Yaşama her anlam verme çabası esasen yine yaşamın muhafazası içindir
Dostoyevski’nin söylediği gibi, “fırtınalarla çevrili olsa da dört yanı, kimsecikler olmasa da yanında, binlerce yıl ve dahi sonsuza kadar yaşamak ister” insan. O yüzden iyi yaşam ve bunun sonucunda ortaya çıkan hazlar amaç değil, sonuçtur. Zaman zaman ve dahi nadiren yaşama çabamıza eşlik eden birer sonuç. O nedenle, kanaatimce yaşama atfedilip durulan amaçlar ve onu anlamlandırma çabaları temelde hep yaşamın korunması çabasına yaslanır. Yaşama her anlam verme çabası esasen yine yaşamın muhafazası içindir.
Yakın zamanda Ketebe Yayınları’ndan çıkan Yaşamın Amacı Olarak Yaşam kitabının yazarı Ahmet Faruk Çağlar’la kitabın temel meselesini; insanın var olma içgüdüsünün yaşamın temel kaynağı oluşunu ele aldık. Yaşamın içindeki tüm çabaların temelde yaşamın devamlılığına nasıl hizmet ettiğini, modern çağda var olma içgüdüsünün yerini alan haz merkezli yaşam anlayışını ve intiharın tüm bunlar içerisindeki yerini konuştuk.
İlgi çeken bir adı var kitabınızın; “Yaşamın Amacı Olarak Yaşam.” Bununla başlayalım isteriz. Yaşamın kendisinden başka bir amacı yok mudur yani? Yaşamak için mi yaşarız sadece?
Var mıdır? Varsa bu amacı kim verir, kim belirler? İnsanı harekete sevk eden, davranışlarını yönlendiren birincil güdü nedir ve bu güdünün bir amacı var mıdır? Verili amaçları, anlamlandırma çabalarını nasıl temellendirebiliriz?
Nasıl bir amaç atfedebiliriz yaşama, neye istinaden? Aristoteles gibi “Neden?” sorusunun artık sorulamayacağı, sorulmasının anlamsız olacağı yere ulaştığımızda elimizde yaşama itkisinden, yaşamı sürdürme çabasından başka bir şey kalacak mıdır gerçekten? Kitabın başlığı biraz bu sorulara işaret ediyor. Stoacı ve Epikürosçu ekoller arasındaki tartışmayı merkeze alıp, düşünce tarihi boyunca dolaylı da olsa bu sorulara verilmiş cevaplara değiniyor. Kadim ve modern dönemde farklılaşan yaklaşımları serimliyor. Bunların geçmişte kalmış konular, sorunlar olmadığını, özellikle de insanlığın geldiği mevcut durum itibarıyla üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gerektiğini ima ediyor.
Aristoteles yaşamın nihai amacının mutluluk olduğunu söyler ama. Yapıp etmelerimizin amacının ne olduğuna yönelik sorunun, neden “öyle değil de böyle” davrandığımız ya da neden yaşadığımız sorusunun sorulmasının artık anlamsız olacağı cevap ya da amaç mutluluktur.
Evet, öyle. Ancak bu çok uzak bir ihtimal gibi geliyor bana. Yaşamı sürdürmek için ona tırnak içinde “ulaşılmaz” bir amaç atfedip hiç ulaşamayacağımız o ideale ulaşma çabası içinde yaşamak, yine yaşamı sürdürmek için “icat” edilmiş bir amaç peşinde koşup durmak gibi…
Haz ya da lezzet, birincil olan yaşama çabamıza zaman zaman eşlik eder, edebilir, ancak çoğu zaman etmez. Etmese de sürdürülür yaşam, muhafaza edilmeye çalışılır… Acılar içinde kıvranıp durduğumuz yaşamlarımızı tek bir an daha uzatabilmek için her şeyi yapmamız bundandır.
