Üsküp Dilencileri, Roger Milla ve Peru'nun kuşları
İsmail: Şimdi bana bir çeşit artistlik gibi geldi Aykut o. Kim Mehmeti, paragrafsız yazmış abi bütün romanı. Yani bütün roman tek bir paragraftan ibaret.
Furkan: Çok çok iyi bir roman ama…
İsmail: Çok iyi bir roman olabilir, orası ayrı…
Aykut: Romanın adı ne?
Furkan:Üsküp Dilencileri, bu ay çıkıyor Ketebe’den. Birinci sınıf…
İsmail: Şimdi bak abi, işin reklam kısmını sonra yaparız, bana artistlik yapıyor gibi geldi Kim Mehmeti. Arnavut Müslüman yazar… Ve diyor ki, “Çünkü hayatın paragrafları yoktur, satırbaşları vardır.”
Furkan: Ara başlıkları vardır…
İsmail: Ne bu abi?
Aykut: Furkan Bey beğendiyse güzel romandır. Ama bana da büyük artistlik gibi geldi.
Furkan: Hemen ben olayı özetleyeyim. Çapaksız bir şekilde konuşalım.
Aykut: Sen bize çapaklı mı demek istiyorsun?
Furkan: Abi şöyle, roman hakikaten neredeyse 200 sayfaya yakın tek bir sütunda akıyor. Paragraflar yok. Ben bunu önce bir çeviri hatası diye düşündüm. Yazara sormalarını istedim. Neden böyle olduğunu ya da böyle bir şey var mı, diye. Yazardan gelen cevap şu; “Hayatın paragrafları yoktur, sadece ana başlıkları vardır.” Sonra meseleyi biraz daha kurcalayınca, adam romanı hayatın bir formu olarak gördüğünü söyledi. Akan giden bir şeyi de bölmek istemiyormuş.
İsmail: Ya ne alakası var.
Furkan: Bir anlatı var, bir hayat var.
Aykut: Peki, hayat bölünmez bir bütün müdür?
Furkan: Kitap bir günü anlatıyor. Tamam mı? Ama hikâye 200 yıllık. Sadece bir günü anlattığı o hikâye aslında 200 yıllık. Yani bence formda buna uygun bir şey yapmaya çalışıyor. Belki artistlik de yapmış olabilir, bu da bir yazar olarak hakkıdır.
Aykut: Hakkıdır.
İsmail: Hakkıdır Hakk’a tapan yazarın artistlik.
Furkan: Sonuçta bu adam İngiliz değil, Fransız değil, o yüzden asla hak ettiği değeri alamayacak. Arnavut, gariban bir Müslüman yazar olarak hikâyesi belli.
KUŞLAR PERU’YA ÖLMEK IÇIN UÇARLAR
İsmail: Ya bugün şunu düşündüm. Elim değerse yazmak istiyorum, belki Yusuf Bey’in de bu hususta ne düşündüğünü de sorabiliriz. Bu arada Yusuf Bey birkaç gündür, uysal bir ev kedisi kadar sessiz. Korkuyoruz, biz Yusuf Bey’den.
Aykut: Uysal bir ev kedisi olacak zaten, onun antrenmanını yapıyordur.
Yusuf: Uysal bir ev kedisi olarak bunu çok iyi biliyorsunuz sanırım Aykut Bey?
Furkan: O zaman siz uysal ev kedileri olarak…
İsmail: Furkan şimdi senin hanım da bu ofiste, durumu biliyoruz.
Selman: İnsanlar konu ne anlamadılar.
Aykut: Konu, uysal ev kedileri.
İsmail: Konu şu, daha doğrusu merak ettiğim şey şu. Şimdi Dünya Kupası başladı malum. Arda’ya kalırsa 47 ayın sultanı. Tam Ramazan bitti Dünya Kupası başladı. Biz bu ay da çalışamayacağız, öyle görünüyor. Günde 3 maç abi nasıl çalışırsın. Fakat şu; milli marşları dinliyoruz maçlardan önce. Hemen hemen her maçı izledik ve maçlardan önce milli marşları dinliyoruz. Milli marşların tamamı Batılı formda. Yani bir opera parçası, bir konçerto parçası… Tamamı ama Batılı müzik formunda.
Aykut: Bütün ülkelerin öyle mi?
İsmail: Bütün ülkelerin abi. Bugün ben Peru’dan umutluydum. Peru’nunki de opera gibi.
