Bir Türk Edebiyatı var mı?

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

Şükür ki tıpkı resim, müzik, mimari, sinema, fotoğraf ve tiyatro gibi yaratı alanlarında hâlen daha mühim işlere imza atan isimlere sahibiz. Ve hatta bu isimlerin bazıları, makamlarını tescilleyecek hakkettikleri ödüllerle taltif edilmemişlerse bile dünya çapında değerler. Bundan zerre şüphem yok. Peki tıpkı Japonlar gibi, İngilizler gibi veya İtalyanlar gibi bir fotoğraf anlayışına veya bize mahsus bir dil anlayışına sahip miyiz? Bazı sanatçılarımızın hem kendilerine mahsus, hem de dünya çapında edebi eserler vermesi, o eserlerin bize mahsus bir dil ve anlayış ortak paydasına da sahip olduğu manâsına nasıl gelebilir ki!

Suavi Kemal Yazgıç’a

Okulsuz toplum mümkün mü?
Gerçek Hayat

Geçen hafta Ömer Seyfettin’i mevzu edinmiş ve bu çerçevede hususen ortaöğretimde meşhur muharririmizin aslında dilciliğinin, hikâyeciliğinden çok daha mühim sayılması gerektiğinden bahsetmiştim. Bu minvalde de yazarın ihmal edilen bu yönünün sadece nazariyat plânında kalmadığını, tatbikata da geçtiğini, iki hususu merkeze alarak zikretmiştim. Bu hususlardan biri hasseten mühim ve tabiri caizse tartışmasız müspet iken öbürünün menfiliği, en azından tartışmaya açık.

Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin, Türkçe’nin Arapça ve Persçe kelimeleri devşirmesinin muhteşem bir zenginlik sayılması icap ettiğini ve bunların dilimizden sureti kat’iyyede çıkarılmaması gerektiğini, buna rağmen bu dillerden dilimize giren tamlama ve edatları atmamız, yerine Türkçelerini ihdas etmemiz gerektiğini ileri sürer. Ve bu görüşü beklenmedik bir makes bulur: Türkçe, bünyesine giren bu zararlı ayrık otlarından ayıklanır.

Ne ki hikâyenin bundan sonrası böylesi bir takdir edilesilik barındırmaz. Çünkü Yeni Lisan makalesinde Ömer Seyfettin’in dile getirdiği ve yine çok büyük bir teveccühle karşılanan öteki husus, yazı dili ile konuşma dili arasındaki farkın ortadan kaldırılmasına yönelikti. Yazarın bu görüşü de umulmadık bir karşılık bulur: Milliyetçisinden Turancısına, Osmanlıcısından İslâmcısına, farklı meşrep ve mezhepteki birçok Osmanlı aydını, mesele bu hususa gelip dayandığında ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söyler:

  • Dil yekpare ve bölünmez bir bütündür. Dili konuşma ve yazma dili diye tefrik etmek bölücülüktür. Geri kalmışlığımızın en büyük sebebi bu şirktir. Dilde de tevhid esastır.

Bu husus, hepimizin yaşadığı gibi Cumhuriyet’in eğitim ve dil seferberliklerinin de esasını teşkil eder. Yapılan devrimlerin ardından sahiden de dilimizde artık çiftbaşlılık son bulur.

Ama o da ne! Çift başlılıktan kurtulmuştuk da başımıza hiç ummadığımız bir belâ gelmişti: Artık bir yazı dilimiz yoktu.

Evet, yok.

Yüzyılın Oyunu

Konuşma ve yazı dili ayrımının ortadan kalkması, kâğıt üzerinde muhteşem görünürken pratikte sadece konuşma diline mahkûm edilmek, başka bir ifadeyle yazı dilinden mahrum kalmak anlamına geliyordu.

Konuşma ve yazı dili ayrımının ortadan kalkması, kâğıt üzerinde muhteşem görünürken pratikte sadece konuşma diline mahkûm edilmek, başka bir ifadeyle yazı dilinden mahrum kalmak anlamına geliyordu. Fena hâlde oyuna getirilmiştik.

Yazık ki birçoğumuz, dil ile diyalekt arasındaki farkı bilmemize rağmen, yazı dilinin konuşma diline indirgenmesinin, daha yumuşak ifadesiyle konuşur gibi yazmanın, aslında düşünme melekesini mefhum ve tecrit seviyesinden azad edip gündelik yaşantının pratik ihtiyaçlarına indirgemek anlamına geldiğini hâlen daha kavrayamamış durumdayız. Zihnimizi işaret eden dilimiz, hızla diyalektleşmekte.

Yani üst düzey duyarlılıkları anlatacak yeterliliğini kaybedip temel meramı aktaracak vasatta bir vasata dönüşmekte.