Mutluluğun -Descartes’ın deyimiyle- clair et district bir tanımının olmaması, böylesi bir tanımın yapılamaması bir yana, insanlığın binlerce yıllık yazılı tarihinde hep mutsuzluktan şikâyet etmesi, mutluluğa ulaşmak için biteviye çabalaması, ancak ona bir türlü ulaşamaması, yine de umudunu yitirmeden, yitirmemeye çalışarak mutluluğu arayıp durması nasıl açıklanabilir? Bence cevap açıktır: Yaşama bir amaç atfedip yine yaşamın korunup sürdürülmesini sağlama çabasıyla… Belki bilinçdışı olarak yaparız bunu. Yaşama yönelik bu her şeyden güçlü itkimizi gerekçelendirmeye, aklîleştirmeye, önündeki fizikî ve psikolojik engelleri aşmaya çalışırız. Bu ilk insandan beri böyledir. Nitekim ilk yazılı metinlere bakın. Ne göreceksiniz? Orhun Yazıtları’ndaki tavsiyelerin temel amacı nedir mesela? Türk soyunu bengi -ebedî- kılmak… Hz. Âdem neden çıkarılmıştır cennetten? Ebedî kalıcılardan olmak istediği için. İlk günahı sonsuza kadar varlıkta kalma umuduyla işlediği için…
Umut her daim muhafaza edilmelidir elbette, hep var kalınacağına ve günün birinde mutlu olunacağına dair umut… Yoksa yaşam kelimenin tam anlamıyla çekilmez olur. Tırnak içinde, “umut yitirildiğinde yaşam da biter”, daha doğrusu yaşama yönelik iştahın yitirilmesi tehlikesi baş gösterebilir. Ve yaşamak için çaba sarf etmek zorlaşır. Belki de bu nedenle asla ulaşılamayacak bir hedef koymuştur insan kendi önüne. Günün birinde mutlu olacağı hayaliyle yaşayıp durmuş ve fakat mutsuz ölmüştür. Veyahut mutlu olma umutlarını “öteki taraf”a taşıyarak bu hayata katlanmış ve gözlerini yummuştur. O nedenle ben mutluluk hedefinin ya da amacının bile yine sahip olunan varlığı korumak, bir süre daha muhafaza etmek için belirlendiğini düşünmeye yatkınım. Sokratesçi ekollerin, özelde Aristoteles’in yaşama çabasının önüne ya da sonuna -farkında olarak ya da olmayarak- koyduğu bu hedefi ya da amacı ben böyle anlıyorum. O amaç mutluluk olsun ya da olmasın, yaşama her amaç belirleme çabasını böyle yorumluyorum; yaşamdan vazgeçmemek, iliklerimize kök salmış “bio”lojik bu itkiyi gerekçelendirmek için öne sürülmüş iddialar, denemeler olarak görüyorum.
Kitabınızda yaşama içgüdüsüne yaptığınız vurguyla insanı sadece doğal - hayvani yönüyle ele almış olmuyor musunuz? İnsan iyi yaşamak da ister, yaşamdan lezzet almak da ister…
Haklısınız. Elbette yaşamımızı en iyi şekilde sürdürmek isteriz, en konforlu şekilde. Refah içinde yaşamak isteriz. Çağdaş bireyler olarak sadece doymak için yemeyiz söz gelimi, yediğimiz şeylerden haz da almak isteriz.
Peki, iyi yaşayamadığında, yaşamından haz, sizin deyiminizle lezzet alamadığında insan yaşamaktan vazgeçer mi? Geçmez! Günün birinde daha iyi yaşar, çabasına haz da eşlik eder belki diye umut içinde çırpınır durur. Hatta umudunu yitirse bile hayatına son vermekten korkar, kaçınır, bunu göze alamaz. Dostoyevski’nin söylediği gibi, “fırtınalarla çevrili olsa da dört yanı, kimsecikler olmasa da yanında, binlerce yıl ve dahi sonsuza kadar yaşamak ister” insan. O yüzden iyi yaşam ve bunun sonucunda ortaya çıkan hazlar amaç değil, sonuçtur.
