Yaralı evi

SÜLEYMAN CERAN
Abone Ol

Yoklukların içinde birbirlerinin yaralarını sağaltan adamlar gördüm. Birbirinin acısını yüklenen adamlar. Siperde, pusuda ve taarruzda yan yana durmuş, ölümün kıyısından kan revan içinde dönmüş adamlar. Tek varlıkları olan vücutlarını, sahibine karşılıksız vermiş adamlar.

2013 yılının Mayıs ayının başında Suriye rejim güçleri, sahil şeridindeki Banyas ve Beyda köylerinde çoğunluğu kadın ve çocuk en az 150 kişiyi öldürmüştü. Kurşunlarını zayi etmemişler, infazları bıçaklarla gerçekleştirmişlerdi. O katliamdan aylar sonrasıydı. Belleğime mıh gibi çakılıdır aynı yılın 21 Ağustos tarihi. Rusya ve İran destekli Esed rejimi, başkent Şam'da bulunan Doğu Guta'ya, Kasyun Dağı'ndan fırlattıkları kimyasal silah başlıklı füzelerle saldırmıştı. Muadamiye, Dareyya, Ayn Terma, Cobar, Muleyhe, Kefr Batna, Cisreyn, İrbin, Hamura, Zamalka ve Duma vurulmuştu. Yüzlerce çocuk, kırılan akvaryumdan yere saçılan balıklar gibi sıçrayarak, çırpınarak canlarını teslim etmişlerdi. O günlerin sonrasıydı. Bir cumartesi günü Antep'e vardık. Sanayi mahallesinde atıl hâlde bulunan yüz elli odalı hanın her bir odasında 2-3 aileyle birlikte yaşayan muhacirlerin hallerine şahit olduk.

Kullanılmayan hanın bir odasının kirasının normal dairelerden farkı olmadığını öğrenince, memleketimizin vicdansız üyelerinden dolayı utanca gark olduk. Henüz milyona ulaşmamış muhacir sayısı. Paralarıyla geldikleri için pahalı da olsa ağırlandıkları ilk zamanlar. Ne zaman ki paraları bitecek, direniş süreci uzayacak, emperyal ülkeler işe karışacak ondan sonra yok yere dövülüp bıçaklanıp öldürülmeler başlayacak, siyasetçiler muhacirleri kovma vaadinde bulunacak. İyi zamanlar bu zamanlar. Direniş yüksek. Tüm bunlarla beraber anasızlık ve babasızlık fukaralıkla, sürgünle birleşince dünyanın en acı karışımı oluyor. Yüz binlerce insan bu acı şerbeti içmek zorunda bırakılıyor. Bir gülümseme, bir ikram, bir dokunuş çok şey değiştiriyor. Düzene uymadan, duyarlılıkları yitirmeden ve çözülmeden iyilik çabalarını inatla desteklemeye devam etmeli. Reçete bu.

Mihmandarımız bir apartmana götürüyor bizi. Suriyeli bir doktorun öncülüğünü yaptığı ve hayırsever Suriyelilerin finanse ettiği onkoloji hastalarına hizmet veren sağlık merkezindeyiz. Tüm binada kanser hastası Suriyelilere yine Suriyeli sağlıkçılar bakıyor. Tertemiz, düzenli. Katlarda yatan solgun, zayıf yüzlerle karşılaşıyoruz. Apartman hastaneye çevrilmiş. Tam kapasiteyle çalışan bir yer. Kimseye yük olmamaya çalışan Suriyeli kardeşlerimiz, başlarının çaresine bakıyor. Girişteki üzüm salkımından insan yüzlerine kadar umut veriyor her kare: düşecek Esed, döneceğiz yurda diye. Müstakil bir eve geçiyoruz. Bahçe kapısından girince evin seramikle kaplı girişinde üzüm salkımlarıyla kaplı bir çardağın dibinde boş tekerlekli sandalyeyi görüyorum. Bir işaret gibi bu manzara, hazır ol diyor bana. İki katlı eve giriyoruz. Büyük geniş bir salonda açık kanepede yatan yaralı bir mücahidi görüyoruz ilkin. Sağ kolu ve sol bacağı yok.

Firavunun, Hz. Musa'ya iman eden büyücüleri cezalandırdığı gibi çapraz uzuvlarını kaybetmiş bir mücahitle karşı karşıya gelmek çok sarsıcı. Sol koluna ve sağ bacağına eksternal fiksatör takılmış. Vücudunun kalan kısımları da ağır yaralar almış, belli. Fiksatör denilen bu cihaz kemiğe kemik çivileriyle bağlanmış. Kolunda ve bacağında demirler, vidalar. Gördüğümüz ilk manzara kadar sarsıcı olan, ağır yaralı olan o mücahide bakan kişinin de yine bir yaralı insan olması oldu. Ağır yaralıya daha hafif yaralı başka bir mücahit bakıyor. O da kolundan vurulmuş. Türkiye'ye yakın birkaç direniş grubunun üyeleriyle iç içeyiz şu an. Burası bir "yaralı evi". Mavi Marmara gazilerini Ankara'da, hastanede ziyaret ettiğimiz günü hatırladım. Her birinde büyük ve ağır yaralar vardı ama hastane ortamı, sağlıkçılar, ziyaretçiler, geniş ve ferah ortam, hisleri bir yere kadar absorbe etmenize yardımcı oluyor. Burada ise ağır yaralıya bakan yaralı bakıcı görüntüsü unutulmaz. İç içe yatan ağır yaralılar ve onlara zorlanarak yardım eden başka yaralılar.

