İkinci Medeniyet Krizi: İstiklâl ve istikbâl mücadelesi
İslâm bütün medeniyetlerle temasa geçmesine rağmen hem hiçbirini yok etmedi, asimile etmeye yani kendine benzetmeye çalışmadı, aksine onlardan azamî ölçüde beslenmesini bildi. Bunun temel nedeni, sabitelerinin yani kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu kaynaklarının muhkem, aşınmamış olmasıydı.
İki asırdır, İslâm tarihi boyunca karşı karşıya kaldığımız ikinci büyük medeniyet buhranını yaşıyoruz iliklerimize kadar. Birinci büyük medeniyet buhranı, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla maruz kaldığımız büyük bir yıkımdı. 12. ve 13. yüzyıllarda zirveye çıkan büyük bir hercümerç, anafor. Tarihçiler, bu buhranın büyüklüğünü anlatabilmek için “sanki İslâm tarihten çekilmek üzere gibiydi” diye tasvir ederler.
Maddi Yıkımın Cehennemi
Gerçekten de Moğol saldırıları yeni Müslüman olan Türklerin maddî medeniyet birikimlerini yerle bir etmiş, Kaşgar'dan Herat'a, Buhara'dan Semerkand'a, Tûs'dan Nişabur'a kadar Türkistan ve Horasan havzasını yerle bir etmiş, şehirleri yakıp yıkmış, nüfusları kırıp geçirmiş, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamıştı.
Aynı şeyin hem Haçlı hem de Moğol saldırıları sonrasında Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika coğrafyası için de söz konusu olduğunu görüyoruz. Latin takviminin 1258 yılında Bağdat düşünce ve İslâm medeniyeti yıkımının ama özellikle maddî yıkımın cehennemini yaşadı, fakat toparlandı.
Birinci medeniyet buhranı, maddî bir yıkımdı, manevî bir çöküş değil. Bedenimizi kaybetmiştik ama ruhumuzu asla yitirmemiştik.
Çünkü İslâm, çok kısa bir zaman dilimi içinde tarihçilerin ifadesiyle Pasifik Okyanusu'ndan Atlantik Okyanusu'na kadar yarım asır içinde “yıldırım hızıyla” yayılmıştı. İslâm'ın bir asır içinde yeryüzündeki bütün büyük medeniyetlerle, dinlerle, kültürlerle, felsefelerle temasa geçmesi, İslâm'ın akidesini tarumar etmedi ama büyük sarsıntılara yol açtı.
Hıristiyanlığın Romalaşması
Hıristiyanlık, dışardan gelen daha küçük ölçekli bu tür saldırılardan paganlaşarak, büyük tahribat ve tahrifat yaşayarak çıkmış, ruhunu yitirmiş, bambaşka bir şeye dönüşmüştü. Ruhunu yitirdiği için de İslâm gibi evrensel medeniyet sıçraması gerçekleştirememiş, bunu gerçekleştirmesini mümkün kılacak sabitelerini yitirdiği için değişkenler tarafından yutulmuştu. Roma, Hırıstiyanlaşmamıştı; Hıristiyanlık Romalılaşmıştı bu yüzden.
Aynı şey, İslâm için söz konusu olmadı. Üstelik İslâm bütün medeniyetlerle temasa geçmesine rağmen hem hiçbirini yok etmedi, asimile etmeye yani kendine benzetmeye çalışmadı, aksine onlardan azamî ölçüde beslenmesini bildi. Bunun temel nedeni, sabitelerinin yani kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu kaynaklarının muhkem, aşınmamış olmasıydı. O yüzden yeni durumlar tarafından dönüştürülmüyor aksine yeni durumları yorumlayarak atılım yapacak kadar dönüştürebiliyordu İslâm.
Zihin Devrimi
Birinci medeniyet buhranının aşılmasında medrese yani zihin devriminin rolü büyük oldu. Özellikle Nizamiye Medreseleri, gelecek tehlikeye nazarî hazırlık yapılmasını sağladı; Müslümanların İslâm'dan asla şüphe etmemelerine imkân tanıdı ve gelen maddî yıkımı bu mânevî / nazarî tahkimatla aşmasını bildi. Birinci medeniyet buhranının sonucunda Babür, Safeviler ve Osmanlı medeniyet tecrübeleriyle en parlak dönemine ulaştı.
Krizin aşılmasında ve bin yıl dünya tarihini Müslümanların yapmasında üç şahsiyet çok büyük rol oynadı. Kurucu Melikşah, uygulayıcı Nizamülmülk ve temelleri-koyucu Gazâlî.