Zaman zaman ve dahi nadiren yaşama çabamıza eşlik eden birer sonuç. O nedenle, kanaatimce yaşama atfedilip durulan amaçlar ve onu anlamlandırma çabaları temelde hep yaşamın korunması çabasına yaslanır. Yaşama her anlam verme çabası esasen yine yaşamın muhafazası içindir. Haz ya da lezzet, birincil olan yaşama çabamıza zaman zaman eşlik eder, edebilir, ancak çoğu zaman etmez. Etmese de sürdürülür yaşam, muhafaza edilmeye çalışılır… Acılar içinde kıvranıp durduğumuz yaşamlarımızı tek bir an daha uzatabilmek için her şeyi yapmamız bundandır.
Modern insan, yaşama katkısı olmayan, bedene ve ruha zararlı hazlar geliştirdi
Kitabınızda yaşamın amacının haz olduğu ve/veya insanı mutluluğa ulaştıran yegâne aracın haz olduğu iddiasındaki ekollerin büyük bir hata yaptığını ve bu hatanın insanın sağlığını, hatta varlığını tehdit etmeye başladığını söylüyorsunuz. Nasıl oluyor da insanlık bu gerçeği göremiyor, hazları için varlığını tehlikeye atıyor?
Esasen yaşama çabası ile haz arayışı birçok eylemimizde birbirinden ayrıştırılamayacak denli iç içe bulunuyor. O nedenle hazzın mı yaşam çabasını, yoksa yaşam çabasının mı hazzı öncelediğine yönelik tartışmayı Aristoteles yersiz buluyor. Ona göre haz elde etmeye yönelik çabamız yaşama içgüdüsünden ayrılamıyor. Haz yaşamı tamamlıyor. Ancak modern bireyler olarak biz bu ayrımı, ayrıştırmayı çoktan yaptık galiba. Artık yaşamımıza hiçbir katkısı olmayan, bilakis orta ve uzun vadede bedenimize ve ruhumuza zarar veren, buna karşın, aynı zamanda bize tahmin edemeyeceğimiz hazlar tattıran birçok eylem türü geliştirdik. Ben insanın hazza bu denli gömülmesini de yine yaşama çabası ile açıklıyorum. İnsan bilinç sahibi tek canlı türü. Bu bilinç ölümlü olunduğu bilincini de içeriyor elbette.
- Günün birinde öleceğinin farkında olan belki de yegâne canlı olarak insan, ya ölümü anlamlandırmalı, onu kendisini rahatsız etmeyecek bir şekilde konumlandırmalı, bu şekilde teselli bulmalı ya da onu unutmaya çalışıp bu korkuyu son ana kadar zihninden uzaklaştırmalı. Yoksa sürekli bir ölüm korkusu ile yok olup gideceği kaygısı ile yaşayamaz insan. Hazcıların tercihi, tahmin edileceği üzere ikinci çözümden yana.
Ölümün ve dahi yokluğun zihinden uzaklaştırılması gerektiğini düşünüyorlar. Ölüm ya da yokluk korkusunun bu hayatı insana zehir edeceğine kaniler. O nedenle “Ölüm ya da yokluk üzerine düşünmeyi bırakalım, hazlara odaklanalım, hayatın tadını çıkaralım.” diyorlar. “Bu kısa hayatta yapabileceğimiz en iyi şey, alabildiğimiz kadar haz almaktır.” diyorlar. Aralarından bedensel hazların sınırlandırılıp akli hazların öncelenmesini önerenler de çıkıyor. Ancak insanlığın güncel durumu, tercihleri; ekonomik, siyasi, ahlâki işbu tercihlerin bizi getirdiği nokta hazcılığın hangi versiyonunun diğerine ya da diğerlerine galebe çaldığını ortaya koyuyor sanırım. Batı dünyasının domine ettiği dünyanın bu noktaya gelmesinde özellikle Batı’da hazların yüzyıllarca bastırılmasının da etkisi var bana kalırsa. Robert Muchembled Histoire du Plaisir’de uzun uzun anlatır bu durumu. İnsanın en doğal arzularından birinin baskılanmasının tarihini aktarır… Bugünkü durumu biraz da bu tarihî tecrübenin sonucu olarak görüyorum ben. Özellikle Hristiyan tecrübesinde o kadar uzun süre ve o kadar şiddetle bastırılmıştır ki hazlar, bu baskı psikolojik ve sosyolojik birçok patolojiye yol açmıştır. Ve gelinen noktada hazcılık en yaygın etik kuramı olmuş, Batı’nın dünyanın geri kalanına da dayattığı sosyal ve siyasal kurumlar hep hazzı hedefler olmuştur.