Pek azımız, meselâ bilimde, sanatta, felsefede ve düşüncede kıble edindiğimiz milletlerde, konuşma dili ile yazı dilinin arasında devasa farkların barınmaya devam ettiğinin farkında. Hâlbuki biz Kapalıçarşı’da halı satarken kullandığımız dil ile en basitinden Türkiye şartlarında akademik bir tez yazmayı marifet bellemiştik. Biraz daha dikkatlilerimiz, o Frenk dillerinde bırakalım ikili ayrımı, handiyse farklı disiplinlere göre değişik dil anlayışlarının varlığını koruduğunu ayırdedebilmekte.

İlginçtir, bizdekinin zıddına oradaki akademisyenler de, erbabı kalem de, öteki aydınlar da bizden farklı olarak avamın hangi tabakasına seslenmek istiyorsa ona göre meramını dillendirebilecek maharetini de muhafaza etmekte. Bizdeyse bir uzmanın, komşu disiplindeki bir uzmanla sağlıklı fikri irtibat kurabilmesi ihtimali, piyangodan büyük ikramiyeyi kazanma ihtimalinden bile daha düşük. Hele bir de uzmanların tezlerini çalışırken müracaat ettikleri ana yabancı dili dikkate alarak meseleye baktığımızda ortalıktaki panayır manzarasını daha bir yakından temaşa ederiz.

Türk Edebiyatı mı Demiştiniz?

Ne ki buradaki en vahim hususa henüz gelmedik: edebiyatımızın hâli pürmelâline!

Sözü geçen yazıyı bitirirken, yazı dilinin ortadan kalkmasının beklenilesi sonuçlarından birini işaret etmiş ve artık bir yazı dilimizin, dolayısıyla da bir edebiyatımızın kalmadığını ifade etmiştim.

Burada şöylesi bir makul itiraz kabil: Edebiyatımızın zayıflığından bahsetmek belki mümkün. Ama yokluğundan bahsetmek haksızlık değil mi?

İlkin şu hususu belirtmeliyim: Bir şeyin varlığından yahut da yokluğundan bahsedebilmek için ilkin onun mahiyetinin muhatapların zihinlerinde ayan beyan tezahürünü mümkün kılan bir berraklaştırma işlemine ihtiyaç hissederiz. Öyle ya, birisi bir şeyin yokluğundan dem vururken kastettiği ile karşısındakinin bu iddiaya itiraz ederkenki kasdı birbirinden farklıysa ortada o şeyin tanımlanma eksikliği var demektir. Doğru, tanımlama zorunluluğu birçok durumda mecburi değildir. Tanımladığınız müddetçe (ve miktarda) tanımlamaya gayret ettiğinizin hakikatinden uzaklaşmanız da kabil. O yüzden, birçok durumda tanımın yerini tutacak tasvirler, tahliller veya tespitler, meseleyi pekâlâ akademik kuruluktan ve statiklikten kurtarabilir.

  • O yüzden de neyin varlığı yahut yokluğunu konuştuğumuzu tarif etmek yerine kasdımı işaret etmem kâfi: “Artık bir Türk Edebiyatı yok.” demek, “Türkiye’de hiçbir edebi faaliyet yoktur. Hiçbir yazarımız da yoktur.” demek değildir. Zaten öyle düşünseydim, o yazıda “Bu durumu tespit ümitsizlik değil, ümit ışığına işarettir.” cümlesi abes kaçardı.

Peki nedir? Şu:

Şükür ki tıpkı resim, müzik, mimari, sinema, fotoğraf ve tiyatro gibi yaratı alanlarında hâlen daha mühim işlere imza atan isimlere sahibiz. Ve hatta bu isimlerin bazıları, makamlarını tescilleyecek hakkettikleri ödüllerle taltif edilmemişlerse bile dünya çapında değerler. Bundan zerre şüphem yok. Benim işaret etmek istediğim husus başka. Kısaca ifade etmek gerekirse, meselâ zikrettiklerimin arasından sanata en uzak düşeninden, fotoğraftan bahis açalım.

  • Evet, Ara Güler gibi, Sabit Kalfagil gibi, İzzet Keribar gibi dünya çapında fotoğrafçılara sahibiz. Ama tıpkı Japonlar gibi, İngilizler gibi veya İtalyanlar gibi bir fotoğraf anlayışına, bize mahsus bir fotoğraf diline de sahip miyiz? Acaba?

Yoksa bazı fotoğrafçılarımız, bir şekilde genel-geçer fotoğraf dilinin ötesine geçmiş ve kısmen kendi dillerini de kuşanabilmişken, o dilin oturacağı bir dilbilgisinden ve hatta gramerden mahrum kalmış durumdalar mı?

Aynı şey edebiyatımız için ne diye geçerli olmasın? Peyami Safa’nın, Sabahattin Ali’nin, Necip Fazıl’ın, Nâzım Hikmet’in, hem kendilerine mahsus, hem de dünya çapında edebi eserler vermesi, o eserlerin BİZe mahsus bir dil ve anlayış ortak paydasına da sahip olduğu manâsına nasıl gelebilir ki!