Türkiye'nin ağabeyi bir adam Fethi Gemuhluoğlu
Bir mercekti aslında. Eskilerin tüm güzelliğini kendi çağına ve sonrasına taşıyan, sonrakilere gösteren bir mercekti. Büyüklerden ne kadar aziz bir iz varsa simasındaydı. Derin bir hafızaydı. Yaşayan yüzbinlerce kelimenin içinde sözlüğünde olmayan tek kelimenin “ben” olduğu bir hafıza kitabı.
“Onu meydan yeri tanımaz. Fethi Gemuhluoğlu, harp meydanında görünmeyen, fakat ateş hattındakilere sakalık eden, nakliye ve levazım kollarına yön veren, hususi çevrelerde mayası halis bir gençlik yoğuran, gönlü tasavvuf kokusuyla ıtırlı ve dili en murassa Osmanlıca zarfı içinde İslami zevk mazrufuyla nakışlı, son turfanda bir tipti...”
Necip Fazıl Kısakürek
Dünyanın dönüşüne ayak uydurmamış, kendi kalbinden hareketle kendi dönüşünü gerçekleştirmiş bir adamdı.
Öldüğünde, dünyanın boşaldığını hissettiğiniz biri olmuştur hayatınızda. Anne, baba ya da sevgili. Sizin için boşalır hissedersiniz dünyayı. Bildiniz mi onu. İşte öldüğünde bütün Türkiye için dünyanın boşaldığı adamların başında geliyordu o.
“Bizim kuşağımız neden yetim büyüdü” sorusunun bir diğer cevabıdır aslında Fethi Gemuhluoğlu’nun yokluğu. Dünyanın dönüşüne ayak uydurmamış, kendi kalbinden hareketle kendi dönüşünü gerçekleştirmiş bir adamdı. Dünyada yaşamış ama dünyaya bulanmamış, ona mahkûm olmamış bir dostluk adamıydı. Dosttu ve dostluğu öğretmişti.
Kudemadan bir kıymetti. Bir mercekti aslında. Eskilerin tüm güzelliğini kendi çağına ve sonrasına taşıyan, sonrakilere gösteren bir mercekti. Büyüklerden ne kadar aziz bir iz varsa simasındaydı. Derin bir hafızaydı. Yaşayan yüzbinlerce kelimenin içinde sözlüğünde olmayan tek kelimenin “ben” olduğu bir hafıza kitabı. Aziz ve mukaddes olan için nefes alan, irfan çağının kapısı açılsın diye nefesini veren bir gönül insanıydı. Zeytin ağaçlarını severdi mesela. Bir gülün, elini nasıl kanatmadığını ayrıntılı anlatabilirdi. Emin olun, öylesini gözler görmemişti daha önce.
Arapgirli bir Türkmen ailesinin oğlu olarak 1923 yılında İstanbul’da doğdu. 1977 senesinde, erken sayılabilecek bir yaşta yine İstanbul’da vefat etti. Bu iki tarih arasında bir biyografisi var elbette. Doğdu, dünyaya dokundu ve gelen herkes gibi gitti. Ama o biyografi o kadar eksik, o kadar yavan kalır ki dünya yolculuğunu anlatmaya, ancak o kadar daraltılabilir Gemuhluoğlu’nun hikâyesi. Liseyi bitirip İstanbul Hukuk’a girdiği yıllardır, tek parti zulmünün sürdüğü yıllar. Daha talebeyken milli bir kavganın öncüsü olur. Daha talebeyken gençler etrafında halkalanır. Daha talebeyken elinde iyilik saçan bir meşale vardır.
Şu hep anlatılır: 10 Nisan 1950’de Mareşal vefat edince, İstanbul radyosu, bırakın taziye vermeyi müzik yayınını kesme lütfunda bile bulunmaz. “Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar” diyemeyen o yılların halkı, radyoya ve tek partiye öfkelidir fakat sesini çıkaramaz. Bir ışık beklenirken henüz gençlik yıllarında biri milletin önüne geçer. Heyecanlı nutuklar arasında radyo binasında protesto yapılır. Harbiye Ordu Komutanlığı’na gidip bizzat bayrağı yarıya indiren Gemuhluoğlu, Beyazıd Camii önünde Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesini resmi makamlara teslim etmeyen gençlerin de başındadır.