Furkan: Niye Peru’dan umutluydun?
İsmail: Çünkü Peru abi orası, Güney Amerika… İnsan arada Güney Amerika’ya mahsus bir ritim, bir şey bekliyor. Bizim Türk milli marşımızın bestesi de iğrençtir malum. Yani duyup duyabileceğiniz en kötü beste. Yani İsveç mi İsviçre mi oradan bir operanın bir yerinden alınmış berbat bir beste. İstiklal Marşı nasıl anlaşılmaz diye yapılmış.
Aykut: Söze uygun değil. Eser olarak nasıl bilemem de ben.
İsmail: Abi eser olarak başarılıdır belki. Olduğu yerde başarılıdır. Ve şunu düşündüm milli marşlar da bir kültürel iktidar biçimi. Düşün ki millisin yani senin milli özelliklerini yansıtacak bir marşın var. Güya seni diğer milletlerden ayırmaya yarayan bir milli marşın var. Ama o Beethoven’ın, Mozart’ın, Bach’ın pişirdiği Batı müziği formu. Şimdi kültürel iktidar derken tam olarak bundan bahsediyoruz aslında. Fakat ne bizim solculara anlatabiliyoruz, ne de bizim mahallenin bazı abilerine anlatabiliyoruz. Tam olarak bu abi ya, kültürel iktidar dediğimiz şey. Kendi milli marşının milli olmamasıdır kültürel iktidar.
Furkan: Biz golü, maç başlamadan yedik.
İsmail: Ne demek bu?
Furkan: Yani bu söylediklerinden bu çıkıyor.
İsmail: Biraz öyle sanki.
Furkan: Biraz öyle. Peru ne yaptı bu arada?
İsmail: Peru mağlup oldu 1-0. Turnuvanın iyi top oynayan ama hiç gol atamadan elenen takımı olacak muhtemelen.
Furkan: Abi Türk basınında gördüğüm en güzel yazı başlıklarından birine konu olmuştur Peru. İslam Çupi’nin efsane bir yazısı vardır abi: “Kuşlar Peru’ya ölmek için uçarlar.” Yazının detayını hatırlamıyorum ama başlığı budur.
İsmail: Çok güzelmiş.
Arda: Peru üzdü.
İsmail: Yusuf Bey siz ne diyorsunuz?
Yusuf: İsmet Bey zaten, dünyada üç tane milli marş var diyor: Türklerin, Almanların ve Fransızların. Diğerleri milli marş değildir, diyor da geldiğimiz yer şurası. Belki oraya bağlanabilir. Zaten içinde yaşadığımız modern dünya, Batı baskısında oluşturulmuş bir dünya. Bugün ben de bir vesileyle Faulkner hakkında yazarken, Cins Kafalar Faulkner ya, Nobel listesine de tekrar bir bakayım dedim. Baktım, 1901’den beri verilen bir ödül Nobel ve bu ödülü alan bir tane Çinli yazar var. 2 milyara yakın nüfusları var ama bir tanesi büyük batı bilgeliği tarafından ödüle layık görülebilmiş… O değil de Birikim Dergisi’nde bir yazı yayımlandı gördünüz mü onu?
Kendi milli marşının milli olmamasıdır, kültürel iktidar
Aykut: Evet ya, gördüm. Ne yalan söyleyeyim, iki paragraf okudum ve bir saçmalık daha deyip bıraktım.
Yusuf: Birikim Dergisi’ni ciddiye aldığımdan değil, artık en azından, Twitter’da gündem olduğundan. O ilk şeydeki başlık oydu ya… “İslam Düşünce Atlası, Batı düşüncesi bir krize girdiği iddiasıyla hareket ediyor” diye bir cümle kuruyor, bunun böyle olmadığını ispatlamaya çalışan bir…
İsmail: Batı düşüncesi krize girmedi, diyor. Bunu ispata mı adamış kendini?
Aykut: Hayır şöyle, bunu zaten İslam Düşünce Atlası’nın, orada ismini anıyor, Batı düşüncesi krizlere girse de bu krizleri aşıyor, ya Batı düşüncesi sürekliliği olan bir düşünce diyor zaten. Sen de tam bunu diyen adamı, bunu demediğini varsayarak eleştiriyorsun. Öyle değil mi?