Manevi Yıkım: Zihni İşgal
İkinci medeniyet krizi maddî yıkım değil mânevî yıkım. Fiilî işgalden ziyade zihnî işgal. Ontolojik kırılma ve epistemolojik kopuş.
- ● Zihin / Mekke,
- ● Zemin / Medine ve
- ● Zamanın / Medeniyet'in çökmesi.
Zihnî esaret süreci, zihnimizin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmesi, özgüvenini yitirmesi. Özetle, İbn Haldun'a atıf yaparak söylersem, yaratıcı ruhunu (sebep asabiyesi) ve kurucu iradesini (nesep asabiyesi) kaybetmesi.
Şimdi yazının bundan sonraki bölümünde, bin yıl hem İslâm tarihinin hem dünya tarihinin kurulmasında kilit rol oynayan bu toprakların çocuklarının, son iki asırlık tarihinin, ikinci büyük medeniyet krizinin iliklerimize kadar yaşandığı ve bütün İslâm dünyasında derinlemesine gözlendiği bir büyük buhranın tarihinin Türkiye özelinde nasıl yaşandığına ve nasıl aşılabileceğine yoğunlaşmak istiyorum.
Önce şu tespiti yapalım: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir. Bizim yaşadığımız felâket tam da böylesi bir felâket. Özellikle de
- ● entelijansiyası olmadığı için ya da mevcut entelijansiyası zihnen sömürgeleşmiş,
- ● celladına aşık edilmiş,
- ● olup bitenleri anlayacak,
- ● kavrayacak perspektifleri yok edilmiş,
- ● gözü körleştirilmiş,
- ● zihni köleleştirilmiş metamorfoz yemiş bir entelijansiya olduğu için ne olup bittiğini anlayacak ve anlatacak öncü kuşaklardan yoksun bu toplum.
Bu anlamda, öncü kuşakları olmayan, toplumun ruhunu yaşayan, yeniden inşa ederek insanlığa sunan bir entelijansiyadan mahrum olması, ülkenin nereden nereye sürüklendiğini görebilmemizi zorlaştırdı.
Zihnen sömürgeleştirilmiştik biz. İkinci büyük medeniyet krizi fiilen değil daha ziyade zihnen sömürgeleştirilmemiz şeklinde tezahür etti, ediyor hâlâ...
Türkiye'nin İstiklâl ve İstikbâl Mücadelesi İslâmî Bir Ruhla Verildi; Ama...
Bu ülke bir bağımsızlık savaşı verdi.
* Ne'yle?
* İslâmî bir ruhla.
Bu ruhu unutturmaya çalıştılar bu ülkede, sanki ülke sömürgeciler tarafından işgal edilmişçesine. Mustafa Kemal bile, “millî mücadele” değil, “millî mücahede” demiştir bağımsızlık mücadelesine çoğu zaman. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazdığı bütün yazılarda “millî mücahede” verdiğimizden, bunun da “hilâfeti kurtarma gayreti” olduğundan sözeder. Bunlar, neden gizlenir, neden genç kuşaklara böyle anlatılmaz, peki?
Emperyalistler kovuldu, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Fakat enteresan bir şey oldu: Bu toplumun varlık nedeni İslâm değil, laiklik olarak belirlendi.
Önce devlet, sonra da toplum laikliğe göre sil baştan yeniden şekillendirilmeye çalışıldı.
Sorulmayan soru şu: Türkiye, emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşı verdi mi? Verdi.
Ve bu toprakları çiğnetmedi.
Hangi ruhla peki?
Mücahede ruhuyla, elbette ki.
İslâm'ın verdiği, haysiyetini koruma ve her ne pahasına olursa olsun, bu toprakları, bin yıldır şehid kanlarıyla sulayarak vatan yaptığımız Anadolu kıtasını emperyalistlere karşı sarsılmaz imanıyla koruma ruhu ve mücadelesiyle.
İyi de temel kaynağını İslâm'ın oluşturduğu medeniyet iddialarını neden terk etti?
Neden kendi medeniyet iddialarına göre değil de Batı uygarlığının temel iddialarını oluşturan sekülerizme göre devleti tanımlama, toplumu şekillendirme yolunu tercih etti?
Medeniyet iddialarını önce terk eden sonra da inkâr eden bir toplumun, bağımsız olduğundan, bağımsız kalabilmesinden, bağımsızlığını sürdürebilmesinden söz edilebilir mi?
