Zenginlik ve Korku ile Lanetlenmek

HASAN MERT KAYA
Abone Ol

Meydanda kılıçlar çekildikten sonra kalemin, sözün hükmü kalmıyor.

Geride bıraktığımız 2023 yılının Aralık ayında iki defa Körfez ülkelerinin en zenginlerinden biri olan Katar'a gittim. Ziyaret sebebim bir dizi iş toplantılarıydı ancak gözlemler yapacak zamanım da oldu. Daha önce de Dubai, Abu Dabi, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Kuveyt'e çeşitli defalar gitmiştim. Tabi Arap Yarımadası’nın bu bölgesinde göze ilk çarpan şey yüksek refah seviyesi. Müthiş bir zenginlik var bölgede. Tertemiz geniş caddeler, ultra lüks alışveriş merkezleri, dünyanın en pahalı markalarının sıra sıra dizilip hem kendi son moda koleksiyonlarını hem de Arapların beğenilerine göre ürettikleri sınırlı sayıda özel ürünleri satmak için nasıl el pençe divan durduklarını ilk defa görmedim ama yeniden görmek adeta bir hafıza tazelemek oldu benim için.

Denizi doldurarak inşa edilen fantezi mimarlık ürünü binalar, kuleler, en pahalı İtalyan, İspanyol ve Amerikan mermerlerinin bol bulamaç kullanılması evet gerçekten etkileyici. Lokal insanlardan söz ediyorum; bir tane bakımsız insan, elbisesi hafif kirli bir kişi, tertemiz, pırıl pırıl olmayan bir tane tuvalet, sigara izmariti olan bir tane cadde, mekân bulamazsınız. Kadınların bakımları için harcadıkları paraya, AVM’lerde sadece kadın bakımı ve kozmetik ürünleri için ayrılan katlara hiç girmeyeyim. Müthiş arabalar, pahalı kokular, şık mekânlar, safkan atlar, marinalarda göz alıcı yatlar ve muazzam bir bolluk var. Dünyanın her yerinden 24 saat boyunca gelen taze meyveler (mesela şu sıra Avustralya'dan kiraz, yeşil erik, kayısı ve şeftali geliyor), denizde yetişen her türlü balık ve diğer ürünler, Japon, Çin, Hint, İtalyan, Fransız ve Türk mutfakları, Amerika'nın en ünlü burgercileri, İngiltere ve Fransa'nın en ünlü pastane ve kafeleri, Hollanda'dan süt kuzu, İsveç ve Finlandiya'dan geyik eti... Saymakla bitmez. E insanların da alım gücü, hali vakti yerinde gelen satılıyor, herkes memnun.

Herkes bahçeli, havuzlu, müstakil villalarda yaşıyor. Hemen herkesin evinde iki Uzakdoğulu hizmetçi çalışıyor. Kadınlar çalışmıyor, yemek, temizlik yapmıyor, çamaşır yıkamıyor. Çalışan da prestij ve unvan olsun diye hikâyeden çalışıyor. Çoğunda vergi yok, olanda da %5 gibi komik bir oran var. Hal böyle olunca servet edinmek ve biriktirmek kolaylaşıyor. Aslında bölgede yaşanan bu değişimin yerel bir adı da var: “Dubaization”. Yani her yeri Dubaileştirmek. İslam var mı var, camiler var mı var. Ancak geleneksel bir doku, mimari birer iz olarak hayatın içinde. Hayatın merkezinde değil ama orada, arada bir yerlerde.