İnsanlığın binlerce yıllık yazılı tarihinde hep mutsuzluktan şikâyet etmesi, mutluluğa ulaşmak için biteviye çabalaması, ancak ona bir türlü ulaşamaması, nasıl açıklanabilir?
Yaşama devam edebilmek için ölümle yüzleşmek gerekiyor
Peki, ne yapmalı insan? Ölümle, yok olma korkusu ile nasıl başa çıkmalı? Yukarıda saydığınız çözüm yollarından başka alternatif yok mu? Sizin deyiminizle verili anlamlarla teselli bulmaya çalışmaktan veya ölümü unutup yokmuş gibi davranmaktan başka bir seçenek…
Bu soruya genel geçer bir cevap vermek mümkün değil. Verili anlamların, verilebilecek en iyi anlamlar olduğunu düşünebilirsiniz. Yaşama yeniden, en baştan siz anlam vermeye çalışabilirsiniz. Bunu yaparken atalarınızın çözüm önerilerinden faydalanabilir, onlardan ilham alabilirsiniz. Yahut anlamsızlığını kabul edebilirsiniz hayatın. Tüm anlamsızlığına rağmen yaşama tutunmaya çalışabilirsiniz, elinizden geldiğince iyi yaşamaya çalışabilirsiniz… Her hâlükârda insanın ölümle başka türlü yüzleşmesi gerekiyor. Onu unutmaya çalışarak, göz ardı ederek, ölüm ya da yokluk korkusunu kendini uyuşturarak, duyusal hazlar ile bastırmaya çalışarak unutmak yerine onunla yüzleşme cesareti göstererek yaşaması gerekiyor. Yoksa insan türü için yaşam diye bir şey kalmayacak gibi görünüyor.
Kitabın en iddialı kısmının Freud’u bir “hazcı” olarak tanımladığınız kısım olduğunu belirtiyorsunuz. Psikanalizin insanı tıpkı Epiküros gibi “acıdan kaçan ve haz arayan” bir canlı olarak tanımladığını, çözüm önerilerinin de bu minvalde olduğunu iddia ediyorsunuz…
Evet. Aslında Freudyen kuramı hazcı olarak tanımlayan ilk ve tek kişi ben değilim. Freud’un kendisi de bilinçdışını haz arayışının yönettiğini ve bilinçdışı arzuların davranışlarımızın ardındaki en etkin güç olduğunu defaatle belirtiyor. Bunu ilk yazılarında da son yazılarında da, söz gelimi 1930 yılında, 74 yaşında kaleme aldığı Das Unbehagen in der Kultur’da da bulmak mümkün. Ancak benim daha önce herhangi bir kaynakta görmediğim şey, bu tartışmanın, psikanalizde son derece önemli ve merkezî bir yer işgal eden içgüdüler kuramının dolaylı olarak Stoacılar ile Epikürosçular arasındaki tartışmaya dayandığı. Freud’un işbu tartışmadan doğrudan haberdar olup olmadığını tespit etmek güç. Ancak Freud kurduğu ilk dikotomide yaşamı koruma amacındaki güdüler -“Trieb”ler- ile haz arayışındaki güdüleri karşı karşıya, bir çatışkı içinde kurguluyor.