Yusuf: Tabii ama konu o değil; ne kadar Batı merkezli dünyaya baktığını ifşa etmiş oldu o.
İsmail: Adamın adı ne?
Yusuf: Neydi…
Aykut: Bilmiyorum.
Furkan: Birikim’deki herkesin kafası üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için… Onları Birikim 1, Birikim 2, Birikim 3 diye isimlendirelim bence…
İsmail: Bu Birikim’in 7 numaralı yazarı.
Furkan: Mesela…
Aykut: Bütün sol entelijansı bu mahalleye ölmek için bakarlar.
Furkan: Çok iyimiş bu ya.
İsmail: Çok iyimiş hakikaten.
Aykut: Hakikaten bütün o bilgilerini kenara bırakıp bakıyorlar.
BİZE DAHA ÇOK ALEV ALATLI LAZIM
İsmail: Size burada bir şey söyleyeyim. Bence geçtiğimiz bayramın, Ramazan Bayramı’nın, benim açımdan en iyi şeyi.
Arda: Portekiz – İspanya maçı mıydı?
İsmail: Portekiz – İspanya maçı da çok güzeldi. Ama Alev Alatlı’nın Erol Göka ve Kemal Sayar’a konuk olduğu program… Orada şeyi fark ettim, bize daha çok Alev Alatlı lazım. Çünkü o son zamanların moda tabiriyle organik aydın. Orada organik aydın ne demek, bütünüyle ama bütünüyle ortaya koyan bir dil… Sadece tek bir endişem var, Allah uzun ömür versin, biraz daha yaşlanırsa komplocu bir yere evrilebilir bu zihin. Böyle örneklerini gördük dünyada. Ama şimdilik çok berrak, nereye bakması gerektiğini bilen, ne düşünmesi gerektiğini bilen. Ve mesela “Türkiye batarsa okyanuslar taşar” diyebilen bir kadın ya da “Elinden geleni yapma, yapman gerekeni yap” diyebilen bir kadın.
Yusuf: Ya da “Yerine bir şey koyamayacağın şeyi eleştirme…”
İsmail: Çok iyi değil mi.
Furkan: Yerine bir şey koyamayacağın şeyi eleştirme, çok terkedilmiş bir şeyi hatırlatıyor abi. Mesela ben sosyal medyada bunu çok fazla görüyorum. Daha iyisini yapamayacağın herhangi bir şeyi eleştirirken insanda en azından bir temkinlilik payı olmalı. Fakat bunu herkes hak görüyor. Ve ortak kabul de bunun böyle olması gerektiği yönünde. Ortak algı da bunun böyle olması gerektiği yönünde. Ben alıcıyım, ben okuyucuyum, ben izleyiciyim, ben istediğim gibi eleştiririm. Yaygın tavır bu abi. Klişe bu. Alatlı aslında bu klişeyi eskiyi hatırlatarak bozuyor. Bir tür üslub-u hayat dersi veriyor. Yıkmak için eleştiriyorsan yapmayı bilmen gerek. Yoksa salt entelektüel bir ürünün alıcısı olarak beklentilerinle orantılı eleştirebilirsin. Bundan bahsetmiyoruz.
Aykut: Ama… Cidden yargıyla değil, tam anlayamadığım için soruyorum. Şimdi mesela ben Nuri Bilge Ceylan filmi hakkında veya işte Semih Kaplanoğlu filmi hakkında yazamam mı bu durumda? Veya Tarkovski hadi… Çünkü ben bir sinema filmi yapamam.
Yusuf: Oradaki bahis yıkıcılık, diğer türlü zaten hiç eleştiri olmaz.
İsmail: Bu yıkım eleştirisi abi. Yani yıkma diyor.
ŞİMDİ BİR TEK SENEGAL KALDI
İsmail: Tekrar dünya kupasına dönelim. Biz bu oturumu yayınlamış olduğumuzda Dünya Kupası sona doğru yaklaşıyor olacak.
Arda: Gruplar falan bitmiş olacak.
İsmail: Evet, evet ama Dünya Kupası’nda bir kekrelik var adını koyamadığım.
Furkan: Kamerun yok mu Kamerun ya?
Arda: Kamerun yok abi…
Furkan: Roger Milla vardı, hatırlıyor musunuz Roger Milla’yı? Niye gülüyorsunuz abi?
