Zencefil'e mektup
Fillerin savaşında çimenler mi eziliyormuş? Yok canım. Burada birileri olmalıymış. Herkes fil olmamalıymış. Yoksa da şehrin öte ucundan koşarak başka birileri gelmeliymiş, erbain kuşlarının ağzındaki taş olma azmini abdest ederek uzuvlarına, üzerlerine ve amellerine…
Zencefil, sana diyorum;
Düşünsene binmişsin otobüse…
Şehrin otogarı ardında kalmış. Biraz burnun sızlamış otogarın çıkışındaki köprüyü atlarken otobüs… Hani gözlerin dalmış şehrin üzerine. Bakmışsın şehre bir dakikalığına… Hikâyelerin canlanmış. Sokaklarında kalan ayak izlerin, çatılara sinen alın izlerin… Kulağına okunan ilk ezan… Sonra tarihi semti gelmiş aklına şehrinin… Tek başına yürümüşsün… Dostoyevski görse kıskanırmış.
Sokaklarında kalan ayak izlerin, çatılara sinen alın izlerin… Kulağına okunan ilk ezan… Sonra tarihi semti gelmiş aklına şehrinin… Tek başına yürümüşsün… Dostoyevski görse kıskanırmış.
Hele bir düşün, Şeyh Şahabettin (ks) seni izlemiş… Bir dua yollamışsın selam niyetine. Kubbelerinde nice niyaz sinen Kurşunlu Külliyesi’ne geçmişsin yekten adımlarla… Soluk almak için avluda bir banka çöküvermişsin… Çok çekmiş ayakların başından. Yine de hamd makamında başın ayaklarından razı, ayakların başından. Karşında eski bir mesken. Camlarında pencerelerinde en az yarım yüzyıl önce yansıyor muğlak bir akisten… Bir nineye torununun intihar haberi verilince kapısının önünde, “A yavrum dünya geniş idi, bi’ gıyıda da sen yaşayaydın” deyip çökmüş nine kapısında han evinin… Nasıl da yandın nine, nasıl dayandın? Bir simitlik harçlık kalmış mıydı torununa maaşından?
Düşünsene binmişsin otobüse…
Şehrin otogarı ardında kalmış. Biraz burnun sızlamış otogarın çıkışındaki köprüyü atlarken otobüs… Burnun sızlamış şehrin kokusu uzaklaştıkça. Çekmişsin bir nefes… Efsunlu ezgilerin tadı gelmiş. Adisyon kabarmasın diye son damlasına kadar içtiğin çayların bahçelerinde kalan müstakil ve mutabık hayallerin büyümüş, yaşlanmış. Bir denizin kıyıya attığı şişe gibi savrulmuşsun. İçinde bir mektup… Yahu anla işte, şiir var mektupta… bir siyahî yerliye muhtaç mektup, açılıp okunmak için… Bir ev var orta yerinde, en gözde mahallinde şiirin. Ne şairisin, ne kafiyesi ne ölçüsü şiirin. Ne muhtarısın, ne delisi ne imamı mahallenin. Ne şiir kalabilmiş, ne dua olabilmiş… Kalemle amel edilmiş uzletin…
Cenaze çıkmış aynı kapıdan ve hem gelin çıkmış, kimisi çenesine beyaz yazma sarılarak, kimisi beline kırmızı kuşak. Yani hep bir hasret, hep gurbet çıkmış. Altından ırmaklar akan bir yerde, serinlikler içerisinde ve ipekler giymiş hâlde söyleşirken gelen o en güzel “selam”a sığınmış yüreğin. Hasret, bir Fatiha olmuş da hanende yeni yollar açmış. Hülya mıdır bilmem, amma hayallerini urgan edip boynuna vuran cellatlar, yasını da tutmuş kurbanların, sahipsiz kabirlerin. Eski bir halı, üzerinde nice secde izi. Eski bir minder, sinesinde nice yas.
- Yasların zikirlere inkılap etmiş ve mescitler inşa etmişsin kenarında sedirin. “Sözüm bir kendi nefsime bir de kardeşime geçti. Sen ver artık kararını Rabbim” diyen Musa (as)’ın duasında terk etmişsin sokakları, afili masaları, kart vizitleri, faturaları, dünyanın tüm para birimlerini, depoları ve ofisleri.
Düşünsene binmişsin otobüse…
Şehrin otogarı ardında kalmış. Şemsiyen otogar çaycısına emanetmiş üstelik. Yani ıslanmana ramak kalmış; vakti, tarihi, tarifi olmayan bir yağmurda. Heybenin dibinde birkaç parça tütün kalmış. Ne yaktığına değer ne attığına. Öylece koymuşsun elindeki kitabın rast gele bir sayfasına… Kim bilir hangi kışın uzun bir erbain gecesi, nerede açacak o sayfayı ve bulacakmışsın tütün parçalarını tebessüm ederek…
Başka bir sayfasında kitabın, yıllar önce Endülüs diyarındaki talebelik gurbeti demlerinde yazdığın ve hiç kullanmadan sınavdan sonra hatıra niyetine sakladığın bir kopyayı da yakalayıp… Ve görüp koskoca şanlı sülfürik asitin su ile tepkimeye gire gire bambaşka ve nasıl bir hâle geldiğini hayretle izleyerek… Rüzgârda kuma yazı yazmak gibi vehimlerin, zanların düşmüş ardına. Kimi hüsnü olmuş kimi sui… Koşmuşlar, yetişememişler. Sonra 90’lardan kalma kaset kapakları inmiş önüne. Kimisinin üzerinde tren resmi, kimisinin üzerinde mikrofon…
Araf bir uykuda üst perdede buluşuvermişsiniz. Ah! Gözünü açmışsın, sol yanında gri bir körfez. Güneş kırmızı pelerini ile veda ediyormuş. Konteynerlar, gemiler, tırlar, kamyonlar dışarıdan sana anlamsız ancak içlerinde bin bir mânâda ekmek hikayesi ile akşamı seyri seferdelermiş… Bir gerdanlık belirmiş körfezin ortasında… Güneşe selam ediyormuş. Tüm bu akşam zarafetinin ardında duyabilenlere yine de acı ama aziz hatıralar saklıyormuş körfez…
Ve ruhunu terk edip dünyaya yapışmış bir dünya parçası olan, yol üstü ışıkların bu köşe kapmacalı koşuşturmaları içerisinde adeta gerçek bir şeyler fısıldıyormuş fabrika ve ihtiras dumanları arasından… Fillerin savaşında çimenler mi eziliyormuş? Yok canım. Burada birileri olmalıymış. Herkes fil olmamalıymış. Yoksa da şehrin öte ucundan koşarak başka birileri gelmeliymiş, erbain kuşlarının ağzındaki taş olma azmini abdest ederek uzuvlarına, üzerlerine ve amellerine…
- Düşünsene binmişsin otobüse…
- Düşünsene… Binmişsin bir kere…
“Uçmayı öğrenemeden, göçmeye mecbur kalmış bir kuş gibi kalbimiz” diyerek başını okşamışsa da Cahit Zarifoğlu, devrimi sen Dost İbrahim (as)’den öğrenmişsin… Zencefil, sana diyorum. Hem acıymışsın hem şifa.