Peki bunları neden anlatıyorum? Yukarıda yazdıklarıma gelin İbni Haldun'un muhteşem eseri el-Mukaddime'den bir anlatı ile tekrar bakın. Diyor ki İbni Haldun: "Araplar ilk başlarda sade, basit isimler alır, sade yemekler yer ve sade evlerde yaşardı. Çölün sert koşulları onları güçlüklere dayanmaya alıştırmıştı. Savaşa giderlerken eşlerini ve çocuklarını da beraberlerinde götürürlerdi. Önlerinde düşman, arkalarında ise aileleri olurdu. Hal böyleyken savaş meydanlarında atılan korkunç naralar ve düşmanın şiddeti onları yıldırıp korkutmazdı. Onlar bu hal üzereyken karşılarına çıkan tüm düşmanlarını yenerlerdi. Zamanla bu savaşlarda elde ettikleri ganimetler ve sağladıkları zenginlikle geniş ve yüksek evler inşa ettiler. Tumturaklı ve uzun isimler kullanmaya, gölgelikleri olan büyük, serin ve yemyeşil bahçeler kurmaya, kalabalık sürüler edinmeye başladılar. Artık savaşa gidecekleri zaman geride bıraktıkları malları akıllarına geliyor, ailelerini o malların, evlerin ve sürülerinin başında bırakıyorlardı kaybolmasını istemedikleri için. Onlar bu duruma gelince, artık savaş meydanlarında atılan naralar ve düşmanın şiddeti, korkunç görünümleri Arapların yüreklerine etki etmeye başladı. Geride bıraktıkları malları ve aileleri akıllarına gelmeye ve zoru görünce savaş meydanlarını terk etmeye başladılar. Ondan sonra da olan oldu..."

Aslında İbni Haldun'un anlattığı tipik bir "zor zamanlar güçlü insanları, güçlü insanlar güçlü, zengin ortamları, zengin ortamlar da güçsüz insanları doğurur" döngüsü. Öyle ya da böyle, şimdi günümüze gelin ve bakın bu yukarıda anlattığım ışıltılı dünyaya... Sizce bu dünyadan ya da oradaki maddi düzeyin onda biri dahi olmasa da Mısır, Türkiye, Tunus, Cezayir, Malezya vb. ülkelerden bir aksiyon çıkar mı çıkmaz mı siz cevap verin. Çoğu zaten iç karışıklıkların, iç savaşların, mezhep nefretlerinin, etnik sorunların ve ekonomik buhranların pençesinde. Hiç ölmeyecekmişçesine dünyaya bağlanmış, kariyer ve başarı hırsı ömrünün yegâne gayesi olmuş günümüz protestan Müslümanından bana göre ne köy olur ne kasaba.

Olan ve olacak olan şey dinin gelenekler etrafında festival kıvamında yaşandığı bir yapıya dönüşmesidir. Bayramlar, kandiller, Ramazan'da iftar, sahur etkinlikleri, şenlikler, cuma ve bayram namazları gibi... Birleştirici bir üst aklı olmayan, cihad kavramını duymaktan, anlatmaktan ödü kopan bir ev zenciliği dini. Bir tarafta asık çehreli, her şeyi yasak kılan, yaşama sevinci kalmamış, her şeyle kavgalı, sürekli nefret ve şiddet saçan kurmaca bir taife, diğer tarafta çiçekler, böcekler, hurma ağacı dikmenin fazileti, doğaüstü keramet hikayeleri anlatan, zeytin yemenin fazileti üzerine saatlerce konuşan, depremi durduran, pandemiye höst diyen ruhban sınıfının masallarına aklını ve gönlünü feda eden cehaletin karanlığı, bir takım Hint-İran ritüellerini yüzyıllardır tasavvuf adı altında din diye kakalamakla işte bu noktaya gelindi. Din, hayatın olağan akışı içerisinde içselleştirilip kolayca yaşanacak bir halin dışında kaldı / bırakıldı. (Samimi ve aydın kimseleri tenzih ederim.)

İslam dünyası yüzyıllardır ama özellikle de son üç yüz yıldır aklı öteleme ve tembellikle oluşan korkunç bir cehaletin, geri kalmışlığın, dağınıklığın ve savrulmuşluğun sarmalında can çekişiyor. Fas'tan Endonezya'ya 15-30 yaş arası gençler arasında bir anket yapın ve görün dine bağlılık, dindarlık ne durumda. Ait olduğu kültür ve medeniyete adanmışlığı ne durumda? Akıl ve nakil arasında bozulan dengenin getirdiği sonuçla yüzleşmek dahi istemiyor kimse çünkü tüm devletler için kullanışlı bir alet mevcut din anlayışı. Sormayan, sorgulamayan, ölü gibi, her söylenene itaat eden, korkaklığı şiar edinmiş, insanı değil devlet denen kavramı kutsallaştırmış bir yobaz-uyanık zihniyet geçerli tüm İslamsı dünyada.