İsmail: Ya abi ya…
Aykut: Furkan Bey’e kalsa, Gullit vardı Coeman vardı…
Furkan: Roger Milla’nın hikâyesini hatırlamıyor musunuz ya? Hikâyesi olan adamlardı abi bunlar. ’94 Dünya Kupası’nda abi, pardon ’90 İtalya Dünya Kupası’nda abi, İngiltere – Kamerun maçı vardı. Yani sömürülen, sömürgecisiyle oynuyor. Hakem de İngiltere’den taraf…
İsmail: Bütün dünya İngiltere’den taraf!
Daha iyisini yapamayacağın herhangi bir şeyi eleştirirken insanda en azından bir temkinlilik payı olmalı.
Furkan: Herkes İngiltere’den taraf, 11 tane de kara kafalı adam var. Ben çocuk hâlimle hatırlıyorum. Yeniliyorlar da sonra abi 40 yaşında bir adam oyuna girdi. Bak, 40 yaşında Roger Milla… Ne bileyim bıyıklı, yaşlı…
İsmail: Hafif göbekli.
Furkan: Hafif göbekli bir adam abi, dağıttı İngiltere’yi. Şimdi bu hikâyeyi ben 20 küsur senedir unutmuyorum. Hikâyesi olduğu için unutmuyorum. Yoksa bana ne? Maçın kimin kazandığı da önemli değil, muhtemelen maçı da İngiltere kazandı.
İsmail: Nijerya – İngiltere maçında İngiltere lehine verilen penaltıda ağlamıştım.
Furkan: Şimdi böyle şeyler oluyor mu futbolda abi?
İsmail: Artık böyle hikâyeler yok hayatımızda.
Arda: Şimdi VAR abi.
İsmail: Ne var?
Arda: VAR, var.
İsmail: Ha, video hakem sistemi.
Arda: O yüzden artık kimse ağlamaz, yanlış bir penaltı kararına abi.
İsmail: Maradona o golü İngiltere’ye attığında da ’86 Dünya Kupası… 10 yaşındaydım. Elle attığını biliyorduk ama o gol değil miydi?
Arda: Falkland Adaları’nın intikamı şimdi olsa alınamazdı.
Aykut: Adam üzgün ya.
Arda: Çok üzgünüm abi.
Furkan: Peru’ya mı üzgünsün?
Arda: Evet abi, Danimarka’ya da böyle yenildiler. Cueva o penaltıyı kaçırmasaydı.
İsmail: Peru, bu Dünya Kupası’nda hikâyesi olabilecek bir takımdı.
Arda: Şimdi bir tek Senegal kaldı. Perulular da ölmek için Rusya’dan Peru’ya dönecekler artık.
İsmail: Peki Dünya Kupasını kim kazanır Furkan?
Furkan: Çok net bir şekilde Peru diyorum abi.
Arda: Abi elendi.
Furkan: Ben bu gerçekliği kabul etmiyorum.
İsmail: Abi o gerçekliği kabul etmeyene post-modern öykücü diyoruz. Onlar aha buradalar, sen Türk şairisin lan.
Aykut: Furkan Çalışkan Peru diyorsa ben o zaman İtalya diyorum.
İsmail: Peki, o zaman. Arda, sen ne diyorsun?
Arda: Ben de Hollanda diyeyim. Nasıl olsa Yusuf abi Türkiye diyecek…
İsmail: Peki madem. Yusuf Bey?
Yusuf: Türkiye tabii ki.
İsmail: Ya olamaz böyle bir şey. Rıdvan?
Rıdvan: Ben Senegal’den umutluyum.
Arda: Mane’ciyiz.
Furkan: Evet, tek makul cevap Rıdvan’dan geldi.
İsmail: Selman?
Selman: Ben her şeye rağmen Meksika diyorum.
İsmail: Peki, futbol 90 dakika süren ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur. Benim de adayım Senegal’de Türkiye bayrağı dalgalandıran çocuklar adına Senegal. Bu turnuvada bize bir güzellik yapsa ve unutulmaz bir Dünya Kupası yaşasak.
Arda: O halde, Cins’in hesabının yanına Senegal bayrağı asmasak mı?
İsmail: As bayrakları as, as, as.
Arda: O zaman bir an önce bitirelim de…
İsmail: Arjantin – Hırvatistan maçını izleyelim.
Arda: Arjantin’e âşık olup Almanya’yla evlenelim.
İsmail: İşte bu. O zaman eyvallah.