Vampirleri yeniden icat eden adamlar
Kadim masalları yeniden inşa etmekte başarılı olan Batı, doğurduğu yeni vampir olgusu ile sonu gelmez bir furya başlatmıştı. Modernize edilerek vitrine tekrar tekrar çıkarılan vampirler, sonsuza kadar yaşadığı söylenen bu yaratıkların hafızalarımızdan silinmesini de engellemiş oldu.
1815 yılında patlayan Tambora yanardağı Londra semalarında alacakaranlığa ve renkli gün batımlarına sebep olurken gotik edebiyat hız kesmeden güçleniyordu. Dört entelektüel genç, edebiyat tarihini derinden etkileyecek bir buluşmayı planlıyordu. Lord Byron, John William Polidori, Mary Shelley ve Percy B. Shelley kiraladıkları villada beraber vakit geçirecekti. Yoğun yağmurlar sebebiyle gün içinde dâhi eve kapanan bu münevver takımı durmadan kitap okumuş ateş başında ellerine geçen hortlak masallarını birbirlerine anlatmıştı. Serin ve karanlık o yaz gecesi bildiğimiz anlamdaki vampirlerin ve Frankenstein'in doğuşu olacaktı. Birbirlerine hikâyeler anlatırken gecenin sonunda bir öykü çıkaracakları konusunda sözleştiler. Polidori, Londra sokaklarında dolaşan tekinsiz hayaletlerden bahsetti. Percy Shelly, dev dalgalarla boğuşan gemileri ve Mary Shelley geceleri kâbuslarına giren ölü bedenleri anlattı. Oryantalist şair Lord Byron, Doğu'ya yaptığı seyahatler sırasında Balkanlarda dinlediği vampir efsanelerini arkadaşlarına aktarıyordu.
O gecenin sonunda Polidori'nin ortaya koyduğu "Vampir" isimli öyküsü yayınlandığı andan itibaren büyük ilgi uyandıracak hatta büyük bir hızla taklitlerini doğuracaktı. Bram Stoker, Dracula romanıyla şüphesiz vampir denilince akla gelen ilk isimlerden. Bu doğaüstü varlığın Birleşik Krallık 'ta popülerleşmesi sonrası kütüphaneye kapanan Stoker, Balkanlara dair araştırma yaptığı kadar yeni bir vampir yaratmanın da planlarını kuruyordu. Dostu ünlü Türkolog Arminius Vambery ile yaptığı sohbetler sonrası ilhamını Kazıklı Voyvoda'dan alan Dracula romanını yazmaya başlamıştı. Fatih Sultan Mehmed'in çocukluk yıllarında beraber eğitim aldığı Eflak Voyvodası III. Vlad, tarihin ilk vampiri olarak kaleme alınıyordu. Yazar, anlatılardaki hortlaktan farksız bir biçimde tasvir edilen vampirleri karizmatik bir hâle sokmuştu. Mezarda uyuyan yaratığı tabutta uyutmayı tercih etmiş topuktan kan emen bu barbar canavara, insanların boynundan kan içirmişti. Hepimiz roman boyu Kont Dracula'nın Balkanlardan artık medeniyetin merkezi hâline gelen İngiltere'ye taşınma macerasını okuduk. Kont makinaların buhar tüttüğü Londra'ya adım atarken "vampir" olgusu da yeni çağa ayak uyduruyordu.
Kavramları ve kadim masalları yeniden inşa etmekte son derece başarılı olan Batı, doğurduğu yeni vampir olgusu ile sonu gelmez bir furya başlatmıştı. Durmadan modernize edilerek vitrine tekrar tekrar çıkarılan vampirler sonsuza kadar yaşadığı söylenen bu yaratıkların ölüp hafızalarımızdan silinmesini de engellemiş oldu. Bu sırada vampiri ana vatanına geri getirmek isteyenler de oldu. Drakula İstanbul'da (1953) isimli Stoker'ın romanından adapte edilmiş bir kitaptan uyarlanan Türk filmi tarihimize adını yazdırdı. Teknolojik icatlar gibi edebiyat da insan ürünü bir buluş. Bu tür içinde insanların hayalini kuruduğu, kendi aralarında ürettiği inanışlar da yer buluyor. Bizler de bu inanışları güncelleyerek yazın icadının içinde sürüklenmeye devam ediyoruz. Esasında bu bir mahluk olsun ya da olmasın söz gelimi bir masalın çatışma unsuru ve iskeleti dahi bilinçli ya da bilinçsiz bugünün icatları edebiyat eserlerinde ve sinemada karşımıza çıkıyor. Vampirlerin hikâyesini dinlemek de bizi bir nebze olsun bu serüvene şahit tutuyor.
