bu üç hedeften ilk ikisini gerçekleştirmeyi -büyük ölçüde- başardı Batılılar ve içimizdeki “İrlandalılar!”
Söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir-(Nietzsche)
Şimdi Efendimiz (sav)'in konumunu sarsmak için hadislere, sünnete, mezheplere, 1400 yıllık İslâm ilim, irfan ve hikmet birikimine karşı büyük, yıkıcı saldırıyı hayata geçirmekle meşguller Batılılar ve uzantıları! Batılıların bu üç mesele üzerinden Müslüman toplumları hedef tahtasına yatırmasının başlıca nedeni, Osmanlı'nın da, Gazâlî'nin de, Efendimiz (sav)'in de buluştukları çok hayatî ortak bir noktanın olması.
Üç'ü de farklı açılardan, kendilerine göre, "kurucu" konuma sahipler:
- ● Hz. Peygamber (sav), akîdevî açıdan,
- ● Gazâlî fikrî açıdan,
- ● Osmanlı da siyâsî açıdan, hem dün "kurucu" roller oynadı, hem de daha önemlisi de yarın yine bu kurucu rollerini oynayacak...
Gazâlî meselesine geçmeden önce, burada söyleyeceklerimin nazarî temelini teşkil edecek, önceki yazıda dikkat çektiğim sorunu başka bir açıdan gözden geçirerek hatırlatacak hayatî bir meseleyi vuzûha kavuşturmanın zarûrî olduğunu düşünüyorum: Kur'ân'ın hitabı, Sünnet'le muhatabını buldu. Sünnet-i Seniyye, Kur'ân'ın ve hitabının, sırasıyla, Mekke sürecinde hayat bulmasını, Medine sürecinde hayat olmasını, Mekke ve Medine süreçlerinin hâsılası demek olan Medeniyet sürecinde ise bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasını sağladı.
Hz. Peygamber'in konumu, değişkenlerin sâbiteleri yutmasını ve dinin hayattan uzaklaştırılması tehlikesini önlüyor...
İki asırdır yaşadığımız medeniyet buhranın anlaşılmasında, anlamlandırılmasında ve aşılmasında Kur'an'ı ve hitabını muhatabına ulaştıran Efendimiz (sav)'in, dolayısıyla Sünnet-i Seniyye'nin hayatî, belirleyici bir rolü olduğunu idrak edebilecek bir ufka, derinliğe sahip değiliz, ne yazık ki.
Kur'ân asıl, Sünnet usûldür çünkü. Unutmayalım ki, usûlsüz vusûl / varış gerçekleşmez. Usûl yoksa fusûl / sapma ve savrulma gerçekleşir yalnızca.
Sünnet-i Seniyye, İslâm'ın Kur'ân'da ifade edilen tenzîlî âyetlerini, Efendimiz vasıtasıyla tekvînî âyetlere dönüştürüyor: Kur'ân'la doğrudan ve doğurgan bir irtibatın yol ve yöntemlerini bizzat bilfiil gözler önüne seriyor.
Efendimizin konumu bu yüzden çok hayatî. O yüzden bu üç saldırının nihâî hedefi, Efendimiz'i devre dışı bırakmak. Oysa Hz. Peygamberi devre dışı bırakan bir din kısa devre yapar; önüne gelen, İslam’ı kendi kafasına göre anlamaya kalkar; sonunda, ortada dinden eser kalmaz; herkes dini kafasına göre yorumlamaya, eğip-bükmeye (protestanize ederek, dine uyacağına, dini kendine uydurmaya) kalkar.
Bunun önü alınamaz... Hıristiyanlık, bu şekilde hayattan uzaklaştırıldı ve bitirildi. O yüzden önüne gelen İncil yazıyor Batı'da: Feministler, eşcinseller, ateistler vesaire... Dini hurafelerden temizleyeceğiz diye yola çıkan Luther ve şürekâsı, dini hayattan uzaklaştıracak yapı taşlarını döşemekten, insanları çağdaş hurafeler çöplüğünün kölelerine dönüştürmekten başka bir şey yapmadılar. Sonuçta, insanlar dine uyacaklarına, dini kendilerine uydurdular. Böyle bir sonuç kaçınılmazdı elbette.
