Yeşil patates
Hayatımız, pişmanlıklar yahut hayal kırıklıkları üzerinde seyir hâlinde ya da sağa çekip olanları seyretmekle meşguldür. Bu, fevkalade ümitsiz gibi görünen ama hiç kaçamadığımız bir kaderdir aynı zamanda. Daha iyi olacağına inanmak bir avuntudur belki, belki de hakikat. Ama eninde sonunda tüm kırgınlıklarımız bizi ayakta tutan kuvvetimiz oluverir. Dayanma gücümüzü artırır. Hayal kırıklığıysa bir aşıdır adeta, bağışıklık kazandırır.
“Kırmızı sekizli, bak gelmedi arkadaş ya bak gelmedi”
“Sendeymiş ha bi’ gelse çift okeyi vuracam kafana”
“Bu akşamda böyle bi’ uğursuzluk başımda, bu nedir arkadaş”
“Hadi çıkalım lan, hadi yakşamlar”
Masa mandalına sıkıştırılmış adisyonda sonsuz çizgiler vardı sanki ve çuha masaya bir yeşillik atıp Hacamatçı Mahmut’ın peşine düştüm.
Adımlarını hızlandırıp sesini artırdım, bu, “yavaş yürü yetişemiyorum” demekti ama Mahmut hiç oralı olmadı. En sonunda “yavaş yürüsene lan” deyip durdurabildim. “Lan” kelimesi ağzıma pek yakışmıyor, yanlış anlaşılmasın kibarlıktan kırılmıyorum ama “lan” da ağzıma pek gitmiyor işte.
Saatler geçti o patatesler hâlâ poşetteydi ve annemin de o patatesleri soymaya niyeti yoktu. Evin içinde tekiri kovalayıp kasti olarak mutfağa doğru kaçırdım. Tezgâhtaki meyve bıçağını alıp o patateslerden birini yarı soyar yarı soyamaz şekilde kesmeye çabaladım.
“Hayal kırıklığı kardeşim” dedi Hacamatçı. Hiç yanıt vermedim çünkü kırmızı sekizli bir okey taşının hayal kırıklığını karşılayacak durumda değildim. Aslında ilkokul arkadaşım olmasa onunla da görüşmezdim herhalde diye geçirdim içimden, hem lakabı Hacamatçı bir psikopatla niye görüşülür ki? Ama bir durayım orada. Çocuğun günahına ben girmiştim, okulun bahçesindeki küçük bir hadisede Volkan’ın sırtına çakıyı çengel gibi takınca bu lakabı takmıştım ona. Arkadaşlar, aklıma böyle anlamsız kelimelerin nereden geldiğini çok merak ediyor, ben de dergâhlarda insanların sırtına hacamat yapılışını hiç unutamıyor ve bu iki hadiseyi birbirine çok benzetiyordum.
Volkan’ın Mahmut’a yaptığı basit bir faul yüzünden cereyan eden hadisede Mahmut yaşının küçüklüğüyle kodese girmekten yırtmış, Volkan da 1 santim daha aşağıya gelmeyen çakı yüzünden felç olmaktan kurtulmuştu. “Yaşadığım şu günler bile bir hayal kırıklığı kardeşim. Dün neler oldu duydun mu? Duymadın tabi sen?” diyerek suskunluğuma yanıt verdi aslında. Evet, duymamıştım. Evin salonunda uyuyan çocuklar zaten sonradan duyarlar. Televizyon kapalıyken bile yanan kırmızı ışık, çekyatın ortasına devrilen çukur, saatin tik tak sesi tüm bu gecikmelerin ayrıntılarıdır sadece. Evin salonunda uyuyan çocuklar öfkelerini, kırgınlıklarını, yorgunluklarını sessiz yaşarlar. Hisleri seslerine yansımaz asla. Çünkü bir lombozun ardından izlenirler sanki yahut öyle hissederler. Hacamatçı’nın anlattıklarını elbette duymamıştım zira ne zaman telefonu elime alsam herkes bana bakıyor hissi vardı ve tüm bu bakışlarda yanlış anlaşılmaya gebeydi. Otuz yaşına vardım, buradan bir yere gidemiyorum.
Düş kırıklığının bağlangıcı
Hikâye şöyle; Kasımpaşa’da, Hacı’nın evinde kirada oturuyoruz. Babam 22, ben 3 yaşındayım. Gerçi benim için babamın hiç yaşı olmamıştır, o en büyük ve en güçlüdür ama neyse. O zamanlar gece bekçisi olarak çalışan babam, o sabah, -cebinde Keloğlan yahut Sulugöz sakız bulmayı umarken- elinde bir adet patatesle geldi vardiyadan. Ne tepki verdiğimi pek hatırlamıyorum fakat sevindiğim katiyen söylenemez. Hemen evdeki tekiri kovalayıp kendimce oyun oynamaya başladım ki can sıkıntım bir süre idare etsin. İyice yorulmuş dermanım kalmamıştı ki bir zaman sonra annem meyve bıçağıyla geldi, o patatesi soydu, herhalde yine kızartıp burnumu tıkayarak bana yedirecekti. Ancak bir mucize oldu ve içi sarı olması gereken patates yeşil çıktı. Yeşil ve siyah noktalı.