Zihnen yabancılaşmış, metamorfoz yemiş bir toplum, fiilen köleleşmekten kurtulamaz.
Zihni kendine ait olmayan, dünyaya bakışı, yaklaşım biçimleri başkalarına ait olan bir toplum,
- ● önce zihnen felçleşir,
- ● sonra da fiilen köleleşme ve
- ● yok olma sürecine girer.
Kaçınılmazdır bu!
Ruhunu yitiren, ruhunu oluşturan varlık sebebini inkâr eden, varlık sebebinin kaynağını oluşturan medeniyet iddialarını kaybeden bir toplum, zamanla varlığını da yitirmekten kurtulamayacaktır.
Toprak Bizim "Tarlamızı" Başkaları Sürüyor
Bildiğiniz gibi Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren teşekkül eden Osmanlıcılık dışında Türkiye'de üç ana akım vardı:
- ● İslâmcılık,
- ● Türkçülük ve
- ● Batıcılık.
En güçlü akım, Ahmet Cevdet Paşa, Mehmet Akif, Bediüzzaman, Filibeli Ahmet Hilmi, Elmalılı gibi büyük isimler çıkaran ‘İslâmcılık'tı.
Batıcılık, en zayıf akımdı.
Ama Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Batıcılık, “iktidar oldu” -en geniş anlamıyla.
- Batıcılık'ın ipleri almasında, bir Osmanlı paşası ama Batıcı bir Osmanlı paşası olarak Mustafa Kemal'in şahsında, çöken Osmanlı idaresinin ve bilumum entelijansiyanın müşterek bir karar verdiği düşünülebilir mi, bilmiyorum.
Osmanlı gibi köklü, güçlü bir “imparatorluğun” çöküşü, bizim bu topraklardaki varlığımızın tehlikeye girmesine yol açmıştı.
O yüzden Batılılara şöyle denildi -sanki-: “Tamam, biz, iddialarımızdan vazgeçiyoruz. Bir medeniyet iddiamız yok bizim. Ama bu toprak parçasından vazgeçmeyeceğiz.”
İçimizdeki bazı Batıcılar, işi fazlasıyla ciddiye aldılar. Toplumu laiklik üzerinden tepeden tırnağa Batılılaştırmaya, medeniyet iddialarını ve ruh köklerini yok etmeye kalkıştılar: Ezanın yasaklanması, Türk müziğinin yasaklanması, alfabenin değiştirilmesi, Türkçeyi İslâm'dan arındıran, İslâmî bir dünya ve düşünce kurulmasının önüne set çeken dil devrimi, seküler-pozitivist bir eğitim sisteminin kurulması...
Bütün bunlar, fiilen sömürgeleştirilemeyen Türkiye’nin zihnen sömürgeleştirilmesi tehlikesinin eşiğine yuvarlanmasıyla sonuçlandı...
İnsanlığa Sunulacak Medeniyet Mefkûresi
Türkiye’nin istiklâl ve istikbâl mücadelesi, yeniden medeniyet iddialarına sahip çıkması, eğitim, kültür, sanat alanlarının medeniyet ruh köklerimiz çerçevesinde sil baştan yeniden inşa edilmesi mücahedesi ve mücadelesidir.
Bu mücadele henüz başlamadı tam anlamıyla. Türkiye, medeniyet coğrafyasına açıldı, en azından.
Türkiye, ayaklarımız üzerinde sağlam durabilmemiz için öncelikli olarak siyasî ve ekonomik bağımsızlığını gerçekleştirme mücadelesi veriyor.
Ama zihnî (yani eğitim başta olmak üzere entelektüel, kültürel, sanatsal) bağımsızlığımızı kazanma mücadelesini ihmal ediyoruz.
Geç kalıyoruz...
Asıl istiklâl ve istikbâl mücadelesi, fikir, kültür, eğitim, sanat, medya ve şehircilikte verilmesi gereken bir mücadeledir.
Elbette güçlü olmamız, dışardan gelen, gelecek olan saldırıları göğüsleyebilmemiz için güçlü olmamız, siyasî ve ekonomik bağımsızlığımızı tam olarak gerçekleştirmemiz çok önemli. Ama zihnî bağımsızlığımızı -şimdiye kadar olduğu gibi- göz ardı etmemiz anlamına gelmez bu.
Elbette dengeli gitmek zorundayız. İkisini birlikte götürmek zorundayız.
