Afrika’nın tarihi muhteşemdir
Bugün nüfusu 55 bini ancak bulan Timbuktu şehri, bundan 6 asır önce Paris ile hemen hemen aynı büyüklükteydi. Londra’dan ise iki misli daha kalabalıktı. 100 bine varan nüfusunun 20 bini öğrencilerden oluşuyordu. Göz alıcı medreseleri ve kütüphaneleriyle dikkat çekiyor, sadece Afrika'nın değil Ortadoğu'nun dört bir yanından gelen bilginler, sanatçılar ve seyyahlar burada buluşuyordu.
Nicolas Sarkozy gibi birçok Avrupalı, Afrika tarihinin önemli olmadığına inanıyor. Argümanlarına gelince, Afrikalılar tarih yazacak kadar gelişmiş değillermiş. Oysa bu ucuz bir propagandadan ibaret. Emperyalist ler kıtaya ayak basmadan önce Afrikanın her tarafında farklı imparatorluklar, krallıklar ve site devletleri mevcuttu..Buralarda yaşayan toplumlar medeni, organize ve teknolojik olarak gelişmiş durumdalardı. Doğal kaynaklar açısından son derece zengin olan Afrika’nın aynı zamanda zengin bir tarihi ve kültürü vardı.
Afrika’nın tarihi niçin yokmuş, çünkü Afrika yazı sistemini güya bilmiyormuş. Oysa yazı 4 bin yıldır biliniyor. Mısır, Etiyopya ve Hristiyan Nubi mirasını hatırlamak yeterli. Sınırlı kullanım alanı olsa bile yazı mevcut. Fakat dünyanın pekçok bölgesinde olduğu gibi güçlü bir sözlü tarih geleneği gözardı edilemiz. Tanzanya'daki Kilwa Kronikleri kimin eseri?
Köle tacirleri gelmeden önce herşey güzeldi
Afrikalıların hayatı, Avrupalılardan pek farklı değildi. Bazıları büyük şehirlerde, bazıları kasabalarda, diğerleri ise kırsal kesimde yaşıyorlardı. Kimileri zengin, kimileri fakirdi. Barış dönemleri yanında zaman zaman savaşlar da çıkıyordu. Büyükler saygı görür, küçükler sevgiyle karşılanırdı. Ziraat, hayvancılık ve el sanatları gibi uğraşların yanı sıra müzik ve sanat da revaçtaydı. Özel günlerde, bayramlarda birbirinden alımlı kıyafetler giyilir, insanlar özenle süslenirlerdi.
- Yanlış ve yaygın kanaatin aksine Afrika kıtası tek bir ülkeden oluşmuyordu. Tıpkı Asya’da, Avrupa’da olduğu gibi farklı etnik gruplar, değişik milletlerden topluluklar, farklı dilleri konuşuyor, farklı mabedlerde ibaret ediyorlardı.
Köle tacirlerince kaçırılan pekçok Afrikalı bir anda kendisini dili, kültürü, dini tamamen farklı insanlarla yan yana zincirlenmiş olarak buluyor, belki zincirlerini düşman kabileye mensup biriyle paylaşıyordu. Özgürlüğünden, sevdiklerinden ayrı düşmek, köle olmak başlı başına bir travmaydı. Başka insanlarla bir arada olup iletişimsizlik yaşamak ise başka bir travma.
Bucaksız Atlantik'i (meşhur "Orta Geçit") zincirli bir köle olarak geçmenin dehşetini bir düşünün hele! Yüzlerce yıl boyunca Avrupalı beyazların Afrika'da masum insanları köle yapmak için avladığını, onları nasıl acılara maruz bıraktığını hayal edin.
Afrika'da kölelikten önce var olan büyük imparatorlukları sıralayalım şimdi.
