Yokuş kafir
hava cehennem,
yokuş kafir,
kamyon kırmızı…
sırtında yirmi ton yük, sağ elinde direksiyon sol elinde sabrını bileyen kehribar… şoför yorgun, bıyığında ter, bıyığında cıgarasının acı dumanı…
burunlu Man kamyon geride bıraktığı her bir kilometreyi de yüküne ekleyip tırmanıyor sanki, öyle inatla ve tevekkülle… radyoda hissedilen hava sıcaklığına dair gevşek haberleri yalanlarcasına tütüyor kamyonun motor kaputu o sıcakta… mesleği kadar esmer yüzünü mendiliyle silip bir ‘la havle’ye sığınıyor şoför. sonra yarısı çözülmüş buzlu şaşaldan bir iki yudum daha içiyor besmeleyle ve eli istemeye istemeye bir vites daha düşürüyor kırmızı nazlısına acıyıp…
gözleri biraz daha kısılıyor, güneşten değil bu kez, yılgınlıktan kısıyor gözlerini. bir şırıltı gibi geliyor tekerleklerin sesi asfalttan… yine böyle bir yaz günü bu sesi ilk duyduğunda büyük oğlunun nasıl şaşırdığını ve neredeyse asfaltın sıcaktan erimesi nedeniyle su gibi bir ses çıkardığını sanmasını hatırlıyor.
rengi haricinde dört çocuğuna da miras verdiği gözleri parlıyor birden, bıyıklarına yakışan bir gülümseyiş yerleşiyor yüzüne, bir serinlik vuruyor açık camdan sanki. sırasıyla tüm çocuklarının yüzlerini getiriyor gözünün önüne. ne zaman sıkıntıya düşse imdadına yetişen hatununu düşünüyor sonra, sesinin yankısını, ilk sevdasını, böyle yalnız koyup rızık davasına yollara düştüğü ailesini…
sağ salim yanlarına varmak için bir dua daha geçiriyor aklından, gençliğinden beri mırıldanarak bile olsa dua etmekten utanıyor hep içinden yalvarıyor mevlaya.. gömleğinin cebinden bir dal daha çıkarıyor usulca, alnında birikmiş boncuk gibi teri elinin tersiyle siliyor, çakmağına uzanıyor sonra. müzik dinlemeyi çok sevmese de eli mecbur kasetçalara gidiyor, bu uzun yol geleneğidir bir yerden sonra mecbur kalır insan bir tınıya. önce bir sürü lüzumsuz istasyonun işgaline uğramış radyoyu açıyor…
birkaç dakika boyunca plastik yuvarlağı çevirip usanınca eli vitesin yanındaki ahşap kaset kutusuna gidiyor ve alışkın hareketlerle yine o kaseti çıkarıp yuvaya sürüyor.
sene doksan bilmem kaç, güneş Anadolu'ya o senede acımıyor… evde bekleyenlerinden başka kimsenin umurunda olmayan bir adam, nazlı kırmızı kamyonuyla sakal tutan rampasını söküyor… kamyon öksürüyor, sahibini mahcup etmemek için bütün cıvatalarını zorlayıp yutuyor asfaltı ve sonuna kadar açık camlardan bir türkü göğe karışıyor;
işte gidiyorum çeşmi siyahım, önümüze dağlar sıralansa da…