Yves Bonnefoy: Şiir asla bitmeyen bir iştir
Şiir, hiç bitmeyen bir görev ve içimizde saf kalan şeyin ne olduğunu beraber düşünerek bizi onu bulmaya sevk eden ve aynı zamanda hakikate dayalı bir toplum kurmamıza katkı sağlayan devamlı bir arayıştır.
Söyleşi: Michael March
Cins için Çeviren: Ayşe Serra Kolcu
- Prag Yazarlar Festivali kurucusu Michael March, festival tanıtım söyleşisini gerçekleştirmek üzere şair Yves Bonnefoy ile bir araya geldi. “İnsan ırkının umuda mahkûm” olduğuna inanan şair, Hamlet’ten ve Baudelaire’den örneklerle, şiirin anlam, hakikat ve gizemle olan ilişkisini anlattı.
Modern dünya ya da en azından Batı "gizem" hissini çoktan unutup gitmedi mi?
“Olmak ya da olmamak.” Hamlet’e dadanan, yaşlı Lear’ı korkudan tir tir titreten “dünyada olma hâlinin” temelinde yatan gizemi kayıp mı ediyoruz?
Sizin çok doğru bir biçimde “temel gizem” olarak adlandırdığınız şeyden uzaklaşıyor muyuz? Öncelikle, gizemin ne olduğunu tanımlamalı ve kendimize neden “olmak ya da olmamak” ikileminin gizem olarak yaşanabileceğini sormalıyız. Diğer bir soru, hatta belki en önemli soru ise şu: Modern dünya ya da en azından Batı, gizem hissini, gizemin varlığını çoktan unutup gitmedi mi? Bu konular ihmal edilmekle kalmayıp, üzerlerine yapılan tartışmalarda da yanlış ele alınıp hem anlamsız hem de hayal ürünü olarak nitelendiriliyor; halbu ki ben bu konular hakkında derin düşünmenin esas “gizem” kavramı üzerine kafa yormamız gerektiğine inanıyorum. Şiir hepimizin ortak derdi, ama bunları düşünmek bizi asıl derdimizden uzaklaştırmaz.
Düşünceyi canlı tutup içimizdeki inkârı, felaket getirebilecek hayati boyutları keşfetmemizi sağlayan şey, gizem: gerçekten bu kadar basit birşey mi? Gizem, algı sınırlarımız içindeki dünyaya göre kelimelerle anlatamadığımız, düşünme ve anlama kapasitemizle açıklayamadığımız bir olay meydana geldiğinde ortaya çıkar.
Sözlerin hem ses hem de anlam ifade etmesinindeki çözülemez paradoks, mantıksal düşüncenin sınırlarını aşan bu olgulara örnek olarak gösterilebilir. Peki paradoks bunun neresinde? Kelimelere anlam yükleyerek iletişim kurar, algıladığımız gerçekliğin, varoluşun farklı yönlerini yorumlar ve içinde yaşadığımız hayatı oluştururuz; ama diğer yandan da çıkardıkları seslerde düşünebileceğimiz ya da söyleyebileceğimiz her şeye yabancı birşey fark ederiz. Bu patlama bizi öze sürükler ve bize şekilsiz bir taş kütlesi ya da yıldızlı bir gecede gökyüzü tahayyülüyle baş başa bırakır. Düşündüğümüz ve bildiğimiz her şeyin üstünde ve dışında yer alan pür ses, bilgimizin sınırları dışında kalan, kelimenin nüfuz etmediği ve dolayısıyla bütünlüğü bozulmamış olan gerçekliği; kısaca birlik ya da mistik olarak nitelendirdiğimiz bir deneyimi algılamamızı sağlar. Dilin kendi içinde devinimi de günlük hayatlarımızı inşa etmemize yarar. Benim için dilde gizem; kelimelerin, bizi birbirinden tamamen ayrı olan iki zıt yöne de sürükleyebilme özelliğidir.
Dahası ben bunu, “olmak ya da olmamak” alıntısında değindiğiniz gizem başta olmak üzere diğer bütün gizemleri içinde barındıran temel bir gizem olarak görüyorum. Bu sözler bir seçim yapmak zorunda olan Hamlet’in buhranını bize gösteriyor, ama derinlerde bize olmanı ya da olmamanın tamamen zıt şartlar olmaktan ziyade temelde bulanık bir hal, hızlı değişimler süreci, daha doğrusu bir kimlik olduğunu bize kanıtlıyor.
