Yok
Geride yalnızca bir çivi, tabağın duvarda bıraktığı iz ve boğazıma takılan bir düğüm kalmıştı... Nerden bilebilirdim bu boğazıma takılmış düğümün acısından bir ömür kurtulamayacağımı. Son 7 saniye... Ölümü elektrikli sandalyede karşılamak bile lükstür bana, payıma düşmesi gereken yalnızca kuru bir darağacı...
Bu sonu tıpkı sizinkiler gibi, daha başlangıcından belli olan hikâyelerden. Öleceğim! Yaklaşık 4 dakika 37 saniyem kaldığını da nerden biliyorsun diye sorsanız şu anda önümde duvara asılmış olan saatten diyeceğim elbette. İşte kaldı geriye 4 dakika 29 saniye. Saniyelerle ölçülebilecek uzunlukta ölüm beni kollarını açmış beklerken, hayatımda geride bıraktığım koca seneler şu kısacık ana nasıl da sığmaktalar... Hayatımı şimdi bana sorsanız, sizi lafa tutar bütün bu saçmalıkların sonu gelmesin diye sözü uzattıkça uzatırım. İşte asıl hikâye, kendimi az evvel önüme bilerek konulmuş olan aynada görmemle başladı desem yeridir. Hapishanede son günlerimi geçirmem için alındığım yeni bölümün başgardiyanıyla kavga edince, vicdansız adam öcünü benden almak için şu kalan son beş dakikamı fırsat bilmiş. Vicdandan bahsetmişken, sen de şimdi amma ettin ha, ölüme hem de elektrikli sandalyeye mahkûm edilmiş bir mahkûmda vicdan ne arar? Vardı, bende de vardı elbet. İyi bilirim vicdan ne demek.
Ancak bu midesiz pis gardiyanın son dakikada hapishane müdüründen gizlice aynayı içeri sokuşturup duvara tam karşıma dayaması başka nasıl açıklanır? İşte bu aynada kendimi su kovasına batırılıp çıkarılmış süngerle başım ıslatıldıktan sonra tas gibi mekanizmanın mengeneyle kafama sıkıştırıldığını gördüğüm an çocukluğuma gidiverdim. Anacığım da beni böyle genişçe banyomuzun serin taşlıklarının orta yerine oturtur, duvara bir ayna yaslayıverir, saç tıraşımı aynı böyle bir tas yardımıyla yapardı. Ah anam, anacığım... Başının etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey meğer sadece havaymış. Şimdi ne saçma iş, insan tam da elektrikli sandalyeye oturtulmuşken, çocukken tıraş olduğu vakitlerin aklına gelmesi de neyin nesi? Yahu, Urla'da çocukken havalı tüfeğimle vurduğum serçeleri mi düşüneyim? Yahut Toscana'da bağın içine dalıp topladığım o kıpkırmızı üzümleri mi? Yoksa dehşetengiz bir huzurun içinde kaybolmayı umacağım Niagara'nın görkemli akışına mı bırakayım hayallerimde kendimi?
İçime şu anlarda ne düşüyorsa ona şahit oluyorsunuz. Allah düşmanımın başına vermesin derler ya, işte aynen öyle. Artık fayda vermeyecek pişmanlıklarım, ölümcül bir korkudan kurumuş göz pınarlarım, gençliğimde zamansızcasına attığım hayat dolu kahkahalarım ve şimdi içimde hemen kıyısında oturduğum zifiri bir hiçlik kuyusu beni çağırmakta. Bir anda içimi kaplayan bu anılar zinciri, yerini bir anlık ölüm tarzımın saçmalığına bıraktı. Soğuk, tek pencereli, bembeyaz bir oda. Pencerenin ardında memurlar ve memureler sıralanmış, içlerinde tutamadıkları bir kibirle oturuyorlar tam karşımda. Tıpkı sizin de içinizde sürekli boğmakla meşgul olduğunuz kibriniz gibi. Ölümüm ve hayatım, incecik ve rengarenk kabloların arkasına saklanmış bir düğmeyi bir görev bilinciyle ittirecek memurun parmakları ucunda...
Altı yaşındayım, misafirlikten eve dönüyoruz:
-Anne, ben sulu göz istiyom
-Gel bakalım, nerede senin oyuncağın? Hadi gel baban eve gelecek geç kalmayalım...
Dört yaşımdayken güneşli bir günde parkta oynarken:
-Balon! Annee balon, balon!
-Oy bak yanacıkların ne de güzel yanmış senin güneşte hadi gel daha fazla parkta oynarsan daha çok yanar annecim, gel eve gidelim, tut bakalım elimden.
Beş yaşındayım, yine parktayız:
-Aman düşmeyesin!
-Anne, dizim çok acıdı
-Oy seni yerim ben çok mu acıdı, bakayım...
-Evet, çok.
-Üfleyeyim hemen geçsin üfff, geçti mi bakayım?
-Evet, geçti.
Dokuzuncu yaşımda, üçüncü sınıfla birlikte hayatla mücadelem başlamışken:
-Ya anne, İngilizce öğretmeni yine ders kitabının parasını istiyor ya, azarladı bir de. Bu hafta para vereceğini söylemiştin, ne zaman ödeyeceğiz bu kitabın parasını?
-Dur bir düşüneyim evladım, hâllederiz o da sorun mu... Biliyorsun baban vefatından sonra sıkıştık birazcık ama elbet bulunur. Dur ben bir Saime yengeyi ziyaret edeyim, köydeki tarladan gelecek paradan bahsediyordu geçenlerde.
Sabah okula giderken annem cebime parayı sıkıştırdığında ne de sevinmiştim. Ancak okuldan geldikten sonra annemin anneannesinden kalma o güzelim çini tabağını duvarda göremedim. Geride yalnızca bir çivi, tabağın duvarda bıraktığı iz ve boğazıma takılan bir düğüm kalmıştı... Nerden bilebilirdim bu boğazıma takılmış düğümün acısından bir ömür kurtulamayacağımı. Son 7 saniye... Ölümü elektrikli sandalyede karşılamak bile lükstür bana, payıma düşmesi gereken yalnızca kuru bir darağacı...