Psikolojik rahatsızlıkların, özelde nevrozların bunların arasındaki çatışmalardan kaynaklandığını iddia ediyor. Daha sonra, 1920 dolaylarında, biraz da acı verdiği hâlde tekrarlanıp duran semptomları açıklama çabası içinde, haz ve yaşam içgüdülerini “Eros” başlığı altında toplayıp karşılarına “Thanatos”u, yani ölüm içgüdülerini çıkarıyor. Çok hızlıca ve özetle ifade ediyorum. Kısaca ben kitapta Thanatos’un nihai amacının dahi haz olduğunu savunuyorum, yani acının olmadığı, Freud’un deyimiyle hiçbir hoşnutsuzluğun ve/veya gerilimin olmadığı o “ilk durum”a dönüş arzusu olduğunu… Freud “Das Ziel alles Lebens ist der Tod.” derken, yani yaşamın amacının ölüm olduğunu söylerken, esasen “Das Ziel des Lebens ist die Lust.” demek istiyor; yaşamın amacının haz olduğunu söylüyor bana kalırsa. Tıpkı Epikürosçular ve daha sonra İngiliz faydacıları gibi, mutluluğu da haz ile eş anlamlı kullanıyor.
İnsanın ''acıdan kaçıp haz arayan'' bir canlı olduğu kabulü sorgulanmalı
Ve sizin ifadenizle, insanı birincil bir güdüyle haz arayan bir canlı olarak tanımladığınızda onun psikolojik rahatsızlıklarını anlama ve açıklama şemaları da buna göre şekilleniyor.
Evet, öyle. İnsanı haz arayışında bir canlı olarak tanımlarsanız, “olan”ın, bir adım sonra “olması gereken”in bu olduğunu savunursanız, çözüm önerileriniz de bu minvalde şekillenir. Freud’un psikoloji tarihine, psikoterapi yöntemlerine dahiyane katkıları göz ardı edilemez elbette. Ancak ben bütün bu kuramın üzerine inşa edildiği temel kabulün tırnak içinde “hatalı” olduğunu göstermeye çalışıyorum. İnsanın birincil bir güdüyle acıdan kaçıp haz arayan bir canlı olmadığını, bu kabulün sorgulanması gerektiğini belirtiyorum.
Nedir öyleyse insanı ve davranışlarını yönlendiren, onlara zemin oluşturan birincil güdü?
Kitabın başından sonuna kadar vurguladığım üzere, insan diğer canlılar gibi, her şeyden önce yaşamda kalmak için hareket eder. Onun bilinçli ya da bilinçdışı tüm davranışlarını şekillendiren birincil güdü yaşamda kalma içgüdüsüdür. Varlığını muhafazaya programlanmıştır insan ve onun “bio”lojik ve “psykhe”lojik edimlerini anlamak için her şeyden çok bu olgunun, yani insanın var olma, varlıkta kalma çabasının merkeze alınması gerekir.
Haz ya da lezzet, yaşama çabamıza zaman zaman eşlik etmese de yine de yaşamayı sürdürürüz. Acılar içindeki yaşamlarımızı tek bir an daha uzatabilmek için her şeyi yapmamız bundandır.
Bir var olma biçimi olarak ''intihar''
Bu noktada intihar olgusu geliyor akla. İnsanın edimleri her şeyden önce yaşamda kalmaya yönelikse nasıl oluyor da intiharı tercih edebiliyor? Veyahut inançları, idealleri uğruna kendi yaşamından bile isteye vazgeçebiliyor?