Ağır yaralıya daha hafif yaralı başka bir mücahit bakıyor. Türkiye'ye yakın birkaç direniş grubunun üyeleriyle iç içeyiz şu an. Burası tam anlamıyla bir "yaralı evi".

Evin diğer odalarından, geldiğimizi duyanlar çıkıyor. Ondan fazla mücahit var burada. Hepsi yaralı. Kurşun yarası olanlar, şarapnel parçası isabet edenler, tedavisi yeni başlayan ya da nekahet döneminde olanlarla karşılıklı oturuyoruz. Beklenilenin aksine sıcak ve ümitvar bir havada geçiyor sohbet. Hemen herkes gülümsüyor. Direniş konuşuluyor; kendini toparlayanın hemen cepheye döndüğünden bahsediliyor. Bu esnada Antep'te hastanelerin yoğun olduğunu, evdeki yaralıların hafta içi gündüz tedavi olup akşam gelip burada yattıklarını öğreniyoruz. Konuşma sürerken ikinci kattan iki kişi merdivenden iniyor. Yaralı bir kişi yine yaralı birini getiriyor. Ah, ah! Koluna girilip getirilen mücahit, görmüyor, kör olmuş. Hemen yanına tank mermisi düşmüş. Şarapneller yüzünü parçalamış. Gözlerini, dişlerini, ağzını, burnunu Suriye'de bırakmış. Gencecik. Genç olduğunu yüzünden değil saçlarından, alnından, ellerinden anlıyorsunuz. Yaşı yirmi yok. Dağıstanlı. Göremiyor, duyamıyor, konuşamıyor...

Gencin içinde bulunduğu hâli anlamaya çalışıyorum. Kör olan insan, duyuyor ve konuşuyor. Sağır olan, dünya nimetlerini görüyor. O ise, saksıdaki bir çiçek gibi kalmış. Sessizlik kapladı salonun her yanını. Dağıstanlı genç, Âlem-i İslam'ın kıymetli bir parçası olan Suriye'yi, zalim rejimin elinden kurtarmak için yurdundan gemileri yakıp gelmiş. Dönecek bir evi de yok. Omuz omuza savaştığı silah arkadaşları bakıyor ona. Dostoyevski, İnsancıklar'da, "Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu." der ya. İçinde bulunduğum hal tam olarak o. Acı, subjektif bir his. Kurşunun girdiği tenle, o sahneyi gören kişiden hangisinin daha fazla acı çektiğine peşin bir yargıyla karar veremeyiz. İnsan oturduğu yerde bile dişi kerpetenle çekilir gibi, etinin parça parça koparıldığı gibi bir hisse gark olabilir mi? Elbette. Hatta bu durum dinimizce de istendik bir durum.

"Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirle¬rini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) "Empati" denen modern kelime yetmez bu durumu anlamaya. Karşınızdaki insanın çektiği acıyı anlamakla kalmaz, onun için derinden gerçek acılar hissedersiniz. Uykusuzluğa, ateşli hastalığa tutulur, şirazenizi kaybedersiniz. Suriye direnişinin ödediği bedellere bakıyor gözlerim. Delikanlının yüzüne ikinci kez bakamadım. Bakılamayacak durumda olduğu için değil. Asla. Utançtan. Yoklukların içinde birbirlerinin yaralarını sağaltan adamlar gördüm. Birbirinin acısını yüklenen adamlar. Siperde, pusuda ve taarruzda yan yana durmuş, ölümün kıyısından kan revan içinde dönmüş adamlar. Tek varlıkları olan vücutlarını, sahibine karşılıksız vermiş adamlar. Tepeden tırnağa haysiyet abidesi kesilmiş adamlar. Dünyayı, ahiret azığına çevirmiş adamlar. Vücudu paramparça iken bile tevekkülle gülümsemeyi yüzlerinde harmanlayan adamlar.

Mevcut Suriye direnişinin fotoğrafıydı evin içinde gördüklerimiz. Herkes yaralıydı az ya da çok. Kimi kanını dökmüş Halep için, kimi kanıyla beraber kolunu, bacağını oralara gömüp gelmişti Anadolu'ya. Dersler, ibretler ve kıymetli şahitliklerle çıktık evden. Sonbaharın iyiden iyiye kendini belli ettiği gün, dışarda devam ediyordu. Antep'e direniş, zalimleri püskürtürken varmıştık. İlk yaşını bile nihayete erdirememiş olan İman Ahmed Leyla, Türkiye sınırında gözlerini açmasından birkaç gün sonra donup can vermemişti daha. Hazarin, Mısibin, El Bara, El Habit ve Sirce sahurda bombalanıp çocuklar molozlar altında kalmamıştı. Anne Heba Amurti ile baba Mahmut el Baş'ın Emir isimli 2 yaşındaki çocukları açlıktan ölmemiş; karı koca hastane girişinde yavrularının cenazesiyle görülmemişlerdi. DAEŞ henüz ortaya çıkmamış, direnişin kanıyla kazandığı topraklar PYD'ye pazarlıklarla hediye edilmemişti. Fırtına gibi ilerliyordu direniş; zehirlenmemişti henüz.

Elleri buz kesmiş bir insandan kat kat düğüm atılmış bir ipi çözmesini bekliyoruz. Öylesine büyük bir karmaşanın içindeki Ortadoğu coğrafyasının bu yükün altından kalkması mümkün değil. Küçük çekirdek ailesi darmadağın olan baba, kocasını ve evlatlarını yitirmiş anne, enkazdan sadece kendisi sağ çıkan çocuk ne yapsın? Yok yok bu böyle gitmez/gidemez/gitmemeli! Bir çıkış, bir aydınlık, bir muştu gerek...