Şiirin hakikati, dilin altındaki dünyanın varlığını birebir hatırlamaktan çok, “şu an” silinirken, onu tekrar yüzeye çıkarma azminden doğar.
Ve aslına bakarsanız bu gerçeğin ta kendisi, konuştuğumuzda, karşımızdakine bir anlam ilettiğimizde ne yaptığımız bir düşünelim. Bir anlam alanı yaratır ve bu alanın sınırları içerisinde “varolduğumuza” inanırız, sadece dışarıdan bakabildiğimiz şeylerin bilgisine erişebildiğimiz hâlde, varlığımızın bilgisi sanki bize Tanrı tarafından bahşedilmiş gibi eminizdir. Dünyanın belli yönleri üzerine genellemeler içeren kavramlar kullanırız. Fakat bu kavramlar, insanoğlunu zamanla ve ölümle ilişkisinden, yani faniliğinden doğan yadsınamaz öznellikten asla kurtulamaz. Ardından kendimizle olan ilişkimizin bu gibi temel yönleri türlü muammaya dönüşerek ve bizi “içi boş maddi şekillerden” yani diğer bir deyişle varolmayıştan başka birşey göremeyecek hâle getirir. Evet, sadece bizi gerçekliğin en derinine götüren ve anlamın getirdiği bütün yanılsamalardan arınmış hakikati bize getiren kelimelerin sesine kulak vermek için kendimizi anlamdan bir parça mahrum bırakmış olsak da artık kendi vücutlarımızda ve bütün varlığın özünde yatan bu derinlikle iletişime geçme fikri zihnimizde zuhur etmiştir. Sözcüklerin sessizliğinden geçse de bu yol var olma bilincine erişmenin en kesin yoludur. Sözden geçen bir dünyaya erişmek, hiçbir şeye sahip olmamak; hiçbirşey olmamaktır. Hiçliğin esasını salt var olmayışla kavramak sözün yokluğunda var olmaktır. Dolayısıyla, dil ile olan ilişkimiz, birbirine zıt “olmak ve olmamak” hâllerinin her ikisini de barındırır. Ve belki de Hamlet’ın sorduğu bu soru, Danimarka Prensi’nin olmak ya da olmamak arasında akla uygun bir seçim şansı olmadığını anlayamayacak duruma geldiğini ve Hamlet’in sözlerin gizemli yargıların daha derinden kulak verip, kendi içine bakarak olmamanın kalbinde olmayı araması gerektiğini bize anlattığından Shakespeare okurlarını bu denli meşgul etmiştir.
Modern insan o gün bu gündür durmadan aynı seçimi yapıyor. Peki neden? Çünkü hayattan değil maddiyattan doğan teknoloji, sürekli olarak birliği sağlayan sembollerin, doğal olguların yerini alıyor.
Başka bir deyişle Shakespeare dünyayı incelediğiniz zanneden ancak yüzeyde gördüklerini değerlendirmekten öteye geçemeyen aklın, eski zamanlarda birlik bilincini koruyan ve insanların bu birliğe katılımını sağlayan kurumları zaptetmeye başladığını fark etti. Tam olarak da bu yüzden Hamlet çok büyük önem teşkil eder, sonu muammalarla örülü kavramsal anlamlar labirentini tercih etmeye çıkan ve Rosencrantz ve Guildenstern’den de bildiğimiz alaycılığı kışkırtma noktasına kadar ıstırap ve hüzne neden olan seçimin eşiğinde, “ya da olmamak” ın yerini “ve olmamak” a bıraktığı anda buluruz Hamlet’i.
Modern insan o gün bu gündür durmadan aynı seçimi yapıyor. Peki neden? Çünkü hayattan değil maddiyattan doğan teknoloji, sürekli olarak birliği sağlayan sembollerin, doğal olguların yerini alıyor. Bireysel varoluş yolculuğumuz boyunca içme suyu veya diğer doğal içecekler hayatın farkına varmamızı sağlayıp bizi “Bir”liğe götürmüştür. İçecekleri kimyasal elementlerin karıştırılmasından ibaret olan modern ilaçlara tercih etmek, bizi zincirlenmiş kavramların, kavramsal anlamların ilerisine taşıyamaz; tam aksine bizi ayrışmanın ve yok oluşun pençesine sürükler.
Bununla birlikte, şiir tam olarak bu ayrışmanın altında gömülü, birlik gerçeğinin anısında yatar. 17. yüzyılın eşiğinde bilimsel keşiflerin getirdiği yeni şartlarda, şiir yazması gereken Hamlet, şair olması gerektiğini ve dahası şair olmayı beceremediğini anlar, bunun acısıyla da ölür. Shakespeare’in oyunu, şiire olan ihtiyacı ve şiirin zorluğunu da dile getirir.
