Yaşadığın senin hakikatindir!
Post truthta yaşıyoruz; hakikat ya da gerçeklik herkese göre değişebiliyor, ortada bir yalan varsa bile biz insanlar "kesin bilgi"den kaçıyoruz, kaçmak istiyoruz, o yalana, gerçekliğin saptırılmasına inanıyoruz, inanmış gibi yapıyoruz.
Modern Batı felsefesinin, kapitalizmin öğretilerinin mutlak, doğru, kesin, hakikat olmadığını "biliyor", inanıyor, tecrübe ediyoruz. Kendi gerçekliğini hakikate getiren Batılılar ise elbette İslam düşüncesini mutlak ve hakikat görmüyor. O zaman hakikat her yerde, herkeste, her dönemde… Herkesin kendine göre bildiği, gördüğü, inandığı, tecrübe ettiği "kendince" hakikat yerine konabiliyor. Tabii bir Müslüman diyecek ki, "onlar inansa bile itikatları ve medeniyetleri hakikati oluşturmuyor"… Bunu kendi itikadi düzlemimizde kabul ediyoruz; biliyoruz ki bize indirilen Kur'an, Hz. Muhammed "hakikatin kendisi"… Fakat tecrübi bakımdan hakikatin bir manada ideaların da ötesinde gösterilen tarafı, Müslümanları gerek silah zoruyla gerek iktisadi ve kültürel boyutlarıyla kendine hakikatine göre yaşatabilme yeteneği tarihselliğin, izafiyetin, tikel özlerimizin, özne kimliklerinin bunu farklı alımlayabildiğini de açık ediyor. Her dönemin hakikat algısı bulunur. Dönemsel ilgiler, insanı hayata ve dünyaya bağlayan değerlere hakikatin kendisi diyebiliriz. Cengâverliğin, adanmanın farklı boyutları farklı şahıslarda tezahür ederken varlığı yalnızca "yalınkılıç savaşan özne" ye odaklayabiliriz.
Kabul etmek gerekir ki mutlak ilgilerimiz, mutlaklaştırdığımız inanç ve kişiler, yargılar rahatlıkla çökebiliyor, çünkü mutlak hatta hakikat bilgisi bizim "sınırlı erişimimize açık!" Post truthta yaşıyoruz; hakikat ya da gerçeklik herkese göre değişebiliyor, ortada bir yalan varsa bile biz insanlar "kesin bilgi"den kaçıyoruz, kaçmak istiyoruz, o yalana, gerçekliğin saptırılmasına inanıyoruz, inanmış gibi yapıyoruz. Hakikat işte gerçeklik değil, insanın konjonktürel olarak "tutunma arayışı" dır… Hakikat insanın yalnızca hayatta kalma iştiyakı, karnını doyurma, güvenli yaşayabilme, başını sokabilecek bir barınakta tehlikelerden uzaklaşabilmesidir. Hakikat ontolojiktir çünkü. Doğruluk ve kesinlikten çok ontolojik olana bağlıdır. Kopernik'e kadar yeryüzünün evrenin merkezinde, güneşin dünyanın etrafında döndüğü mekanizmaya bağlı bir hakikati yaşıyordu insanlar. Şimdilerde uzay olduğu iddia edilen bir fotoğrafta bir nokta işaretlenerek buranın dünyayı gösterdiği, herkesin kendi yerini bulması / bilmesi isteniyor; ders veriliyor alenen, bir hiçlik dersi! Hakikat merkezdeki özne mi yoksa noktanın milyarlarca küçük zerresi mi… Hakikat her durumda insanın cirmi, geçiciliği, hiçliktir!
Sabit ve değişkenler
Kavramlarla özleri arasındaki doğruluk hakiki olanı anlatır. Altın dediğimizde, hakiki altını kastederiz zaten sarı, değerli ve az bulunan madeni… Sahte altın olmaz, altının sahtesi yalnızca bir özelliğinin taklidiyle gerçekleşir, en barizi sarı rengiyle. Bir kişi için "altın gibi…" dediğimizde altına münhasır değerliliği, az bulunurluğu "gibi edatıyla" karşılarız, kesinlikle altın değil! Bunun doğruluğunu test edemeyiz; her insana göre değişir bir kişiye altın vasfını kazandıracak hasletler. Doğruluğu ispatlanmaya muhtaç olanın hakikatinden söz açılamaz en fazla gerçekliktir o! Deleuze'un hakikati bizim dışımızdaki nesnellik ya da Kant'ın Tanrı ve insan merkezli bakışı ahlâkî kritiğe tabi tutması ve uzayın bile mutlaklığının temsililiğine vurgu yapması bir bakıma yine Deleuze'un "şeylere yeni bir hakikat verme" iştiyakının devamı. Kişi şeylere yeni hakikat kodları işleyebilir mi; modernite her bilginin bir şekilde ya tasavvur ya kesin tasdik içermesini zorunlu kılar; zahiri, işlevi nesnenin hakikati gibi görme eğilimindedir. Dememiş miydi Wittgenstein; "neyi biliyorsam ona inanıyorum" diye?.. Bilmenin, inanmanın, hakikatın tikel veya tümelliği doğrunun, olguların kesinliğinden emin olamamamıza bağlı.