Kendi Dinamiklerimizin Ekseninde
Ne ki, şu yakıcı gerçeği asla unutmayalım: Zihnî bağımsızlığımızı, kültürel bağımsızlığımızı kazanmamızı sağlayacak, eğitim, kültür, sanat, medya ve şehircilikte, dünyanın birikimini de çok iyi tanıyarak ve özümseyerek kendi medeniyet dinamiklerimiz ekseninde büyük bir devrime imza atacak atılımları gerçekleştiremezsek, ekonomik ve siyasî bağımsızlığımızı da hiçbir zaman koruyamayız.
Özetle istiklâl ve istikbâl mücadelesi, bizim yönümüze, yörüngemize kavuşma, bunun için de zihnî ve kültürel bağımsızlığımıza ulaşma mücadelesi vermemizle doğru orantılıdır.
Ancak ondan sonradır ki, tarihin yapılmasında belirleyici roller oynamaya başlamamız imkân dâhiline girebilir.
Özellikle 17-25 Aralık’tan itibaren Türkiye’ye karşı kimi zaman açık kimi zaman örtük bir savaş yürütüyor emperyalistler!
İçerden ve dışardan kuşatmaya, karıştırmaya, iş savaş çıkarmaya, istiklâl ve istikbâl mücadelesini durdurmaya, hâsıl-ı kelâm diz çöktürmeye çalışıyorlar Türkiye’ye.
17-25 Aralık girişimi de Gezi kalkışması da 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi de Türkiye’ye diz çöktürme girişimleriydi...
15 Temmuz'un ikinci ayağı ile üçüncü ayağı eşzamanlı olarak yürütülüyor: 15 Temmuz'un ikinci ayağı, FETÖ üzerinden cemaatler hedef gösterilerek Türkiye'nin İslâmî omurgası çökertilmeye çalışılıyor: Dışardan gelen tehditler hafifleyince, bu proje devreye girdiriliyor hemen içerde: Hem cemaatlerin birbirine düşürülmesi hem de cemaatlerin / tarikatların devletten temizlenmesi projesi canhıraş bir şekilde devreye sokulmaya çalışılıyor.
Çağrısı Çağını Kuracak Öncü Kuşak
Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi, zihnî ve rûhî bağımsızlık mücadelesidir. Türkiye, fiilen sömürgeleştirilmedi ama zihnen sömürgeleştirildi. Türkiye’de devlet, devletin bütün kurumları İslâm'dan arındırıldı, laikliğe göre yeniden yapılandırıldı. Toplumun zengin kültürel hafızası sıfırlandı, derin tarihî ufku daraltıldı.
Toprak bizim ama tarlayı başkaları sürüyor: Bu toprakları, yani bedenimizi koruduk ama bu toprakları bize vatan yapan ruhumuzu, zihin dünyamızı, gökkubbemizi yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu tehlike sürüyor hâlâ... Bu toplumun ruhunun, zihin dünyasının, gökkubbesinin yegâne kaynağı İslâm, İslâmî duyarlıklar, anlam haritaları çok büyük darbe yedi iki asırlık modernleşme tarihimiz boyunca.
- Said Halim Paşa'nın dediği gibi geldiğimiz nokta şu: “Batılılar yapar, biz yıkarız.” Cumhuriyet modernleşmesinin kurucu kadrosunun öncü isimlerinden Şevket Süreyya Aydemir'in de farklı dünya görüşlerine sahip olmalarına rağmen Said Halim Paşa'nın gözlemini doğrulaması şaşırtıcı değil. O da Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde “sadece yıktık ama yerine yeni bir şey yapamadık” der, İnkılap ve Kadro başlıklı son eserinde.
Bu ilkyazımı şöyle bitireyim: Eğitimde, fikirde, kültürde, sanatta ve şehircilikte kazanılamayan istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur.
O yüzden bizim dünü seferber etmemizi, çağı anlayıp aşmamızı, geleceği görmemizi, geleceğe yürümemizi sağlayacak kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu bir medeniyet tasavvuruna ve bu medeniyet tasavvurunu hayatın her alanında fikriyatını geliştirerek tatbikata dökecek, bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, çağrısı çağını kuracak öncü kuşaklara ihtiyacımız var. Eğer önümüzü açacak insanlığın yükünü omuzlarında taşıma bilinciyle hareket eden bu öncü kuşağı yetiştirebilirsek, istiklal ve istikbal mücadelesinde büyük kritik eşiği aşmış olacağız...
Türkiye, fikirde, sanatta, siyasette, iktisatta, ahlâkta, sinemada, müzikte ön alacak, ön açacak bu öncü kuşağı yetiştirmek için bütün kaynaklarını seferber etmek zorunda vesselam.