"Anlam" şiirin gizemine bir katkı sunmuyor
Şiir sıradan dilden kaçtığı noktada, varlığımızı kurtarabilir mi? Şiir dünyanın unuttuğu birliği, tekliği yeniden keşfedebilir mi?
Bu tabii ki çağımızın en büyük sorularından biri. Ve baktığımızda cevabı da olumlu. Dilin derinindeki sesi duyduğumuzda, dilin kalıbından kurtulduğumuzu fark eden vücudumuz sözün ritmini içine çeker. Sözlerin anlam ağını zayıflatıp olguların ve varolanların bize görünmesini ve onların benliğimize yansımasını öyle bir yakınlıkla sağlar ki, bu yakınlık sayesinde kavramsal bilginin ölümcül sonucu olan yok oluşun ızdırabından kaçarız; sonra uçup gider bu an.
Çünkü dışsal anlam ve kavramlarla hâlâ bağlı olan hayallerini yansıtmakta daha özgür olan arzularımız, sözü sömürür. Ve böylece, varlığın yadsınamaz gerçekleri ile şiiri yan yana koyan bir uzlaşı olarak, şiir ortaya çıkar. Şiirin hakikati, dilin altındaki dünyanın varlığını birebir hatırlamaktan çok, “şu an” silinirken, onu tekrar yüzeye çıkarma azminden doğar. Şiir, hiç bitmeyen bir görev ve içimizde saf kalan şeyin ne olduğunu beraber düşünerek bizi onu bulmaya sevk eden ve aynı zamanda hakikate dayalı bir toplum kurmamıza katkı sağlayan devamlı bir arayıştır.
Benim için dilde gizem, kelimelerin bizi birbirinden tamamen ayrı olan iki zıt yöne de sürükleyebilme özelliğidir.
Bilinç, şiiri tanımamızı, şiiri sıradan dilden kurtarmamızı nasıl sağlar?
Şiir ne kadar muhteşem, ne kadar yoğun olursa olsun, şiirde ifade edilen anlamları incelemekle asla şiiri tanıyamaz ve şiiri sıradan dilden kurtaramayız. Din bilimleri itikata ne kadar katkıda bulunuyorsa, anlam da şiirin gizemine ancak o kadar katkı sağlayabilir. Kavramsal düşüncenin yasakları ve seçimleriyle kısıtlanmışların bakış açısının aksine, şiir şairlerin varoluşlarının özelliklerine odaklanabileceği bir zihniyetle var olur ve kendi içsel geçişinin farkındadır. Okuyan herkes metindeki bu muhteşem anlayışın etkilerini görebilir. Örneklemek gerekirse, kokuları, sesleri ve renkleri birbirinden ayırmak temel bilgidir. Şiirin tekrar keşfetmeyi amaçladığı yakınlık bakış açısından bakarsak “renkler, kokular ve sesler” birbilerinden ayırılamaz. Baudelaire, kasvet ve mutlak birliğin birbirleri içinde yankılandığını ifade etmiştir. Üstelik buradan bakmaya devam edersek, bazı şeyler diğerlerinden daha önemli gözükür, bunun direkt sonucu ise bunları yeni bir şekilde algılamaktır ki bu da şiirin ta kendisidir.
Mesela, Baudelaire bir son bahar akşamında Paris’te gezinirken bir teslimatçının el arabasındaki kütükleri bir avlunun kaldırım taşlarına bırakışını duyar. Kütükler, önce birkaç kez sekip düşüyorlar. Ebedi istirahatlerinden hemen önce duyulan küt gümlemeyi ise sessizlik takip ediyordu. Şiirin Baudelaire’de uyandırdığı keskin son hissi, onun “cenaze” olarak tanımladığı bu sesi tanıyıp bunu yaşamla ölüm arasındaki bir insanın durumuna benzeterek bilincinin en üst seviyesine taşımasına olanak sağlamıştır. Bu seçim, bu gözlem “Fleurs du Mal” deki şaheserlerden biri olan “Chant d’automne” şiirinin ta kendisidir.
“Umuda mahkûm” muyuz?
Evet. Bu, şiirin doğasındandır, bu arayış düşsellik tarafından engellenen doğrudanlığa dairdir. Bu umut, tıpkı Rosencrantz ve Guildensterns gibi, kendinden habersiz yaşamayı kabul etmek olacaktır.