Çok yerinde bir soru. Aslında kitapta kısaca değiniyorum insanın tüm hücreleri ile yaşamda kalmaya programlanmışken bazı durumlarda ölümü yeğlemesinin sebeplerine. Elbette tüm olguları açıklayıcı bir cevap vermek güç. Böyle bir iddiada da bulunmuyorum. Bununla birlikte Galen, Lucretius gibi düşünürlere de atıfla intiharın en önemli sebebinin ölüm, bir diğer ifadeyle yok olma korkusu olduğunu belirtiyorum. Bana kalırsa birincil bir içgüdüyle yaşama tutunan, tutunmaya çalışan, var kalmayı arzulayan insan psikolojik birtakım sorunlar nedeniyle bu arzusunu gerçekleştiremiyorsa, var olduğunu, hayatta olduğunu tam anlamıyla hissedip canlı olduğunu duyumsayamıyorsa, bu durum çok büyük bir yokluk korkusuna yol açıyor. Ve intihar sürekli surette duyulan ölüm korkusuna bir son vermek için, bilinçli ya da bilinçdışı olarak hissedilen yol olma kaygısından kurtulmak için insanın verdiği bir tepki oluyor.
- Biraz paradoksal görünüyor ama söylemek istediğim; yokluk korkusu ile tir tir titriyorsanız ve bunun üstesinden bir türlü gelemiyor, var olduğunuzu gerektiği gibi hissedemiyorsanız geriye yapacak tek bir şey kalıyor, bu dayanılmaz acıya en kısa yoldan son vermek.
Hakeza, yüksek idealler uğruna kendi bireysel yaşamlarından vaz geçen insanların bu edimleri de yine yaşama içgüdüsü ile açıklanabilir bana kalırsa. İnandığı değerler uğruna, bile isteye ölüme atılan insanların bu eylemleriyle mensubu oldukları inancı ya da toplumu yaşatmak istedikleri, bunun sonucunda geriye bir isim bırakarak tırnak içinde “ölümsüzleşme” ümidi taşıdıkları söylenebilir.
Dede Korkut Hikâyeleri’nde de anlatılan, ölümün ancak geriye bir isim bırakmakla alt edilebileceği inancı bu kadim çaba ya da arzunun en yalın ifadelerinden biridir bana kalırsa. Veyahut şehit olma vecdiyle ölüme koşan kişilerin bu fedakârlıkları karşılığında nimetlerle dolu, sonsuz bir hayatla mükâfatlandıracakları ümidi taşıdıkları bilinmektedir. Dolayısıyla insanın kendi eliyle kendi yaşamına son vermesi de aslında ilelebet var olma arzusunun bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
En temel ihtiyacımız var olmak
Ve “İnsan için var olmak, her şeyden önce varlığından haberdar olmak, haberdar edilmektir.” diyorsunuz…
Kesinlikle. Bizler bilinç sahibi canlılar olarak ancak çevremizden aldığımız duyumlar ile varlığımızın farkına varabiliriz. Dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebek ona dokunan, onun gözlerine bakan, onu koklayan biri varsa çevresinde şayet, ancak o zaman var olduğundan emin olur ve güçsüzlüğü nedeniyle fizikî ve psikolojik, dolayısıyla ontolojik/varoluşsal güvenliğini ancak muhtaç olduğu ilgi ve bakımı görerek sağlayabilir. Sorun şu ki, insanın bu ihtiyacı ömür boyu sürer. En temeldeki ihtiyacımız varlığımızı güvenceye almak, var olduğumuz hissini biteviye yineleyip durmaktır. Her birimiz en azından biri için, birileri için var olmalıyızdır. O birinin ya da birilerinin varlığı bizim de varlığımızın kanıtıdır zira.
Tam da bu nedenle insanı, onun bilinçli ya da bilinçdışı eylemlerini anlamanın yolu buradan geçer, geçmelidir. Bu en temeldeki kaygı, en temeldeki ihtiyaç doğru anlaşılıp yorumlanmazsa insan da anlaşılmaz. Haz ve hız meraklısı diye yaftaladığımız, tırnak içinde “zalim Batı”ya ve onun sebep olduklarına tan edip dururuz. Batılı ya da Doğulu, insanın temel ihtiyaçlarını, arzularını dikkate almazsak ne psikolojik ne de sosyolojik tahlillerimiz yerinde olur. O zaman da ne bu “haz çağı”nı doğru anlayıp yorumlayabilir ne de haz arayışının psikolojik ve sosyolojik olarak yol açtıklarını ve/veya açacaklarını öngörebiliriz.