Peki, bizim tarihimizde vampirlerin rolü neydi? Neden bu mahlûklar buralı sayılabilir? Fatih Sultan Mehmet'in vampir olduğuna inanılan Kazıklı Voyvodo'yu öldürmesinden yıllar sonra Ebussuud Efendi'nin vampirler için fetva çıkarması ve Evliya Çelebi'nin kan emen varlıklardan bahsedişi bu hikâyeyi daha da bizden kılıyor. Selanik sınırlarında kalan Osmanlı topraklarında tekinsiz hikâyeler dolanmaktaydı. Mezarından hortlayıp köylere musallat olan kan emici varlıklar halkı huzursuz etmekte hatta evleri talan edilen aileler köylerini terk etmeye kalkışmaktaydı. Kendilerini vampir avcısı olarak tanımlayan kişiler hortladığı düşünülen mezarları açıp bedenleri yakarak köyleri koruduğunu iddia ediyorlardı. Efsanenin hakikat olup olmaması tartışıla dursun halkın endişesi ve uygulanan yöntem son derece gerçekti. Ve bu durum devleti doğrudan ilgilendiriyordu.
Fatih Sultan Mehmet'in, vampir olduğuna inanılan Kazıklı Voyvodo'yu öldürmesinden yıllar sonra Ebussuud Efendi'nin vampirler için fetva çıkarması ve Evliya Çelebi'nin kan emen varlıklardan bahsedişi bu hikâyeyi daha da bizden kılıyor.
Meşhur Osmanlı şeyhülislamı Ebussuud Efendi'nin, insanların mezarlarda yapılan uygulamalara karşı fetva istemesi sonucu vampirlerle alakalı tavsiyesi kayıtlara girmiş oldu. Mehmed Ebussuud, namı diğer Hoca Çelebi, hortladığından şüphe duyulan mezarın açılmasını ve göğsüne bedeni toprağa sabitleyecek kadar kazık saplanmasını fetva vermiş, yine de huzursuzluk çıkar ise mevtanın başını kesip ayak ucuna gömmelerini öğütlemiştir. Evliya Çelebi de şahit olduğunu iddia ettiği doğaüstü "cadılar cengi" hadisesinden bahseder. Gökyüzünde büyük bir vahşetle savaşan Abaza ve Çerkez cadılarından bahsinde kan emen oburları tarif eder. Vampir/hortlak kavramını karşılayan bu kelime eski dönemden beri Türk boylarının mit çerçevesindeki tasavvurlarında kan emen kötücül varlığı karşılamaktaydı. "Ubır, upır ve upir" şeklinde Balkanlarda değişime uğrayan kelimenin "vampir" kelimesinin kökeni olabileceği kimi araştırmacılar tarafından ortaya atılmıştır.
Günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden icat edilen mitten masala ve efsaneye, oradan edebiyatın yeni icatları olan öyküye ve romana hatta filmlere ve dizilere taşınan vampir Batı'ya göre yolculuğunu tamamlamıştı. Fakat gerçek yolculuk anca başladığı yere geri dönülmesi ile son bulur. Vampirin bahsi geçen konular çevresinde, yakından tanıdığımız ve bu topraklara ait bir kült olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Seçkin Sarpkaya ile birlikte yayınladıkları ve Tırnova Cadılarından oburlarla alakalı çok çeşitli kayıtlara kadar bilgiler aktardıkları akademik yayın sonrası yerli bir vampir romanı yazan Mehmet Berk Yaltırık, Trakyalı bir yazar olarak bu acayip mahlûku yuvasına geri getiriyor. Üstelik 19. yüzyılda kaldığı hâliyle değil bugünün değişen algı ve tüketici beklentileriyle derinlikli bir "kötü" karakter yaratıyor: Istrancalı Abdülharis Paşa. Tüm dünyada revaçta olan kötünün hikâyesi ile gri karakterler yaratmayı ustalıkla başaran Yaltırık, Istrancalı Abdülharis Paşa romanında Osmanlı tarihini arkasına alarak bir kurgu sunuyor ve yeni bir orijin yaratıyor.
Vampirin yolculuğunda güncellemenin önemini görüyoruz. Hortlak hâlindeki vampir 19. yüzyıl öykü ve roman okurlarının alımlayışıyla örtüşmemekteydi. Bu durum yeni kült karakterler doğurmuştur. Bugünün estetik anlayışına baktığımızda hikâyeyi kötüye anlattırma furyasının kalıcılaştığını görüyoruz. İnsanlar kötü karakterlere ilgi duyuyor yahut başkahramanın karşısında güçlü ve derinlikli bir kötü karakter çıkartılmasını bekliyor. Yaltırık'ın romanında olduğu gibi bugün anlatılan başarılı vampir hikâyelerinde de diğer hikâyelerde olduğu gibi buna rastlıyoruz. O hâlde günümüzü iyi tanımalı ve geleneği güncelleştirmeliyiz. Eski hikâyelerimizi bugüne taşırken doğru şekilde modernize etmeliyiz. Modernize etmek dediğimiz olayı en doğru adımlarla takip eden vampirlerin yanına yeni canavarları çıkarmalıyız. Ürettiğimiz her bir şeyde köken aramalıyız. Gerek bilimkurgu, gerek korku gerekse fantastik edebiyat olsun yazın alanının her türünde kökenlere göz atmak gerekiyor.
Bu topraklar efsunlu hikâyelerle uçuk masallarla dolu. Ve oryantalist bir seyyahın duyup ilham alabileceğinden çok daha fazlasına sahibiz. Yeter ki canavarlarımıza sahip çıkalım ve onları değişen sanat mecralarında uyarlayarak adımlar attıralım.