Maalesef, Filistin ve Gazze son kurbanlar olmayacak. Topraklarını ve haklarını savunmada bu kadar cılız, bu kadar pısırık ve ürkek bir İslam coğrafyası bu geniş coğrafyada çok fazla hüküm süremez. Düşman korkaklığı ve fırsatı gördü artık. Fransa Cezayir'i yemiyorsa bu sadece bir zamanlama meselesidir artık. Tunus'a gidilmiyorsa bu, buna gerek duyulmadığı içindir. Petrol deposu olarak görülen körfez ülkeleri uzaktan idare edilebildiği için müdahale edilmiyordur.

Zor zamanlar güçlü insanları, güçlü insanlar güçlü, zengin ortamları, zengin ortamlar da güçsüz insanları doğurur".

150 tane haham "Onların kadınlarına tecavüz edebilirsiniz, bu en doğal hakkınızdır" diye fetva veriyor, kimsenin izzetine dokunmuyor! Binlerce çocuk parçalanarak, yakılarak, ezilerek, iç organları patlatılarak hunharca öldürüldü, öldürülüyor. Halen hukuk önünde hesap sorulmasından söz ediliyor. Hukuk önünde hesap sormak... Yani acizliğin diplomatik bir ifadesi. Bizim gelip sana engel olabilecek hiçbir gücümüz yok, çaresiz durumdayız. Bu da işte züğürt tesellimiz diyoruz aslında.

Daha fazla kınama, daha fazla protesto gösterisi (ki İslamsı dünyada büyük oranda bu da durdu) ya da belki de devam eden ticarette ürünlere zam yapma ihtimali... Sahiden, ne oldu hani iki üç haftadır kesildi gösteriler falan? E tabi normal havalar da soğudu zaten... Öte yandan havanın ılık olduğu bu coğrafyada da durum çok farklı değil. Geceleri bazı gökdelenler dijital Filistin bayraklarıyla donatılıyor ama aynı binanın girişindeki ya da az ilerisindeki ultra lüks mekânlarda oldukça pahalı bir gece hayatı yaşanıyor. Herkes, birilerini gelip Filistin’i kurtarmasını bekliyor ama kendileri asla o kişi olmak istemiyor. Kimse bu konformist dünyanın getirdiği nimetlerden, tatlı hayattan olmak istemiyor.

Batı yönetimleri, İslamsı dünyanın "-mış gibi yapan" sahtekâr tutumunu, bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavrını gördü. İsrail kendini Müslüman olarak tanımlayan iki milyarlık insan güruhunun Gazze için söylem dışında hiçbir şey yapamayacağını idrak etti. Elini kademeli olarak yükseltirse gelecek olan tepkilerin uzay boşluğuna gönderilecek sözlerden, yapılacak sosyal medya paylaşımlarından ibaret olacağını çok iyi biliyor artık.

Osmanlı Devleti 1917 yılında Kudüs’ü kaybetmeden önce Gazze’de İngilizlerle tam üç büyük savaş yapmıştı. Bu savaşların ikisini kazanmış, sonuncusunu ise kaybetmişti. Kudüs ondan sonra düşmüştü. Gazze, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın anahtarıydı. Bugün de böyle. Tarih tekerrür etmiyor ama kafiyeleri seviyor. Gazze düştüğü an sıra zaten düşmüş olan Kudüs’te kalan son kale Mescid-i Aksa’ya gelecek. Ardından sırayla önce konsolosluk protestoları, cılız yürüyüşler, yoğun sosyal medya paylaşımları, Filistin film günleri, şiir ve söyleşi etkinlikleri olacak İslamsı dünyada ve bunlar sahada hiçbir işe yaramayacak. Çünkü meydanda kılıçlar çekildikten sonra kalemin, sözün hükmü kalmıyor. İnsanlık tarihi boyunca bu böyleydi ve yine böyle olacak.

Müslümanlar kum gibi çoklar ve bu çokluk duygusu aynı zamanda onların laneti oldu. Öğrenilmiş korkularla donatılmış bu kum yığınlarındaki taneler, karşılarında duran küçük ama granit kadar sert bir kaya kütlesi karşısında aciz. Ne kadar çarparsa çarpsın, bu kum tanelerinin sert granit kayadan koparabileceği bir parça yok maalesef.

Tüm bu satırların sonunda, olan biteni düşünürken akla ister istemez şu iki ayet geliyor: “Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” / “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.”. Artık düşman için her şey bir zamanlama meselesi. Bu saatten sonra gemisini kurtaran kaptan, ümmet yaş haddinden emekli oldu.