Hayatta ölüme karşı zafer kazanmak ne kadar mümkünse, şiirde de o derece mümkündür
Sanat ölümsüzlüğü mümkün kılar mı?
Bu soru bir tuzak, ama benim düşüncelerimi açıklık getirmemi sağlayan türden bir tuzak. Yazarlar kelimeler arasında akıllıca dengelenmiş, ahenkli veya ilginç bir şekil oluşturmayı, kendine özel hakları ve sınırları olan sözel bir nesne yaratmayı severler. Sanatla hatta bazen yüce sanatla -ki bazı yazarlar için bu şiir sanatını ifade eder- tasarlanıp yaratılan sözel nesne, yaratmak ya da üretmek kelimelerinin antik Yunancadaki karşılığına yardımına başvurarak kesinlikle hayatta tutulabilir. Fakat ben bu yardımı “şiir” kelimesi için kabul edemem. Bazı sözel nesnelerde, kavramsal bir diyalog kendisini ileri taşımayı hedefleyen bir yazarın amacına hizmet etmek üzere zayıflatılır ve kelimeler normal kullanımlarından çıkarılıp şiir âlemine saptırılır; ancak bu sadece yazar anlamın dışına çıkıp dünyayla ve kendisiyla daha samimi ve daha canlı bir ilişki kurmak emelini taşıyorsa gerçekleşebilir. Hayatında olanlara gösterdiği bir tepki, yeni açılan söz kapısını aralaması için sözlü nesne konusundaki endişesini geride bırakmasını gerektirecektir. Bu söz, sınırladığının bilincindedir ve düşünce ve arzunun mücadelesinde kendisini ileriye taşımayı amaç edinmiştir.
Başka bir deyişle şiirin içinde asla yer almayan başka bir sanat var; şairin tatmin umudunu taşımayan bu sanata göre, kendisini sanatçı olarak tanımlayan herkes az ya da çok “ölümsüzlük” hayali kurar. Şaheserleriyle yüzyıllara uzanan bir şöhret onları bekliyordur; ama şairler özünde saflık yatan bu hayale kanmazlar.
Duyulan sesin, artan ritmin algıdaki bütün dış etkenleri yok ettiği, sıradan diyaloglar tekrar başlamadan hemen önceki o kısacık anda; yani hayatta ölüme karşı zafer kazanmak ne kadar mümkünse şiirde de o derece mümkündür. Başka herhangi bir ölümsüzlük fikri, genellemenin ve soyutluğun uzantısı olmaktan ve kavramsal düşünceyi sadece boş bir kabuğa dönüşürmekten ileri geçemez. Zaten insanlığın er ya da geç tekrar yaşanır hâle gelmesi mümkün olmayan bir gezegen üzerinde yitip gideceği bu kadar aşikârken ölümsüzlükten bahsetmemiz ne kadar mümkün?
“Mutlak mülksüzlük en büyük zenginlik” midir?
Bu da başka bir tuzak mı? Yoksa kinayeye teşvik mi? Aslına bakarsanız, söze hâkim temsillerin ve anlamların ötesine geçtiğini dile getirmek adına “mutlak mülksüzlük” fikrini şiir hakkında az önce söylediklerimle bağdaştırmak mümkün. Eğer kendimizi bu anlamlar çerçevesinde tanımlamayı bırakırsak, bu anlamların bilincimizde hizmet ettiği şeyler de gözümüzdeki değerini yitirir ve bunlara sahip olma arzusu da bu anlamların tezahürleriyle beraber sinilip gider. Hayır, şiir bu değildir! Şiir, kavramsallığın dışına çıkmaya çalışsa da aslında arzuları dile getirme dürtüsünün, kavramsallıktan çıkma çabasının önüne geçtiğinin ayırdına varmaktır.
Daimi bir döngüdür, kelimelerin sonu gelmeyen tezatını anlamak ve kelimelerin ötesine geçmeye çalışmaktır. Bunu başarmak için arzuyu yok etmeye çalışmaktan ziyade, arzuyu basitleştirmek gerekir. Şiir, herkesin sandığı gibi her şeyi yıkmak için değil kendi varlığını, varlığın tasarruflarına perçinleyip, onun özündeki değeri tanımak içindir. Bu birkaç olumluluğu, onlardan uzaklaşmadan oldukları gibi sevmektir. Asla arzudan vazgeçmemek ama daha ziyade arzuya ışık tutmaya devam etmektir.