- Dikkatli ve kalın çerçeveli gözlüklerimden bakakaldım o güzel yeşile, sonra da tadına baktığımda bambaşka bir mucizeye tanıklık ettim. Bu zamana dek hiç duymadığım bir tadı vardı ve tarifini yapmak imkânsızdı.
O sırada annem kalan patatesin yarısını da babama ikram etti ama benim pek sevdiğimi görünce o da hakkını bana verdi. Ortada ufacık bir parça kaldı, o da annemin hakkıydı. O da baktı çok sevdim, kalan hakkını bana verdi. Hepsini yemiş bulundum. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama babam elinde koca bir poşet patatesle geldi eve. Sonra gri ekose ceketinin cebinden milyonlarca Keloğlan sakızı çıkarıp bir sağa bir sola fırlatıp benim kapışımı ve sevincimi izledi. Birazdan da annem o patateslerden soyacak ve karnım doyana kadar yiyecektim, ne muntazam bir gündü. Ama olmadı.
Saatler geçti o patatesler hâlâ poşetteydi ve annemin de o patatesleri soymaya niyeti yoktu. Evin içinde tekiri kovalayıp kasti olarak mutfağa doğru kaçırdım. Tezgâhtaki meyve bıçağını alıp o patateslerden birini yarı soyar yarı soyamaz şekilde kesmeye çabaladım. İlk önce anlayamadım ama bu patateslerde bir enteresanlık vardı. O patateslerden ilki yeşil değil sarı çıktı. Sonra teker teker diğerlerini de kestim, hepsinin yeşil çıkmasını bekledim. Olmadı. Hiçbirinde yeşil patates yoktu ve çığlık atarak ağlamaya başladım. Kimse duymadı sesimi, gelen olmadı, biraz daha artırdım çığlığı, uğunarak ağlamaya devam ettim. Bir yerde nefes dahi alamadım ağlamaktan. Kavanoz dibi gözlüğümü çıkarıp fırlattım tezgâha doğru, sanırım lavabonun içine girmişti. Babam sonunda duyup hemen gelip kucağına aldı, neden ağladığımı sorup cevabını bulamayınca da omzuna yatırdı ama ağlamam bir türlü durmadı.
Derdimi anlatamadım çünkü şu an bildiğim o yeşil rengin isminin ne olduğunu o zaman bilemiyordum. Şimdi adının kivi olduğunu bile öğrendim fakat o zaman hiç söyleyemedim. Gerçi iyi ki söyleyemedim. Düş kırıklığımın başlangıcı buydu ve elbette bu son olmadı. Uzun ağlayışların haddizatında yorgun iç çekişlerim başladı. İç çekiyorsan, gerçekten ağlamışsındır demektir.
- Bu iç çekişlerim onlara da dokunmuş olacak ki, babamın omzunda, deri ceketinin kokusunu içime çeke çeke şipşak bakkala gittik. “Hadi oğlum ne istiyorsan al” gülüşüyle beni yere hafifçe bıraktı ki mecalim kalmamış, üstüne gözlüğüm evde unutulunca tekrar kucağına almasını istedim, aldı da.
Canım aslında bir şey istemiyordu ama ısrarlarına karşılık bir şey almam gerektiğini anlayıp tezgâhın öte tarafında bulunan Jelibon’u görür gibi oldum. Görür gibi oldum diyorum çünkü göz numaram o kadar yüksek ki gözlüksüz görmem imkânsızdı. Bir de üstüne o kadar ağlamışım ki, baktığımda her yer buğulanıyor. O jelibonu istediğimi diyemedim bir türlü. “Bu mu oğlum?” sualine karşın kaşlarımı kaldırarak “hayır” diyebiliyordum sadece. En son mavi bir paketi gösterdiklerinde bu anlamsız seremoninin bitmesi gerektiği için “evet o” demek mecburiyetinde bırakıldım. O dediğim de Haylayf. Şu tadı tuzu olmayan bisküvi. Hayatta istemeden de ilk kabullenişim buydu ve bu da son olmadı.
Nedamet
Hayatımız, pişmanlıklar yahut hayal kırıklıkları üzerinde seyir halinde ya da sağa çekip olanları seyretmekle meşguldür.
Bu, fevkalade ümitsiz gibi görünen ama hiç kaçamadığımız bir kaderdir aynı zamanda. Daha iyi olacağına inanmak bir avuntudur belki, belki de hakikat. Ama eninde sonunda tüm kırgınlıklarımız bizi ayakta tutan kuvvetimiz oluverir. Dayanma gücümüzü artırır. Hayal kırıklığıysa bir aşıdır adeta, bağışıklık kazandırır.