Üzgünüm buna cevap veriyorum
Artık görme duyusu bütün duyuların üzerinde bir yerde konumlanıyor. Görebildiğimiz her şey hakikat, göremediklerimiz ise sahtelik olarak kabul görüyor. Peki, bu denizin sonu yok mu? Bu görme arzusu, görünür olanın doğru olduğuna dair inanç ve görünür olma/teşhir etme isteği nereye kadar gider? Aslında Botton’a soruyu sorarken merak ettiğimiz meselenin burasıydı: Nereye kadar görüntüye iman edeceğiz?
Geçtiğimiz ay Cins Dergi için yaptığımız söyleşi de Alain de Botton’a“Önümüzdeki dönemin duyusu sizce ne olacak?” diye sormuştuk. Uzun zamandır kafamı yorduğum bir mevzu olması sebebiyle bu soru benim için oldukça önemliydi. Botton’dan“Üzgünüm buna cevap veremem.” cevabını alınca bir anlamda hayal kırıklığı yaşamıştım. Bu derece önemsediğim bir sorunun cevapsız kalmasını istemedim ve bu yazıda kısa bir özetle toparlamak istedim. Duyuların hükümranlığı, bilginin kaynağıyla doğrudan ilişkilidir. Eğer bir tasnif yapmak gerekirse insanlık, ilk insanın yaradılışından itibaren doğaya temas ederek, dokunarak, diğer varlıklarla mücadele ederek çevresini tanımıştır. Bu sebeple ilk çağ için dokunma çağı diyebiliriz. İnsanlığın, yaratıcı tarafından vahiyle bilgilendirilmesi yani bir anlamda ümmetli dinler ve peygamberlerin gönderilmesiyle artık bilginin kaynağı da değişmiş oldu.
Geçmişte doğaya temas ederek bilgi ve tecrübe edinen insanın, artık işittiği vahye iman etmeye başlamasıyla duyma, hükümran duyu hâline gelmiştir. Bu dönem, insanların gerçek bilgiye duyarak ulaştığı bir dönemdir.
Artık görme duyusu bütün duyuların üzerinde bir yerde konumlanıyor. Görebildiğimiz her şey hakikat, göremediklerimiz ise sahtelik olarak kabul görüyor. Peki, bu denizin sonu yok mu?
Bu şekilde kabaca, Ortaçağ’a da duyma çağı diyebiliriz. Yeniçağ’da ise Rönesans’la beraber resim sanatı önem kazanmış, matbaanın da yaygınlaşmasının sonucu olarak gazeteler, kitaplar resimli basılır olmuş, fotoğraf makinesi icat edilmiş, görsellik toplumda önemli bir yer kazanmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen görme duyusu bu dönemde hâkim duyu olmamıştır. Uzun bir süre boyunca gerçek bilgiye radyo, telefon, ses kayıt cihazları gibi araçlardan ötürü yine duyma yoluyla ulaşılmıştır.
Burada akışı değiştiren en büyük gelişme; video kayıt teknolojisinin başlaması, televizyon ve en nihayetinde internetin insan hayatına girmesidir. Bu süreç yakın dönemde internet ve sosyal medyanın insanı kuşatmasıyla zirve noktasına geldi denilebilir. Artık görme duyusu bütün duyuların üzerinde bir yerde konumlanıyor. Görebildiğimiz her şey hakikat, göremediklerimiz ise sahtelik olarak kabul görüyor. Peki, bu denizin sonu yok mu? Bu görme arzusu, görünür olanın doğru olduğuna dair inanç ve görünür olma/teşhir etme isteği nereye kadar gider? Aslında Botton’a soruyu sorarken merak ettiğimiz meselenin burasıydı: Nereye kadar görüntüye iman edeceğiz?
Enformasyon akışı- şeffaflaşma- depresyon
Bilgi, yığınlar hâlinde ve olağanüstü bir hızla transfer edilebiliyor artık. Bu transferde enformasyonlar büyük oranda görüntü olarak aktarılıyor, en azından bir delil olarak görüntü sunuluyor. Resimsiz bir gazetenin, görüntüsüz bir haberin hiçbir hükmü yok. Modern insan bilgiyi/haberi gökten (vahiyle) değil yerden bilimle alıyor artık ve bu bilim tanrısının peygamberi olan medya aracılığıyla bilgiyi dolaşıma sokuyor. Burada her şey görüntüden, somut veriden ibaret. İnsan bu gelişimini tamamlamış görünüyor, bence artık insan zihnini bunun dışına çıkarmak mümkün değil. Öyle ki Tanrı bir peygamber gönderse elinde levhalar ve sahifeler değil mutlaka videolar olması gerekecek.
İnsanlar internetle beraber, ancak görünür/çevrimiçi olduğunda var olabildiği bir sosyal medyayla tanıştı. Buraya her türlü bilgisini verdi, telefon numarası, kart bilgileri, kimlik bilgileri, ev adresi, işi, çocukları hatta ruhsal durumunu bile.
- Facebook’un bize sorduğu soru: Ne düşünüyorsun? Böylesine bir şeffaflık, insanlar için artık ciddi bir tehlike hâline geldi. Bu durum, insanların çevresine karşı olağanüstü bir şüpheye sevk ediyor. Herkes şeffaf, hepimiz transparan bir hayatı yaşıyoruz adeta.
Bu ultra görünür olma hâli ve aşırı şeffaflaşmayla gelen güvensizlik hissi, kimi zaman dışa dönük ama çoğunlukla da içe dönük bir şiddetin başlamasının ana sebebidir. Bu da bu çağın en tehlikeli hastalığı olan depresyondur.
Post truth bunun neresinde?
Günümüz insanı artık rahat değil. Görünmez olamayan insan, başkası gibi görünmeyi tercih ediyor. Bütün doğrularını paylaştığı için elinde sadece yalanları kaldı. Kendisine ait olan ne varsa, bütün bilgileri biliniyor artık. Şu anda sosyal paylaşım sitelerinin aktif kullanıcılarının çok büyük bir oranı parodi hesap kullanıyor. Evet, yine görünüyor belki ama bambaşka biri olarak görünüyor. İnternet artık kim olduğunu bilmediğimiz milyonlarca “yabancı” kullanıcıyla karşılaştırıyor bizi. İnsan, yapısı gereği en kolay bir yabancıya yalan söyler.
- Tanıdık birini kandırmak zordur. Bu yabancı ortamda kişiler kendisine dilediği gibi bir geçmiş çiziyor, dilediği okuldan mezun oluyor, dilediği işte çalışıyor, dilediği yerde yemek yiyor, dilediği muhitte oturuyor
. Yalanlardan bir ülke kuruyor ve o ülkenin de kralı oluyor. Ve bu yalanları da çoğunlukla, karşısındaki bir başka yalana sunuyor zaten. Tam bir yalan cümbüşü! Eğer post-truth bir çağ varsa bu çağı besleyen ana kaynak burasıdır, internet.
Tüm bunlarla beraber artık insanların, doğru haberin kaynağı olarak gördüğü medya da kendisini kontrol etmeli. Yalanın böylesine çoğaldığı, gerçeğin, yalan bir başlıkla verilen haberin sekiz kez resim tıklayarak ulaşılabilecek bir yere gizlendiği bir medyada tabii ki dolaşıma en rahat yalanlar girer.