Tükenmeden arın

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde “başlangıçtaki sessizliğini” koruyabilen bir yer kalmış mıdır acaba? İnternet bağlantısının, uydu erişiminin olduğu hiçbir yer sessiz bir ıssızlıkta değil artık. Doğa, ekranda akıp duran doğa resimleri arasında eriyip gitti çoktan.

“Doğu Afrika’daki Athi ovasında küçük bir tepede durduğumda ve binlerce hayvanlık vahşi sürüleri, tasavvur edilemeyecek zamanlardan beri nasıl otladılarsa, o sessiz ıssızlıkta yine öyle otlarken seyrettiğimde, bütün her şeyin bu olduğunu bilen ilk canlı, ilk insan olduğum duygusuna kapıldım. Etrafımdaki dünya henüz başlangıçtaki sessizliği içindeydi ve var olduğunu bilmiyordu. Ve dünya işte bunu bildiğim o anda var olmuştu, o an olmasaydı asla var olmayacaktı. Doğa işte bu amacın peşindedir ve bu amacın insanda ama yalnızca en bilinçlisinde gerçekleştiğini görür. Bilinçlenme yolunda atılan en küçük bir adım bile bir dünya yaratır.”

Dünyanın en acıklı hikayesi
Cins

Böyle diyor Jung. Etkileyici değil mi? İnsanı diğer mahlûkattan ayıran başlıklardan biri de, bilinç ve bilinci tetikleyen “tanrısal merak”tır. Hiçbir kedi, -kediseverler aksini iddia edecek olsa bile- “kedilik” mefhumu üzerine düşünemez ya da kedilerin kâinattaki yeri, kedi dili, ezeli düşmanları köpekler, kedilerin kaç bin yıldır dünyada oldukları üzerine de.

Eğer düşünseydi, Jung’un sözüne atıfla söyleyecek olursak dünya işte o anda yeniden yaratılmış olurdu, kedilerin bilinciyle, kedilerin gözüyle yeniden. Şu meşhur “aslanlar, kendi tarihini yazmadıkça tarihi avcıların hikâyeleri üzerinden okumaya devam edeceğiz” temsili tam da buna işaret eder aslında. Bu anlamda her bir insan teki, her an dünyayı hikâyesiyle yeniden inşa eder ki onun inşa etmesi, kavramasıdır.

Tanrısal merakın, bilincin kaynağı ise elbette ruhtur yani insanoğlunu var eden ilahi nefes…

İnternet bağlantısının, uydu erişiminin olduğu hiçbir yer sessiz bir ıssızlıkta değil artık.

Bilmiyorum, ilke olarak ruhun tükenişinden söz etmek mantıksızdır belki de çünkü ilahi nefesle izah etmeye çalıştığımız ruh öyle zamanın oyunlarıyla, insanın değişen tabiatıyla azalıp artacak bir şey olmasa gerek. Ama bir anlığına kendimizi, Jung’un yerine koyup varoluşumuzu bir tepeden Athi Ovasına bakar gibi izlediğimizde, görebildiğimiz şey ne yazık ki sadece büyük bir eksiklik ve kayıp duygusu… Daha fenası hissizlik.

Bugün dünyanın herhangi bir yerinde “başlangıçtaki sessizliğini” koruyabilen bir yer kalmış mıdır acaba? İnternet bağlantısının, uydu erişiminin olduğu hiçbir yer sessiz bir ıssızlıkta değil artık. Doğa, ekranda akıp duran doğa resimleri arasında eriyip gitti çoktan. Sessizlik, bildirim seslerinin kesintisiz ve kararlı saldırısıyla tecavüze uğradı. İnsanı sonunda bu sessizliği fark etmesine, idrak etmesine götürecek olan düşünsel süreç artık bir rüya gibi.

Byung-Chul Han: Bilgi birikimi tecrübeden gelir
Cins

“İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve bir tür ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır.” diyor Byung Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında. Sırrın, büyünün, sessizliğin, karanlığın ortadan kalktığı kusursuz beyazlıkta, çırılçıplak aydınlıktaki IKEA mağazalarını andıran hayatlarımız, gitgide bizi hissiz, etkisiz, coşkusuz yığınlara dönüştürüyor. Bize cennetmiş gibi pazarlanan “0,99” küsuratlı cehennemin tam ortasındayız. Ruhu yutan bir aydınlık, hayatın kendisine düşman bir sadelik, iyiliğe düşman bir beyazlık, hissiz bir şeffaflık, ardı arkası kesilmeyen, kendimizle / şeylerle bağımızı her defasında biraz daha açan işe yaramaz bilgi/enformasyon bombardımanı.

Yığın insanı hasta eder veya enformasyon enfeksiyondur
Cins

Evet, insanoğlu tarihin başlangıcından beri -yeni başlangıçlara kavuşabilmek için- kendine kıyamet senaryoları yazmaya teşne olmuştur. İlk yazılı metinlerden bu yana “daha kötüsü olamaz, bundan sonrası kıyamet” uyarıları sürer gider. Ama insan düşünmeden ve korkmadan edemiyor, bilgi yığını, tacizkar biplemeler arasında, internetin vadedilen topraklarını andıran özgür ve sonsuz çayırlarında dolaşırken kendimizi, gerçeklik duygumuzu, dünyaya, varlığımıza dair merakımızı kaybedip ruhsal tükenişimizi tamama erdirdikten sonra ne olacak? Bir bilimkurgu filminde olsaydık şöyle bitirebilirdik: İnsanlık robotlaşır ve onlar ekranlarına bağlı olarak cehennemi bir sessizlikte dolaşırken başka bir tür gelip dünyayı, Jung’un zebraları izlediği gibi izler. Hikâyeyi yazmak, anlatmak yetisi ona verilmiştir artık. Kıyamet çoktan kopmuş, dünya yeniden yaratılmıştır. Bilincini kaybedenden bilinçli olana doğru hikâye yeniden anlatılmaya başlanmıştır. Efendimiz’in veda hutbesinde buyurduğu gibi: “Ve zaman dönüp dolaşıp başladığı noktaya geri dönmüştür.” Daha iyi bir cevabım olmadığına göre böyle bitsin.