Şeyh Baba’dan el almış bir Şabani dervişiydi. Ama şimdilerde namı cihanı tutmuş tarikat erbabıyla karıştırmayın onu ne olur. Tasavvufun riya ve şöhretten uzak durma tavsiyesine ömrünce bağlı kalmış, sadece isimlerini yazsak bir kitabı dolduracak, bugün pek çoğunu yakından tanıdığımız binlerce kıymetli talebesine rağmen kendini, yaşadığı vakitte hiç öne çıkarmamış bir hal adamıydı. “Güleryüzlü olmak neydi” sorusunun, Peygamber-i Zişan’dan 20. yüzyıla yansıyan cevabıydı aslında. Meydanda değildi, fotoğraflarda yoktu fakat bir nesli himmetiyle yürütmeyi bildi.
Memlekete hizmet edecek insanlar yetiştirmekten başka hiçbir fikri yoktu gönlünde.
Mesleği, meselesi neydi diye soracak olursanız hemen söyleyelim: bir öğretmendi o. Meselesi insan yetiştirmek olan, gençliğinden vefat ettiği güne kadar süren soylu bir meselenin öğretmeniydi. Küllük Kahvesi’nde, Türk Ocağı’nda, Milliyetçiler Derneğinde, nefes aldığı her an bir adım geride durarak insan yetiştirmeye adadı kendini. Yıllar sonra Mehmet Genç Hocamız şöyle diyecekti onun için: “Cevheri olan insanları keşfetmiyordu. Her insanda bir cevher keşfediyordu.” ‘Gelecek bir mübarek vakte hazır olunuz’ diyor. Bütün gücüyle o hazırlığı yapıyordu. O hazırlığın akıncısıydı
- Kendisiyle tanışmaya gelen gençlere alışılmadık “ilk soru”lar sorardı. “Sen hiç âşık oldun mu” gibi mesela. “Sen hiç namaz kıldın mı” yahut “İslam devletine inanıyor musun” gibi… Temas edebildiği gençlere sadece ilm-i hal ağabeyliği değil, bütün hayatlarına değecek bir ağabeylik yapıyordu.
Evlenmelerinden, iş bulmalarına, yapıp ettiklerinden yazıp çizdiklerine kadar hiçbir karşılık beklemeden, bunu ima bile etmeden yol gösteriyordu herkese. Memlekete hizmet edecek insanlar yetiştirmekten başka hiçbir fikri yoktu gönlünde.
Tıpkı Cahit Zarifoğlu’un dediği gibi, ‘tek başına bir okul’du. Tıpkı İsmet Özel’in dediği gibi, ‘bize kendi kuşağı içinde en sağlam çizgiyi aktarabilenlerden biriydi.’ Tıpkı Nuri Pakdil’in dediği gibi, ‘insanı elinden tutup çağa çıkartıyordu.’
- Türkiye’nin bütün meseleleriyle ilgilenen bir gönül adamıydı. Henüz 1950’li yıllarda Cezayir’i, Tunus’u, Keşmir’i, Mısır’ı kalemine konu edinmişti. Çünkü bunlar da Türkiye’nin bütün meselelerine dâhildi. Arapgir Postası’nda Afrika uyanışı yazıları yazıyordu. Tarihe ve coğrafyaya dost olmaktan, tarihi ve coğrafyayı anlamaktan söz ediyordu. Çağının çok ötesinde bir ufuk taşıyordu.
Gençken de, olgunluk çağındayken de, ömrünün son demlerindeyken de vahdet çağrısına dönüşmüş, hikmetle yoğrulmuş devasa ve berrak bir akıldı Fethi Gemuhluoğlu. Akıldan çok belki gönüldü. Geride durup yalnızca hizmet etmekle ömrünü feda eden bu Anadolu erenlerinden mübarek bilgeyi yazarak anlatmak da zor elbette.
1975 yılında yaptığı ‘Dostluk Üzerine’ adlı tarihi konuşması, bu büyük çınarın gölgesinde soluklanamamış, bu mübarek pınarın çeşmesinden kanamamış bütün bizim kuşağın okumaktan çok ezberlemesi gereken bir metindir. Bir metin değil, bir yol haritasıdır.