Tüm noksanlıkların nedeni fazlalıklardır

Hayatım boyunca en çok kimi sevip, kime emek verip, kimden vefa beklediysem en çok onunla imtihan olmuştum.
“Ölçü” dedi derviş, “sevginin bile yol açabileceği kötülüklerden korur insanı”. Ve ekledi: “Maziye bak mesela, seni kederlendiren, hataya düşüren ne çok şey var kaynağında hadsiz sevgilerin olduğu”.
Derviş ne zaman bir şey diyecek olsa, sözden önce bir rayiha kalbime yöneliyordu. Fakat hep aklımla düşünmeye alıştığımdan, o sözün kalbimden zihnime taşınmasına engel olamıyordum. Zihnimse sorularla doluydu: teslimiyete halel getiren sorular. Dahası malumatlar, iktibaslar, aforizmalar istiflenmişti zihnime. Bu nedenle her yeni bilgi öncekilerle çatışıyordu.
İnsan tuhaf bir varlık sahiden. Bir vakte kadar merak ediyor, araştırıyor, öğreniyor. Sonra, yani belli bir yaştan itibaren, o güne dek biriktirdiklerinin altında ezilip, yola devam edebilmek için yüklerinden kurtulmaya çalışıyor. Varlığın ve eşyanın hakikatini kavrar gibi olduğundaysa ömrü son buluyor. Yani onca sancı hiç yaşanmamış gibi göçüp gidiliyor. Geride sayısız adıma rağmen ne bir iz, onca sese rağmen ne bir ifade kalıyor.
Benim için de kabullenmesi en müşkül hakikatlerden biri buydu. Hayatım boyunca en çok kimi sevip, kime emek verip, kimden vefa beklediysem en çok onunla imtihan olmuştum. Benzer şekilde, en çetin hüsranlarımın ardında, imkân varken dizginleyemediğim yüceltmelerim vardı. Üstelik tüm bu yüceltmelerin beni ve ilişki içinde olduklarımı sağaltacağını sanmıştım. Bu umutla tutmaya çalışmıştım faniliğin elimden almaya azmettiği ne varsa. Oysa şimdi bakıyorum da, haklılıklarımın önemini yitirdiği bir bocalama hali içinde çırpınıyorum. Binlerce farklı sesten çelişkili vaazlar fısıldanıyor kulaklarıma: “sadece kendini düşün”, “boş ver gitsin”, “her şey imtihan”, “affetmeyi dene”, “tüm suç senin”... Bunların arasında geldiğim nokta hep aynı oluyordu; evet, hepsi benim suçumdu.
“Hakiki olanı yerine koyamadığın için kapanmayan boşluğun sentetik dolgularıdır bu kaypak ve vesveseli duygular” dedi derviş. “Ama bu bir suç değil, zafiyet” dedi elime dokunarak. Bu dokunuş ve dokunuşa eşlik eden bakış, tüm sorularımın içinde toplandığı kabı bir anda kırıverdi. Cevaplar arayan benliğim, beklenmedik bir dağılmayla mekansızlığı ve zamansızlığı duyumsadı. Ne çok isterdim bu halin ebediyen sürmesini. Ne var ki yaşama telaşı ve gündelik koşuşturmacalar tüm hırsıyla giriyordu hemen araya. Kabul etmek gerekir ki, bu çağda çok az nasipleniyor ve müthiş bir hızla uyanıyor insan bu tarz esrikliklerden.
“Suç değil, zafiyet” demişti derviş, hatırladım. Fakat yine de kırk yaşını devirmiş ve üstelik bir dervişin sözüne, nazarına, hatta dokunuşuna muhatap olmuş biri olarak bu zafiyetlerden ötürü suçlamaktan alıkoyamıyordum kendimi. “Bu da kötü bir şey değil” dedi derviş.
Fakat her aşırılık yeni bir noksanlık getirirken; buna müteakip her noksanlık beni öncekinden daha büyük bir duyguya sürüklüyordu. İncitildikçe incitiyor, incittikçe inciniyordum. Ne can yakıcı bir döngü! Derviş bu girdaplardan çıkmış bir insanın dinginliğine bürünmüştü. Benim ciddiyetsizlikle gülüp geçtiğim şeylere o hüzünleniyor, yine benim ölçüsüzce üzüldüğüm şeyler ise onu güldürüyordu.