- Hiçi göze alıp ötesine geçebilecek gözüpekliğe, düşünce yoğunluğuna çok az kişi girişir. Jung'un "yol içimizde tanrılarda değil" dediğinin bizim hakikat yolculuğundaki karşılığı sufi meşrep zihinde de bir karşılığa oturur elbet; Taşköprüzade ruh ve nefsi natıkanın birleşmesinden doğan gayb algısının şehadet âlemine ait haberlerin taşıyıcısı, aracı olabileceğini belirtirken meselenin metafizik bağlamını tanrı ve akıl merkezlilikle de yoklar. Hakikatin sabit ve kesinliğinin mutlak ile bağlantısının geleneksel İslam düşüncesinde karşılığı var fakat günümüzde artık çoğullaşan gerçeklikler dünyasında yeni tür izahatlara da ihtiyaç bulunduğu kesin. Derrida'nın felsefesinde akıl sınır içerdiği için hakikati izaha yeterli gelmez. İnsanın bir şeyin hakikatini bilmesinin imkaânsızlığını belirtir İbn Sina… Bu Foucault'nın "geçmiş hakikat mezarlığı" vurgusunu destekleyecek cinsten. Elbette Foucault'nınki biraz da her öznenin bir iktidar iddiası barındırma, iktidarın da bir şekilde hakikatle yakın ilişkiye geçme isteğinden kaynaklı… Baudrillard'ın "gerçekliğe hiç inanmadığını" ikrar etmesi ya da Hegel'in hadiselerin görünüşleriyle hakiki sürecini ayrıştırması bundandır; hele imajın gerçeğin ve hikmetin önüne geçtiği bir çağda.
Hakikat bir biçimde dünya hayatında kestirilip atılan salt sonuç değil, bitimsiz bir süreçtir.
Yüz çevrilen yönelinen hakikat
Öyle ya her türlü söyleme, belagat yoğun cümlelere, bağlılık bildirimlerine karşı hakikat arasak bile hakikatten beslenmek için can atmayız; hakikati konjontürel ihtiyaçlarımız, ilgilerimiz, beklentilerimize göre yargılar, hüküm verir, görmezden gelebiliriz. Pişmiş bıldırcını gökten hazır bulan kavmin hakikate burun kıvırması kesin bilginin, mutlağın benimseneceği sonucunu doğurmaz. Fütuhat'ta İbn Arabi'nin hatırlattığı gibi "Rabbim beni doğruluk makamına yerleştir" yargısı, yine onun vurgusundaki gibi Allah hakikatleri kendisi için değil yarattıkları için var eder. Her varolan sahiplenmeyi getirmez zira. Bu özne oluş süreciyle de yakından ilgili…Mutlak olanı, hakikatin tekliğini bilse, değişmez kesinliğin farkına varsa, ilahi emir ve yasakları, ahlâkı edinse bile kişi selamete erdiği, mutlaka kurtulanlardan olacağı, bir anlamda ahiret deneyimi kazanmadığı için baki kalacağı fikrindedir. Her ne kadar insanlar Allah'ı hakikat bilse bile değişkenliği, hakikatin yansıma ve görünme biçimleri uyarınca varoluş süreçleri sonunda yaşadıklarını hakikatleştirebilir. Bu biraz da Hegelyan hakikat tarifiyle ilgili… Çünkü Hegel için hakikat yalnız tözlerden oluşmaz, özneler de bu tanım içindedir. Mutlak olanın hakiki, hakiki olanın mutlak olduğu tezine Hegel, zorunluluğu, evrenselliği, değişmezliği, zamansal öncesiz ve sonrasızlığı, mekânsal aşkınlığı da ekler.