Tam bu noktada Efendimizin hayatî önemini tek bir cümleyle özlü bir şekilde şöyle ifade edebiliriz burada: Efendimiz (sav) Kur'ân'ın sâbitelerinin değişkenler tarafından yutulmasını ve değişkenlerin sâbite katına yükseltilmesini önlemiştir: Âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin sırrı da işte burada gizlidir.
İşte Gazâlî; Grek, Hint, Mısır ve Mâverâünnehir havzalarında düşünce ve inanç geleneklerinin İslâm'ı dönüştürme tehlikesini görerek, değişkenlerin sâbiteleri yutmaması için bir ümmîleşme çabası başlatmış, özgün İslâm düşüncesinin temellerini atmıştır.
Selçuklular, Eyyûbîler, özellikle de Osmanlıların İslâm’ın kurucu kaynaklarına sımsıkı tutunarak gerçekleştirdikleri uzun soluklu yolculuk, değişkenlerin sâbiteleri yutmasının önündeki bütün engelleri bertaraf eden, sâbitelerin değişkenleri yorumlamasının önünü sonuna kadar açan, Ehl-i Sünnet Omurga'nın inşasıyla gerçekleştirilen, bin yıl İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan ve dünya tarihini Müslümanların yapmasını mümkün kılan bu ümmîleşme çabasını sarsılmaz bir ümmetleşme gerçeğine dönüştürmüş, yeryüzünde yaklaşık sekiz asır Müslüman Dünya Düzeni'nin hâkim olmasını sağlamıştır.
Özetle... Batılılar, İslâm dünyasını, dolayısıyla İslâm'ı nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar: Kurucu temelleri yıkmak.
Bu yazıda, Gazâlî meselesine yoğunlaşacağım, son yazıda ise, “Osmanlı'nın unutturulması” sorununu mercek altına alacağım.
Dozy ve Renan'dan De Boer'e...
De Boer denen "sıradan bir adam" yaklaşık yüzyıl önce İslâm felsefiyle ilgili bir kitap yazar: Küçük bir risaledir bu aslında. De Boer, ne tarihçidir, ne de felsefeci.
Gerçekten de "sıradan bir adam''dır ama yazdığı bu kitap İslâm dünyasında sadece seküler kesimlerin değil, İslâmî duyarlığa sahip çevrelerin akademisyenlerinin ve entelektüellerinin zihin dünyalarını, kendilerine bakışlarını da şekillendirmiş, tersyüz etmiştir o günden bugüne...
Daha önceki süreçte, Dozy, Renan, Goldziher, Gibb, Watt gibi oryantalistler, İslâm dünyasının Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere Hint-Pakistan coğrafyasında da, Tatar, Türkistan ve İran coğrafyalarında da bütün münevverler, fikir adamları üzerinde derin etkilere, dalgalanmalara yol açan İslâm düşüncesine ve tarihine ilişkin kitaplar, risaleler yazmışlardı.
Bu oryantalist yazarların fikirleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm dünyasında yoğun tartışmalara yol açmıştı/r.
Bu, iki açıdan dikkat çekiciydi:
- ● Birincisi, oryantalist yazarlara gösterilen ilgi ve tepki, özelde Osmanlı coğrafyasındaki, genelde ise bütün bir İslâm dünyasındaki fikir hayatının canlılığına işaret eder.
- ● İkinci olarak ise, İslâm dünyasının, Avrupa'nın modern / seküler / pagan meydan okumasından ya da saldırısından sonra yoğun bir medeniyet buhranı yaşadığını, Müslümanların her alanda hem bu buhranı zihnî ve tarihî olarak iliklerine kadar yaşadıklarını, hem de Batı'ya karşı özgüvenlerini yitirdiklerini, o yüzden Batı'ya karşı yalnızca reaksiyoner tavırlar geliştirdiklerini, özgün çıkışlar yapamadıklarını, hem fikir, hem de fiil planında "aksiyon"Iar ortaya koyamadıklarını, aks / eksen olamadıklarını, yalnızca savunmacı dolayısıyla edilgen / reaksiyoner ve marazî tavırlar ortaya koyabildiklerini gözler önüne serer.
Fakat Dozy ve Renan gibi yazarların fikirleri her şeye rağmen -Namık Kemal, Filibeli Ahmet Hilmi gibi yazarlar tarafından- enine boyuna tartışılmış, görüşlerine güçlü reddiyeler yazılmıştı.