Mısır İmparatorluğu
Mısır, kölelikten önce Afrika'da var olan bir dizi büyük medeniyetin ilkiydi. Binlerce yıldır bu medeniyet bilim, matematik, tıp, teknoloji ve sanat alanlarında insanlığa muhteşem katkılarda bulundu. Avrupa’nın pek övündüğü Roma şehri kurulduğunda Mısır medeniyeti iki bin yıllık koca bir çınardı.
Gana İmparatorluğu
Batı Afrika'da bulunan Gana İmparatorluğu, Doğu Avrupa büyüklüğünde bir alana yayılan devasa bir imparatorluktu. 9. ve 13. yüzyıllar arasında altın, tuz ve bakır ticareti başlıca gelir kaynaklarıydı. Gana İmparatorluğu, Ortaçağ'daki muadil bir Avrupa imparatorluğundan çok daha halliceydi. Çok gelişmiş ve müreffeh olan imparatorluğun 200 bin kişilik muazzam bir ordusu bulunuyordu.
Benin imparatorluğu
Benin ve Ife krallıkları, 11. ve 12. yüzyıllar arasında Yoruba halkı tarafından kuruldu. Ife medeniyetinin kökleri Hazreti İsa’dan beş asır öncesine uzanıyor. Bu medeniyet bronz, pirinç, bakır, ahşap ve fildişinden eserler bıraktı. Yapılan araştırmalar, Benin'in fildişi oymada, çömlekçilikte, ip yapımında ve sakız üretiminde çok başarılı olduğunu gösteriyor.
Mali İmparatorluğu bir efsaneydi
13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar uzanan Mali İmparatorluğu, geniş topraklara egemen oldu. Kuzeye altın tozu ve tarım ürünleri ihraç eden imparatorluğun organize bir ticaret ağı bulunuyordu. Mali sultanlarının en meşhuru olan Mense Mûsâ zamanında (1312-1337) imparatorluğun sınırları Gine ormanından Sahrâ çölüne, Atlas Okyanusu’ndan güneydeki bugünkü Nijerya sınırlarındaki Hevsâlar’ın ülkesine değin uzanıyordu.
Mense Mûsâ’nın 1323-1325 yılları arasında gerçekleştirdiği hac seyahati dillere destan olmuştu. Sahra Çölü’nü geçip Mısır üzerinden Mekke'ye ulaşan rota boyunca binlerce kişilik kafilesiyle görenleri adeta büyüleyen Musa, tam 100 devenin üzerinde yüzlerce kilo altını da beraberinde götürmüştü. Bu altınlar sadaka olarak dağıtmak içindi. Kahire'de üç ay konaklayan Mense Musa, halka o kadar çok altın dağıtmıştı ki, Ortadoğu'da altın fiyatları dibe vurmuştu.
Kaliforniye Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Rudolph B. Ware, "Musa'nın servetiyle ilgili son yıllarda elde ettiğimiz bilgiler o kadar nefes kesici ki, ne kadar zengin ve güçlü olduğunu tam olarak tahayyül etmemizin imkanı yok" derken, Celebrity Net Worth internet sitesi 2012 yılında Musa'nın servetinin günümüz parasıyla 400 milyar doları bulduğunu yazıyordu. British Museum'a göreyse, o vakitler eski dünyadaki altının neredeyse yarısı Mense Musa’nın Mali İmparatorluğu’ndan geliyordu.
Timbuktu dünyanın incisiydi
Aynı coğrafyada 1450 ile 1550 arasında hüküm süren Songhai İmparatorluğu da güçlü ve müreffehti. Bugün nüfusu 55 bini ancak bulan Timbuktu şehri, bundan 6 asır önce Paris ile hemen hemen aynı büyüklükteydi. Londra’dan ise iki misli daha kalabalıktı. 100 bine varan nüfusunun 20 bini öğrencilerden oluşuyordu. Göz alıcı medreseleri ve kütüphaneleriyle dikkat çekiyor, sadece Afrika'nın değil Ortadoğu'nun dört bir yanından gelen bilginler, sanatçılar ve seyyahlar burada buluşuyordu.