- Böylece özneler mutlak ile tanımlanmasa bile hakikatin bir tarafında yer almak mecburiyetindedir. Kavramlardaki açıklık felsefenin kendine özgü düşünme serbestisiyle ilgili bulunduğundan mesela hakikatin evrenselliği kanaati ister istemez sorgulanabilir. Modernite evrensel geçerlilik, gerçeklik sahibiyse de hakikat diye kesinleştirilemez. İdeolojiler özneler için inançlardır esasında. Yıkılan, devşirilen, elinden alınan inançlar derin hayal kırıklıkları kadar yeni yönelimler, arayışlar da getirir. Her dönem bir biçimde gerçeklik üzerinden hakikat yaratımıdır. "Ardından 68 geldi. Bir an için gerçekliği zaptetmişiz hissine kapıldık, öyle ki o bundan böyle bütünüyle bize ait, alternatif bir yaratımdı. Beden üzerinden özgürlüğe sızdık. (…) Dünya bize aitti. Ve bütün bunlara hakikat demekte haklısın, Gianmarco. Ve bu hakikati göğe yansıtmakta ve nostaljini mümkün olan tek ontoloji saymakta da haklısın. Nicemiz böyle düşündük. Ve biz hakikate sımsıkı sarılmışken, başkalarının ayaklarımızın altını kazmakta olduğunun farkına varmıyorduk. Biz onu böyle tutuyorken, hakikat gerçeklikten mahrum kaldı. Biz onları hakikatin arazisi üzerinde bekliyorduk, onlarsa temelinden hakikati kaldırarak dünyayı yeniden biçimlendirdiler." Antonio Negri Sanat ve Çokluk'ta, hakikatin inşa edilebilir, gösterilebilirliğini bu sözlerle vurgular.
Süreç içinde yaşanır hakikat
Hakikat bir biçimde dünya hayatında kestirilip atılan salt sonuç değil bitimsiz bir süreçtir. Her müdahale, ekleme, saptırma karşısında sürekli "doğru, kesin, hakiki" olanı yaşatma süreci hakikati belirginleştirir. Bu da ister istemez bir şeyin hakikatinden ziyade farklı doğruların, sahaların hakikiliklerini koruma, gözetme vetiresi… Çünkü her birimiz yeryüzünde yaşar bir dünyada ikâmet eder, bulunuruz. Dünyamız algıladıklarımızdan, tecrübelerimizden oluşur, bunlar da bizi "bir yere sevk eder." Her görüntü, her söz, eylem, bilgi kendince kesinlikler, mutlaklıklar, doğrular üzerine inşa edilir. Algıladıkça kendi hakikatimizden o yere yönleniriz. Yönelmek aynı zamanda hakikatimizden kopmak, koparılmak, yeni bir eve doğru yollanmak manasına gelir. Yönelerek tercihimizi yapmış da oluruz. Yapılan tercih bir anlamda kesinliğini oluşturmak demektir, hâliyle doğru gördüğünü ikrar etme. Gazzâlî Munkız'da "her şeyin içyüzünü kavrama susuzluğu" ndan bahseder; hakikati Heidegger'den evvel "açığa çıkarma", "keşf" olarak yorumlamıştır bile. Yönelme bir hikâye oluşturmadır aynı zamanda. Deleuze'un ilk elden olma azmine eşlik eden "küçük müzik", sürecin varoluşsal titreşimlerini verir.
Müslüman âleminin modernleşme tecrübesi, Avrupalılarınkine benzemeye başladı bile.
Belki Jaspers'ın Nietzsche yorumunda dillendirdiği tarzda yönelme, hakikate duyulan inanç kadar yönelmenin eşiğinde tüm gerçeklere şüpheyle bakma sonucunda ateşlenir; Zweig Nietzsche yorumundaysa onların hakikate "karıları gibi baktıkları" nı anlatır. Geldik sonuçta yine romantizme, duyular ötesinin, keşfin, irfanın, ruhi tecrübeye dayalı bilince gelmenin hakikilikle bağlantısına. Parlamak, şeylerin bilincimize görünme biçimleri, algılama deneyimlerimiz, hissiyatlarımız ve ihtiyaçlarımız yönelimlerimizi o da hakikatimizi belirler. Çünkü hakikat biraz da yaşanır. Fichte'nin sözünü ettiği idealler gerçek hayatta tarif edilemez ya hayata geçer ve yaşanır ya tasarım ve rüya olarak bilincimizde takılı kalır. Yaşadığımız tercihimiz ve yönelimimiz olduğundan yüklediğimiz anlamlar ve değerlerdir aynı zamanda. Kutsallaştırmalar, hakikat bilinmekle iktifa etmez yaşandığında gerçeklik sahasına geçer. Müslüman âleminin modernleşme tecrübesi, Avrupalılarınkine benzemeye başladı bile. Hakikatine göre yaşamayan hayatındaki değersizliği örtmek için kendine aşkın hakikatler de icat eder; biz Müslümanların yaptığı gibi!