“Kaynağı iyilik olan bir kötülük mümkün mü” diye sordum dervişe. Öyle kolay soru soramıyordum, belki de gerek kalmıyordu buna. “Her şey gibi, sevgi de niyete ve ölçüye koşut” dedi ve devam etti: “Olgunlaşmamış kişinin iyiliği -başkasını onarırmış gibi görünse de iyilik edenin kendi çıkarını gözetir. Onun iyiliği beklentilerden ibarettir: Almadan veremez”.
“Ama bu çok insanî bir şey değil mi” diye geçirdim içimden. “Evet, insanî olduğu için kusurlu” dedi derviş. “Aceleciliğe ve aşırılığa meyilli yaratılmış olan insan, nefsini tezkiye etmediği müddetçe böyle mübalağalı hallere tutuklu kalır. Duygularında yaşar, hisleriyle karar verir ve o oranda aklını –mutlak bir kurtarıcıymış gibi kutsar.
İçine düştüğü yalnızlıklardan dünyevi kimliklere iltica eder: mensubu olduğu ırkla, doğduğu şehirle, tuttuğu takımla veyahut yapmaktan keyif aldığı aktivitelerle tanımlar kendisini. İncinmişliklerine ve kaçışlarına dayanarak ördüğü gergin sert duvarların gölgesinde her geçen gün kararır, küçülür ve çürür. Bu çürümüşlüğün emzirdiği dostluklar ise, varlığını sürdürebilmek için düşman arar kendine ve daima öteki’ler üretir. İşte böylesi bir iyilik kötülüğü besler ve sevgisizliği yeşertir. Oysa sahici bir muhabbet düşmanlar üretmez ve dahi düşman da böylesi bir muhabbetten inadı ve nasibi kadar payını alır”.
Derviş ilk kez böyle uzun cümleler kurmuştu. Fakat söz uzadıkça, haklılık tuğlalarını kullanarak kendi ellerimle yükselttiğim duvarların arasında bizzat kendimin sıkıştığımı görür gibi oldum. İnsanlara fazlasıyla kırgındım. İşin kötüsü haklıydım da. Kötülük almış başını giderken, gayreti ve tevekkülü dışlayan bir reddedişle içleniyordum olanlara. Oysa yaşam benim duygularımı dikkate almadan kendi mecrasında akmaya devam ediyordu. “Unuttuğun ve ihmal ettiğin hikmete ulaşmanın önündeki en büyük engel bu fazlalıklar: fazla tepkilerin, fazla gözlemlerin, fazla gözetişlerin, fazla planların, fazla hesapların, fazla beklentilerin, fazla direnişlerin, fazla diretişlerin, fazla, fazla, fazla…” dedi derviş.
Anladım: noksanlarımı gidermek için elde ettiğim her fazlalığın ve o varsıllığın bende daim kalması adına gösterdiğim her arzulu çabanın benliğimi tükettiği yerdeyim bugün. “Bu tükeniş yeni doğumun habercisi olsun, iyi olur inşallah” diye niyaz etti derviş.
Ben de dervişin az evvel dokunduğu ellerimi ağırdan semaya kaldırırken yavaşça gözlerimi kapadım. Ne kadar sonra bilmiyorum gözlerimi açtığımda, tam ortasına gelmiş bulunduğum odadaki eşyaların sanki başka yere taşınacakmışım gibi toplandığını, paketlendiğini, işlevini ve gösterişini yitirdiğini gördüm. Eşyaların kıymetsiz; benimse misafir olduğumu anımsatan bu sahne, “amin” deyip ellerimi yüzüme sürmemle kararıp nihayete erdi.
Fakat biliyorum yine açılacak paketler, yeni yerine düzülecek eşyalar, farklı sorular gündeme gelecek, dünya tekrar araya girecek… Ama olsun. İyiliği/ni muhatabının iyiliğinde bulan bir dostun benim gibi şüpheci ve kaygılı birini teslimiyetli dokunuşuyla ve mütebessim bakışıyla eritebileceğini bilmek, hatta bunu bir kez olsun tatmış olmak çok güzel! Ayaklanıp odanın kapısını hafifçe kapatırken, o anın fani ömrümün en muazzam hatırası ve hülasası olarak kalacağından eminim.