Oysa De Boer'in kitabı, Müslüman fikir adamlarının, akademisyenlerin ve yazarların zihinlerini tarumar ettiği hâlde, De Boer'in görüşleri nerede ise hiç tartışılmadı, olduğu gibi benimsendi: Osmanlı'nın durdurulmasıyla yıkılamayan “kale”, bu kez, Müslüman akademisyenler, yazarlar zihnen teslim alınarak, zihnî felçleşme, epistemik köleleşmeye mahkûm edilerek içerden yıkılmaya çalışılıyor...
Gazâlî yıkmadı, yeniden-kurdu!
Gazâlî meselesinde De Boer'in "Gazâlî, akla darbe vurdu, İslâm düşüncesini dondurdu" şeklindeki iddiası bugün hâlâ -ilahiyat camiasında bile- genel olarak benimsenmiş, çok tehlikeli –Batı merkezci ve tutar yanı olmayan- boş, temelsiz bir iddiadır. Çağdaş hurafedir.
Bu iddia hem de o kadar sorgusuz sualsiz kabul edilmiştir ki, elimizde mevcut bütün İslâm felsefesine dâir yazılan kitapların kalkış noktasını oluşturuyor hâlâ!
İnanması zor ama dahası da var: İslâm felsefe tarihiyle ilgili yazılan bütün kitapların konuları, başlıkları, meseleleri ele alış tarzları yani metodolojik yaklaşımları, hep De Boer'in kitabı eksene alınarak belirlenmiştir. Tam bir zihin tembelliği ve daha da vahimi zihin körleşmesi ve felçleşmesi ile karşı karşıyayız burada.
Gazâli'nin dehası, Müslümanların zihnî savrulması
Oysa meselenin püf noktası şu: Gazâlî, İslâm düşüncesini dondurmak şöyle dursun, sil baştan yeniden kurdu: Gazâlî'nin çabası, üstelik de, çığır açan, önaçan kurucu, öncü bir çaba. Gazâlî, İslâm düşüncesini Grek düşüncesinden, Hint düşüncesinden ve bütün diğer yabancı düşünce geleneklerinden arındıran, özgün İslâm düşüncesinin temellerini atan tarihî bir atılım gerçekleştirdi.
Çeyrek asırda, bin yılın tohumlarını ekti Gazâlî yaptığı büyük ümmīleşme atılımıyla...
Öyle ki, İslâm medeniyetinin yaşamaya başladığı, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla zirveye ulaşan birinci büyük medeniyet buhranının, fikrî / varoluşsal değil siyasî bir buhran olarak yaşanmasına yol açıyor Gazâlî'nin gerçekleştirdiği bu atılım. Ve daha da önemlisi, bin yıl süren Ehl-i Sünnet omurganın akîdevî, fikrî ve siyasî olmak üzere üç sütun üzerinde/n muhkem bir şekilde kurulmasını sağlıyor.
Birinci medeniyet krizi, esas itibariyle siyasî bir kriz olarak gerçekleşiyor ve bu kriz Gazâlî'nin kurucu dehasıyla aşılıyor.
- 200 yıldır ikinci büyük medeniyet buhranını yaşıyor İslâm dünyası ve Gazâlî gibi bu krizin aşılması sürecinde kurucu roller oynayacak dehâlardan mahrum.
Üstelik de bu kriz, siyasî değil; fikrî-varoluşsal. Yani Gazâlî gibi öncü, kurucu şahsiyetlere hayatî ihtiyaç duyduğumuz sarsıcı, kapsamlı ve çok katmanlı bir kriz bu.
İşte Gazâlî gibi şahsiyetlere ihtiyaç duyulan bir zaman diliminde iki asır öncesinden Gazâlî'nin önünün kesilmesi, Ehl-i Sünnet omurganın çökertilmesi ve İslâm dünyasının yaşadığı ikinci medeniyet krizini aşacak öncü, kurucu şahsiyetlerin önünün kesilmesi anlamına geliyor. Osmanlı'nın unutturulması da aynı amaca dayanıyor. İnsanlığın tarih yolculuğunda kemâl noktası olarak kabul edildiği için yarım asırdır Amerika’da üniversitelerde çatır çatır Osmanlı kürsüleri kurulmasını, Ehl-i Sünnet Omurganın kalesi ve kulesi Osmanlı'nın neden ve nasıl unutturulmaya çalışıldığını mercek altına alacağım.
Batılılar, nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar ama biz bu hayatî meseleyi henüz kavrayabilmiş hatta görebilmiş bile değiliz hâlâ!